Zekatın Farz Kılınmasının Hikmetleri
Birinci makam hususunda deriz ki: Zekatın farz kılınmasının hikmetleri, bir kısmı zekatı verenle, bir kısmı da zekatı olanla ilgili olmak üzere pek çoktur.
Zekâtın, Zekât Veren Yönünden Hikmetleri
Birinci, yani zekatı verenlerle ilgili hikmetler şunlardır:
1) Mal, tabiî olarak sevilir. Bu sevginin sebebi şudur: Güç ve kudret, bir kemâl sıfatı olup, başka birşeyden dolayı değil, li-zâtihi (kendisi itibariyle) sevilir. Çünkü, “Herşey, başka bir şeyden ötürü sevilir” denilemez. Aksi halde ya teselsül yadevr-i fasit lâzım gelir ki bunların ikisi de imkansızdır. Binâenaleyh sevilen şeyler hususunda işin neticede li-zatihi sevilen şeylere varıp dayanması gerekir. Kemâl (mükemmellik), zâtı gereği sevilir. Noksan (eksiklik) de, yine zâtı gereği sevilmez.
Binâenaleyh güç ve kudret bir kemal sıfatı olup, kemal sıfatları da zatı gereği sevilen şeylerden olduğuna göre, kudret de zâtı gereği sevilir.Mal, insan için bir kudret ve mükemmellik vasıtasıdır. Dolayısiyle mal, insan için güç ve kudret sebeplerinin en kuvvetlilerindendir.
Sevginin varıp dayandığı şey sevilir. Binaenaleyh mal da sevilir. İşte malın, sevilen bir şey olmasının sebebi budur. Fakat onu çok fazla sevmek, insanı Allah sevgisinden ve âhiret hazırlığından alıkor.
İşte bundan ötürü ilâhî hikmet, mal sahibine, nefsinin mala olan aşırı sevgisini kırmak, onu tamamen mal sevgisine düşmekten men etmek ve insanın saadetinin, mal elde etme peşinde koşmakla olmayıp aksine Allah rızası için, mal infak etmekle elde edileceğine dikkat çekmek için, malının bir bölümünü çıkarıp vermesini farz kılmıştır. Öyleyse zekâtı farz kılmak, dünya sevgisi hastalığını kalbden silmek için, belirlenmiş en uygun ilaçtır.
İşte bu hikmetten ötürü Allah Teâlâ, zekatı farz kılmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın, “Onların mallarından sadaka (zekat) al ki,bununla kendilerini günahlarından temizlemiş ve onların iyiliklerini bereketlendirmiş olasın” (Tevbe.103) ayetinden kastedilen budur. Bu, “sen onları dünya talebine garkolma kirinden temizlemiş olasın” demektir.
2) Mal çokluğu, güç ve kudret çokluğuna sebep olur. Mal çokluğu, kudret çokluğuna; kudret çokluğu da, o kudretle daha fazla lezzet almaya vesiledir. Daha fazla tad ve lezzet almak da, insanı daha fazla lezzet elde etme sebebi olan malı elde etmeye koşmaya sevkeder. Böylece de, bu bir devr-i dâim (halka) olur, Çünkü insan, koşuşturdukça malı artar, mal da kudreti artırır. Bu da, dünyadan daha fazla tad almaya sebep olur. Bu tad ve lezzet de insanı, daha fazla mal ve paraya sevkeder. Mesele, bir devr-i daim meselesı olunca, buranın bir durağı ve sonu olmaz. Bundan dolayı şeriat buna bir durak ve son tesbit etmiştir. Bu da, mal sahibine, o sonu olmayan zulmânî (karanlık) yoldan dönsün ve böylece de Allah’a kulluk ve Allah’ın rızâsını talep âlemine yönelsin diye, o malının bir kısmını Allah rızası için infâk etmeyi farz kılmadır.
3) Mal çokluğu, azgınlığın ve kalbin kararmasının sebebidir. Bunun sebebi de, bahsettiğimiz şu husustur; Mal çokluğu, güç ve kuvvet sahibi olmanın bir vesilesidir. Kudret, zâtı gereği sevilen bir şeydir. Aşık maşukuna ulaştığında, onda âdeta boğulur. O halde de, insan mal talebine gark olur. Binâenaleyh, insan için bu yolda bir mâni çıkarsa o, malı ve kudreti ile o engeli aşmaya çalışır.
İşte, tuğyandan maksad da budur. Cenâb-ı Hakk, bu hususa “Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni gördü diye, muhakkak ki azar”(Alak, 6-7) ayetiyle işaret etmiştir. Buna binaen zekatı farz kılmak, tuğyanı azaltır ve kalbi Rahman’ın rızasını talep etmeye yöneltir.
4) İnsanın, iki kuvveti vardır;
a) Nazarî kuvvet.
b) Amelî kuvvet.
Nazari kuvvetin en mükemmeli, Allah’ın emrine ta’zim göstermededir. Amelî kuvvetin en mükemmeli de, Allah’ın mahlûkatına şefkat duymadadır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hak, ruh cevheri için böyle bir kemal ve mükemmellik meydana gelsin diye, zekâtı farz kılmıştır. Bu kemal de, o zekât veren kimsenin, mahlûkata iyilikte bulunmak, onlara hayırları ulaştırmak için sa’y-ü gayret göstermek ve onlardan afetleri, belâları gidermek gibi hasletlerle muttasıf olmasıdır. İşte bu incelikten dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), “Allah’ın ahlakıyla ahlâklanın?”buyurmuştur.
5) İnsanlar, bir kimsenin, kendilerine hayır ve hasenatın ulaştırılması ve kendilerinden belâların savuşturulması için gayret gösterdiğini bildiklerinde,Hz. Peygamber (s.a.s)’in de: “Kalbler,kendilerine iyilik edenleri sevmek ve kendilerine kötülük edenlere de buğzetmek duygusu üzerine yaratılmışlardır “(Keşful Hafa,1/330) buyurduğu gibi, onlar o insanı, tabiatları gereği sever ve muhakkak ki nefisleri o kimseye meyleder.
Binâenaleyh, fakir kimseler, zengin bir kimsenin malının bir kısmını kendilerine verdiğini ve ne zaman onun malı daha çok olursa, onun o maldan onlara daha fazlasını vereceğini bildiklerinde o kimseye dua ve gayretleriyle yardımcı olurlar. Çünkü, kalblerin tesiri, ruhların (müessir) bir harareti bulunmaktadır. Böylece o dualar, o insanın hayır ve bolluk içinde kalmasına sebep olurlar.
İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, “İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince: İşte bu, yeryüzünde kalır ” (Ra’d 17) ayetıyle, Hz. Peygamber de “Mallarınızı,zekâtlarınızla koruma ve muhafaza altına alınız”(Keşful Hafa,1/361) ifadesiyle işaret etmişlerdir.
6) Bir “şey”den müstağni olmak, bir şeyle müstağni olmaktan daha büyük bir makamdır. Çünkü, bir şeyle müstağni olmak, ona muhtaç olmayı gerektirir. Ancak ne var ki bununla, başka bir şeyden müstağni olma hali sağlanmış olur. Ama, bir şeyden müstağni olmaya gelince, işte tam ve mükemmel müstağni olma hali budur. İşte bundan dolayı “Bir şeyden müstağni olma, Hakk’ın; bir şeyie müstağni olma da, halkın, mahlûkatın sıfatıdır” denilmiştir.
Binâenaleyh, Allah Teâlâ, bir kuluna çok mal verince, onu “bir şey ile müstağni olma” babından büyük ve tam bir pay ile nasîblendirmiş olur. Bu sebeple,Cenâb-ı Hak bu kimseye zekât verimesini emredince, O’nun bundan maksadı, o kimseyi, “Bir şey ile müstağni olma” derecesinden, ondan daha üstün ve daha şerefli olan bir makama yükseltmek olur ki, bu makam da, “bir şeyden müstağni olma” makamıdır.
7) Mala, herkesin çok fazla meyli olduğu için, “mal” adı verilmiştir. Binâenaleyh o, gelip gidici bir şeydir; ve çok çabuk yok olan, daima dağılıp parçalanma ile yüzyüze bulunan bir şeydir. Bu sebeple, mal, bir kimsenin elinde uzun müddet kaldığında, o yokluk ve bölünüp parçalanma ile yüzyüze gelmiş gibi olur. Bu sebeple insan onu, çeşitli hayır ve yararlı işlerde harcadığında, o zaman mal, zevali mümkün olmayan bir beka ile devam eder. Çünkü o durumda bu mal, dünyada devamlı bir övgüyü; ahirette de, devamlı bir mükafaatı gerektirir, hak ettirir. Birisinin, “İnsan, altınını kabre götüremez ” dediğini duyduğumda,”Aksine, bu mümkündür,zira o,o malını Alah’ın en büyük rızasını talep etme hususunda infâk edip harcadığında, onu kabrine götürmüş ve Kıyamete kadar taşımış olur ” dedim.
8) Malı infâk etmek, melekler ve peygamberlere benzemek demektir. Onu harcamayıp tutmak ise, kınanmış olan cimri kimselere benzemek demektir. Şu halde malı harcamak, infak etmek daha uygundur.
9) Bu hal hayır ve rahmet lütfetmek, Hak Teâlâ’mn sıfatlarındandır. Binâenaleyh, mümkün olduğu kadarıyla, böylesi bir sıfatı elde etme hususunda gayret sarfetmek, Allah’ın edebiyle edeblenme olur ki, bu da, insanlık kemâl ve olgunluğunun son noktasıdır.
10) İnsanın üç şeyi bulunmalıdır: Ruh, beden ve mal. Binâenaleyh, insan iman etmekle emrolunduğunda, ruhunun cevheri, teklife garkolur. O, namazla emrolunduğunda, lisanı, zikir ve Kur’an okumaya garkolur, bedeni de o ametiere dalmış olur. Geriye sadece malı kalır. Binâenaleyh, şayet malı, en uygun iyilik ve hayır cihetine sarfedilip harcanmazsa, insanın, malına olan tutku ve ihtirasının, ruh ve bedenine olan hırsının üzerine çıkmış olması gerekir ki bu bir cehalettir. Zira, saadetin dereceleri üçtür:
a) Ruhanî saadetler; b) Bedenî-cismani saadetler, ki bu orta derecede bulunur ve, c) Haricî saadetler ki, bunlar da mal ve makamdır.
İşte mal ve makam mertebeleri nefsânî mutluluklara hizmet eden şeyler gibi olmuş olurlar. Binaenaleyh ruh, kulluk makamında iyice bezledilip, daha sonra da malı harcama hususunda bir cimrilik ve ihtiras meydana gelirse, o zaman hizmet eden pozisyonunda olan mal ve makamın, asit hizmet edilen ruhanî mutlulukların üzerine çıkarılmış olması gerekir ki, bu cehalettir. Öyleyse aklı olan kimsenin Allah rızasını elde etmek için, malını harcayıp sarfetmesi “gerektiği sabit olmuş olur.
11) Alimler şöyle demiştir: “Nimetin şükrü, onu, in’âm edenin rızasını elde etmek için harcamaktan ibarettir. Zekât, nimetin bir şükrüdür. Binâenaleyh, in’âm edene, nimet verene şükretmenin farz olduğu sabit olduğu için, zekatın farz olduğuna hükmetmek gerekir.
12) Zekâtı farz kılmak, müslümanlar arasında bir ülfet ve sevginin meydana gelmesini, onlardan kin ve hasedin giderilmesini sağlar. Bütün bunlarsa mühim şeylerdendir. İşte bunlar, zekâtın farz kılınmasından, onu verenle ilgili olarak ortaya çıkan hikmetlerin beyanı hususunda, nazar-ı dikkate alman muteber açıklamalardır.
Zekâtın, Alan Yönünden Hikmetleri
Zekâtın farz kılınmasından, onu alanlarla ilgili olan fayda ve hikmetlere gelince, bunlar da pekçoktur;
1) Allahu Teâlâ, malları yaratmıştır. O mallardan elde edilmek istenen, onların kendileri ve zâtları değildir. Çünkü, altın ve gümüşün bizzat kendilerinden, pek az durumlar hariç, istifade etmek mümkün değildir. Tam aksine, bunların yaratılmasının maksadı, bunlar vasıtasıyla, bazı faydalar temin edip, muhtemel zararları savuşturmaktır.
Binâenaleyh insanın ihtiyacı kadar malı bulunduğunda, bu insan o malını elinde tutmaya, kendisi için ayırmaya, başkalarından daha layıktır. Çünkü muhtaç olmak noktasında, diğer muhtaç kimseler de, o malda müşterektirler. Halbuki mal sahibi, onlardan o malı elde etmek için, sa’y-ü gayreti ile o diğer kimselerden ayrılmıştır. Binâenaleyh o malın ona tahsis edilmesi, başkalarına verilmesinden daha uygundur. Ama, ihtiyacından fazla malı olup, muhtaç olan bir başka kimse de bulunduğunda, burada her biri o malı mülk edinmeyi gerektirecek iki sebep bulunmuş olur:
a) “Malik” hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu, onun o malı kazanma ve elde etme hususunda gayret göstermesidir. Bir de onun, kalbinin bu mal ile daha fazla ilgilenmesi, meşgul olmasıdır. Zira böyle bir ilgi de, bir çeşit ihtiyaçtır.
b) “Fakir” hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu fakirin o mala olan ihtiyacı, onun o mal ile bir alâkasının bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh, birbiriyle çelişen böylesi iki sebep ortaya çıkınca, ilahî hikmet, imkân nisbetinde bu iki sebepten herbirini gözetmeyi gerektirmiştir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir: Mâlikin, (o malda), onu kazanmış olma hakkı ile, kalbinin o mal ile alâkalanma hakkı bulunmaktadır. Fakirin de o malda, ihtiyaç hakkı hasıl olmuştur. Böylece biz, deliller arasını imkân nisbetinde uyuşturmak, telif etmek için, mâlikin tarafına ağırlık verip malın çoğunu onun elinde bıraktık ve fakire de o malın pek cüz’î bir kısmını verdik..
2) İnsan, asıl ihtiyacından fazla olan malını elinde tuttuğunda, o mal, yaratılış gayesinden uzak olarak, başıboş bir biçimde evde kalmış olur. Bu da, Allah’ın hikmetinin zuhur etmesini önleme çabasından ibaret olur. Böylece Allah Teâlâ, malın yaratılmasındaki hikmet tamamiyle geçersiz kılınmış olmasın diye, o malın bir kısmının fakire verilmesini emretmiştir.
3) Fakirler, Allah’ın iyâli, (hane halkı) durumunda olan kimselerdir. Çünkü Allah Teâlâ, ”Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere, rızıkları Allah’ın üstünedir…” (Hud,6)buyurmuştur. Zenginler, Allah’ın hazinelerinin bekçileridirler. Çünkü, onların ellerindeki mallar, Allah’ın mallarıdır.
Cenâb-ı Hak, o malları onların eline vermeseydi, onlar o maldan tek bir daneye bile malik olamazlardı. Nice akıllı ve zekî kimseler vardır ki, iyice gayret sarfederler de, karınlarını doyuracak bir yiyecek elde edemezler. Nice ahmak ve beceriksiz kimse de bulunur ki, çok kolay bir biçimde dünyalık elde ederler. Bunun sahibi olan Allah’ın böyle olduğu sabit olunca, gerçek mal bekçisine, “O hazinede bulunan mallardan bir kısmını muhtaç olan kullarıma ver!” demiş olması, yadırganacak bir şey değildir.
4) Şöyle denilebilir: “Mal, ona muhtaç olmadığı halde, tamamiyle zenginin elindedir. Halbuki kazanmaktan tamamiyle âciz olan fakirin tarafını ihmal etmek, Hakim ve Rahîm olanın hikmetine uygun düşmez. Binâenaleyh, zengine, o malın bir kısmını fakire vermesini farz kılması gerekirdi.
5) Şeriat, mal sahibinin elinde, o malın daha çoğunu bırakıp, onun çok az bir kısmını fakire verince, mal sahibi, geride elinde kalan o mal ile ticaret yapıp, kazanç sağlamak suretiyle o noksanlığı telâfi etme imkânı bulur, böylece o eksiklik giderilmiş olur. Ama fakire gelince, onun hiçbir şeyi yoktur. Binâenaleyh zenginlerin malından o fakire bir kısım mal verilmemiş olsaydı, o fakir başı boş, metruk bir biçimde kalmış olur ve yarasını saracak herhangi bir şey bulamamış olurdu. Bu sebeple, zenginin fakire, malının bir bölümünü vermesi uygun olur.
6) Zenginler, fakirlerin işlerini düzeltmemiş olsalardı, çoğu kez, fakirin içinde bulunduğu şiddetli ihtiyaç ve miskinliğin getirmiş olduğu mazarrat, o fakirleri, ya müslüman zenginlerin düşmanlarına katılmaya, veyahut da hırsızlık v.s. gibi kötü fiilleri yapmaya sevketmiş olurdu. Binâenaleyh zekâtı farz kılmak, böyle bir hikmeti ortaya koyar. Bu sebeple, zekâtın farz olduğuna hükmetmek gerekir.
7) Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “iman İkiye ayrılır: Yarısı sabır, yarısı da şükürdür.” Mal, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Bu sebeple onu elde etmek, şükrü; kaybetmek de sabretmeyi gerektirir.
Buna göre sanki, “Ey zengin, sana mal verdim, şükrettin.. Böylece de şükredicilerden oldun. Haydi, şimdi de onun bir kısmını elinden çıkar ki, ondan ötürü sabretmen sebebiyle, sabredenlerden olasın.
Ey fakir! Sana çok mal vermedim, ama sabrettin ve böylece de, sabredicilerden oldun. Ancak ne var ki ben, o miktar (sadaka, zekât miktarı) mal senin mülküne girdiğinde, bana şükredesin ve böylece de şükredicilerden olasın diye, zengine, o malının bir kısmını sana vermesini farz kıldım!..” denilmek istenmiştir. Şu halde zekâtı farz kılmak, bütün mükelleflerin beraberce, sabır ve şükür sıfatlarıyla bezenmelerine bir vesîle olmuş olur.
8) Hak Teâlâ, fakire sanki, “Sana çok mal vermediysem de, ben kendimi, sana karşı borçlu addettim. Ben, zengine çok mal verdiysem de ben onu, o miktar malı kendisinden kabul etmen için senin peşinde koşup, sana yalvarıp yakarmakla mükellef tuttum.
Böylece de sanki sen, onu cehennem azabından kurtarmış olduğun için (o sana değil, aksine) sen ona in’âmda bulunmuş gibi olursun. Şayet o zengin, “sana bu dünyada, in’âmda ve ihsanda bulundum” derse, ey fakir, “Seni dünyada kınanmaktan ve utanmaktan; ahirette de, cehennem azabından kurtardığım için, aksine ben sana in’âmda bulundum,de!” demiştir. Zekâtın farz kılınmasının hikmeti hususunda, bazısı yakînî, bazısı da iknâî olmak üzere, yapılan izahların tamamı budur.
Allah’ın hükümlerinin ve hikmetlerinin sırlarını, sadece kendisi bilir. Allah en iyi bilendir.
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/37-43