Yanlış Anlayış Sebebiyle Sahih Hadislerin Reddedilmesi
Mevzu (uydurma) ve batıl hadisleri kabul etmek, onları Resûlullah’a nisbet etmek ne kadar hatalı, yanlış ve tehlikeli ise; heva, heves, kendi (fikri)ni beğenme, Allah ve Resulü’ne karşı bilgiçlik taslamak, bu ümmet ve onun âlimleri, imamları ve en faziletli nesilleriyle en hayırlı asırları hakkında su-i zan beslemek suretiyle sahih olan hadisleri reddetmek de o kadar batıldır.
Çünkü yalan hadisleri kabul etmek, dinde olmayan şeyleri ona sokar. Sahih hadisleri reddetmek ise dinden olan şeyleri ondan çıkarır. Şüphe yok ki gerek batılın kabulü ve gerekse hakkın reddi, ikisi de zemmedilip, reddedilmiştir.
Yoldan çıkanların ve bid’atçıların eskiden beri bazı şüphe ve iddiaları vardır ki âlimler ve muhakkikler söz konusu şüphe ve iddiaları, çürütüp-iptal etmek suretiyle reddetmişlerdir.
Onlar bununla ancak akıllarınca güzel gördükleri şeyleri kendileri için sabit kılmayı amaçlamışlardır
İmam Şatıbî der ki: “Bidatçi türedilerden bir topluluk, hadisleri reddetmek üzere, çok defa hadislerin zan ifade ettiğini, zannın ise Allah Teâlâ’nın şu ayetlerinde olduğu gibi Kur’an’da zemmedildiğini ileri sürmüşlerdi: ‘Onlar sadece zanna ve canlarının isteğine uymaktadırlar.’ (Necm, 23) ve ‘Onlar sadece zanna uymaktadırlar. Oysa zan haktan bir şey kazandırmaz.’ (Necm, 28) Ve bu manada gelen ayetler. Öyle ki onlar nas olarak Kuran’da haramlığı olmadığı halde, Allah Teâlâ’nın, Nebisinin lisanıyla haram kıldığı şeyleri helal saydılar. Onlar bununla ancak akıllarınca güzel gördükleri şeyleri kendileri için sabit kılmayı amaçlamışlardır. Ayet ve hadislerde kast olunan zan da iddia ettiklerinden başkadır ki biz o zannı üç şekilde anlamaktayız:
(Birincisi) Din esasları hakkında zandır. Zan ile hareket eden insanlar yanında, bunun zıddının da olma ihtimalinden dolayı, âlimlerce o bir şey ifade etmez. Bunun aksine fert meselelerde ise, onunla amele delalet eden delillerden ötürü, şeriat ehline göre onunla amel edilir. Dolayısıyla fer-î meseleler dışında zan zemmedilmiştir. Bu doğru olup, bunu âlimler bu sahada zikretmişlerdir.
(İkincisi) Burada zan, tercih unsuru bir delil olmaksızın, çelişkili iki şeyden birisini diğerine tercih etmektir. Şüphesiz burada da (nefsî) hüküm verme söz konusu olduğu için bu da zemmedilmiştir. Bunun içindir ki ayette ‘Nefse uyma’ hemen peşinden gelmiştir: ‘Onlar ancak zanna vecanlarının istediğine uymaktadırlar.’ (Necm, 23) buyrulmuştur. Sanki onlar, herhangi bir hususa sırf belli bir garaz ve heves ile meylediyorlar.Bunun için, zannın kötülendiği sabittir. Herhangi bir delilin tercih ettiği zan ise bunun tersinedir ve genel itibariyle zemmedilmiş değildir. Çünkü bu, hevaya uymanın dışındadır. Bu nedenledir ki ispat edilmiş, furû gibi benzeriyle amelin uygun olduğu yerde gereğince de amel edilmiştir.
(Üçüncüsü) Zan iki çeşittir: Birincisi kati bir asla dayanan zan ki her nerede olursa olsun şeriatta bu zanla amel edilmiştir. Çünkü o, belirli bir asla dayanmıştır ve cinsi bilinen kabildendir. Diğeri ise kat’î bir asla dayanmayan zandır. Daha doğrusu, ya herhangi bir asıldan başka bir şeye dayanmıştır ki yukarıda belirtildiği gibi mezmumdur veya kendisi gibi bir zanna dayanmıştır. Şayet bu zan aynı şekilde kati bir asla dayanıyorsa, durum birincideki gibidir. Yahut başka bir şeye dayanıyordur ki, o da mezmumdur. Her halükârda senedi sahih olan bir haber-i vahidin, şeriatta kati bir asla dayanması gerekir ki kabulü vacip olsun. İşte buradan hareketle onu mutlak olarak kabul ettik. Ama herhangi bir asla dayanmadığı için kafirlerin zanlarının reddedilmesi, onlara itibar edilmemesi gerekir. (Elhamdülillah)
Bu son cevap, el-Muvafakat kitabında genişçe ele alınan bir asıldan faydalanılarak verilmiştir.1. Böylesi bir görüşü akla aykırı, görüş sahiplerini ise mecnunlardan saymışlardır. Nitekim Ebu Bekir İbn Arabi doğu’da karşılaştığı ve Allah’ın görüleceğini inkar eden bazılarından şunu anlatır: Onlardan birine: “Yüce Allah’ın görüleceğini benimseyen bir kimse tekfir edilir mi edilmez mi?” denildiğinde, o: “Hayır, çünkü o, bunu makul olmayan (zannî hadisler) ile söylemiştir. Makul olmayan bir delile dayanan ise kafir olmaz!” İbn Arabi diyor ki: “İşte onların yanında bizim yerimiz! Artık başarabilen, hevese uymayı sağlayan hususları düşünüp, ders alsın. Allah fazl-u Keremiyle bizi bundan korusun.”Bu son cevap, el-Muvafakat kitabında genişçe ele alınan bir asıldan faydalanılarak verilmiştir.1u son cevap, el-Muvafakat kitabında genişçe ele alınan bir asıldan faydalanılarak verilmiştir.1Bu son cevap, el-Muvafakat kitabında genişçe ele alınan bir asıldan faydalanılarak verilmiştir.1
Bazı sapıklar hadisleri reddetmede haddi aşmışlar, ona itimat edenlerin görüşlerini reddetmişlerdir. Böylesi bir görüşü akla aykırı, görüş sahiplerini ise mecnunlardan saymışlardır. Nitekim Ebu Bekir İbn Arabi doğu’da karşılaştığı ve Allah’ın görüleceğini inkar eden bazılarından şunu anlatır: Onlardan birine: “Yüce Allah’ın görüleceğini benimseyen bir kimse tekfir edilir mi edilmez mi?” denildiğinde, o: “Hayır, çünkü o, bunu makul olmayan (zannî hadisler) ile söylemiştir. Makul olmayan bir delile dayanan ise kafir olmaz!” İbn Arabi diyor ki: “İşte onların yanında bizim yerimiz! Artık başarabilen, hevese uymayı sağlayan hususları düşünüp, ders alsın. Allah fazl-u Keremiyle bizi bundan korusun.”2
İmam İbn Kuteybe, “Te’vilü Muhtelifi’l-Hadis” adlı kitabında sünnet düşmanlarının ileri sürdüğü cüz’î ve külli şeylerden çoğunu zikretmiş, sonra bu şüpheleri tek tek iptal etmiş, onların ateşini küle çevirip (söndürmüştür).
Asrımızda ise sünnete karşı yeni düşmanlar ortaya çıkmıştır. Bazıları bizim diyarımız dışındandır, müsteşrikler ve misyonerler gibi. Bazıları ise diyarımızdan olup, onlara öğrencilik yapmış, dolaylı veya dolaysız bir şekilde onlardan etkilenmişlerdir. Bu yeni gelenler, eski hasımların silahlarını kullandıkları gibi, onlara, asrın kültürünün ilham ettiği yeni silahları da ilave ettiler. Böylece, eskiler ve yeniler, yayasıyla-süvarisiyle, sünnete, sünnet kitaplarına, âlimlere ve metotlarına karşı koymak üzere bir araya geldiler. Bunun için bir takım güç ve entrika sahipleri ve müesseseler de onları destekledi. Fakat Allah Teâlâ, sünnet için, şüphe sahiplerinin şüphelerine karşı, oldukça isabetli delillerle ve bayağı insanların batıl iddialarına karşı onları kahreden gerçeklerle mukavemet eden asrın dahilerini hazırlayıp-güçlendirdi. “Böylece Hak gerçekleşti ve onların yaptıkları batıl oldu. Orada yenildiler ve küçük düştüler.” (Araf, 118-119)
Bunlardan büyük ilim adamı Mustafa Es-Sibaî’yi Sünnet ve İslâmî Yasamadaki Yeri adlı değerli ve faydalı kitabını zikretmemiz yeter. Allah ona rahmet eylesin ve onu mizanında hasenat ve katında yüksek dereceler için vesile kılsın. Ancak bizim burada değineceğimiz husus, ihtisas ve araştırma sahibi olmayan birisinin zihnine takılan hatalı anlayışlara binaen sünnet ve sahih hadislerin reddedilmesidir. Sünneti anlamada teenni ile hareket etmenin, en iyisini araştırıp-ortaya koymaya çalışmanın, kaynaklara ve sünnet ehline müracaat etmenin zaruretine inanıyoruz. Bu da ilerideki sayfalarda üzerinde duracağımız husustur.
Yanlış Anlayış Sebebiyle Sahih Hadislerin Reddedilmesi
Sünnetin maruz kaldığı afetlerden birisi, aceleci bazı insanların bir hadisi okuyunca, manasını anlamada yanılgıya düşüp, hadisi bu yanlış anlayışla tefsir etmeleridir. Dolayısıyla bu mana, ona göre makbul değildir. İşte, o kimse kabul edemeyeceği bir manayı içerdiğini sandığı için, derhal hadîsi reddetmeye kalkışır. Eğer insaflı davranarak, biraz düşünüp araştırsaydı, hadisin anlamının anladığı gibi olmadığını mutlaka bilecekti. Oysa o, kendisine göre öyle bir mana vermiştir ki onu ne Kuran ve sünnet getirmiştir, ne Arapça o manayı gerektirmiştir ve ne de kendisinden önce onu muteber bir âlim söylemiştir.
“Allahım Beni Miskin Olarak Yaşat…” Hadisi
İbn Mâce’nin Ebu Said el-Hudrî’den, Taberanî’nin Ubade İbn Sabit ten rivayet ettiği “Allah’ım beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinler zümresinde hasret”3 hadisini bazıları okuyup, buradaki miskinlikten fakirlik ve insanlara muhtaç olmayı anladılar. Bu ise Nebî’nin (s.a.v.) fakirlik fitnesinden Allah’a sığınması 4 ve Allah’tan iffetli olup, başkalarına muhtaç etmemesini istemesi 5, Sa’d’a (r.a.) “Allah takva sahibi, ibadetleri gizli yapan (gösterişsiz) zengini sever”6 buyurması, Amr İbn el-As’a ise: “Salih bir kimse için (helal) bir mal ne güzeldir”7 buyurmasıyla bir çelişki arz eder.
Bu çelişki yüzünden bazıları zikredilen hadisi reddetmiştir. Gerçekte ise, burada miskinlikle fakirlik kastedilmiyor. Nasıl kastetmiş olsun ki, bizzat kendisi fakirlikten Allah’a sığınmış ve onu küfürle beraber zikretmiştir: “Allah’ım, küfür ve fakirlikten sana sığınırım.”(8) Rabbi ise O’na zenginlik lütfetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Seni fakir buldu da, zengin etmedi mi?” (Duha, 8)
Halbuki, burada miskinlikten murat, tevazu ve alçakgönüllü olmaktır. Nitekim Allame İbn Kesir: “Onunla, tevazu ve alçak gönüllülüğü, zorba ve büyüklük taslayanlardan olmamayı murat etmiştir” demektedir.
O (s.a.v.) şeklen ve sûretâ bile olsa müstekbirlerin hayatından uzak bir hayat yaşamıştır. Köleler ve fakirler gibi oturmuş, onların yediği gibi yemiştir. Hatta bir yabancı gelir ve O’nu ashabından ayırt edemezdi. Çünkü O, onların yanında, onlardan birisi gibiydi. Evinde kendi eliyle terliğini tamir eder, elbisesini yamar, koyununu sağar, cariye ve uşakla beraber değirmen ile un vb. öğütürdü. Bir defasında Nebî’nin (s.a.v.) yanına bir adam girmiş. O’na saygısından eli-ayağı birbirine dolaşmıştı da bunun üzerine O, ona: “Kendine sahip ol, ben kral değilim. Ben Mekke’de kurutulmuş et yiyen Kureyş’ten bir kadının oğluyum” (9) buyurmuştur.
Dini Yenileme (Hadisi)
Bazıları da Ebu Davud ve Hakim’in 10, Ebu Hureyre’den merfû olarak rivayet ettikleri ve birçok kimsenin sahih saydığı: “Allah bu ümmete her yüz senenin başında, o (ümmetin) dinini yenileyecek birini gönderir” hadisini okuyup buradaki yenilikten, dinin gelişmesi ve zamana uyum sağlamasını anladılar ve şöyle dediler: Din yenilenmez, din sabittir ve değişmez. Dinin gelişmeye uyum sağlaması gerekmez ama, gelişmenin üzerine düşen, dine uyum sağlamaktır.
Çünkü dinin yenilenmesi iddiası, onun ilke ve öğretilerini ıslah ederek, insanların ihtiyaçlarını karşılayacak, gelişmeleri taşıyabilecek şekilde her asırda ortaya yeni bir tabiat koymamız demektir. Burada yenileme ile murat, şayet o kimsenin tefsir ettiği gibi ise, bunu söyleyen şahsın dediği doğrudur. Ama -bir açıklamamda da açıkladığım gibi- yenilemeyle murat, onu anlama, ona iman ve onunla amelde yeniliktir. Bir şeyin yenilenmesi, onun inşa edilip, ortaya çıktığı günkü gibi, eski olmasına rağmen sanki yeniymiş gibi eski haline döndürmeye çalışmaktır. Bu ise onun ilk şekline en yakın hale gelinceye kadar, zayıflayan yerinin takviye edilmesi, yıkılan yerinin onarılması ve yarılan yerin birleştirilmesiyle olur. Yenilenmenin manası onun eski halinin değişmesi veya eskimesiyle alakası olmayan diğer yeni bir şeyle değiştirilmesi değildir. Bu, herhangi bir şeyde yenilik sayılmaz.
Bu konuyu somut bir misal ile açıklayalım: Tarihî değeri olan bir binanın yenilenmesini kastettiğimizde, buradaki yenilenme onun aslının, şeklinin ve belirgin alâmetlerinin aynı özellikleriyle kalması, doğal tesirlerden dolayı bozulan yerlerinin onarılması, ona bitişik yerlerin, girişlerin güzelleştirilip, ona giden yolun düzenlenmesi ve onun bilinir hale getirilmesi vb… demektir. Yoksa yenilemeden maksat onu yıkıp yerine modern bir tarzda büyük bir bina dikmek değildir. Din de böyledir. Yenilikle, ona yeni bir biçim kazandırmak kastedilmeyip, Resulullah, sahabesi ve onlara en iyi bir şekilde uyan tâbiun dönemindeki haline döndürülmesi kastedilmektedir.
İslâm Beş Şey Üzerine Bina Edilmiştir… (hadisi)
Hadisin eksik anlayışla reddi yönünden asrımızda işittiğim en acayip şeylerden biri de, Müslümanların büyük-küçük, özel-genel hepsinin ezberlediği en meşhur bir hadisin reddidir. O da, İbn Ömer ve başkalarının rivayet ettiği: “İslâm beş şey üzerine kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın Resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenlere Beyt’i haccetmek” 11 hadisidir.
Bu cesur cahilin delili ise, hadis, İslâm’daki ehemmiyetine rağmen, cihadı zikretmemiştir. Bu da onun uydurma olduğuna bir delildir. Bu kişi, cihadın insanların hepsine değil, ancak bazısına vacip olduğunu, özel şartlar ve belirli durumlar dışında herkes için farz-ı ayn olmadığını da bilmemektedir. Bu ise, üzerine İslâm’ın bina edildiği bütün insanlar için geçerli olan beş esastan farklıdır.
Bu şahsın mantığı doğru ise; müminlerden, takva sahiplerinden, Rahman’ın kullarından, iyilerden, ihsan sahiplerinden, akıl sahiplerinden vb. Allah Teâlâ, kitabında övgüyle bahsedip, onlara büyük mükafatlar vadettiği halde, vasıfları arasında cihadı zikretmediği için bu Kuran âyetlerini de reddetmesi gerekirdi.
Bu hususta, takva sahiplerinin vasıflarını (Bakara, 2-5), iyiler ve doğrularınkini (Bakara, 177), müminlerin vasıflarını (Müminun 1-10), Rahman’ın kullarının vasıflarını (Furkan, 63-77), takva ve ihsan sahiplerinin vasıflarını (Zariyat, 15-23), Allah’ın cennetlerinde ikram olunanların vasıflarını (Mearic, 22-35) oku! Yüce Allah’ın kitabındaki bu ve benzeri yerler cihadı zikretmemiştir. Bu durumda her şeye uzanıp, burnunu sokan bu kara cahil Yüce Allah’ın kitabındaki bu ayetleri de reddedecek mi?!
Şeyh’ül-İslâm İbn Teymiyye, İslâm’ın zikredilen bu beş şeye hasredilip cihat, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim vb. esaslı görevlerin zikredilmemesinin sebebini açıklarken şöyle demektedir:
“Sorulan sorulardan biri de, Allah’ın vacip kıldığı zahirî ameller bu beş şeyden çok olduğu halde O, niçin “İslâm bu beş şeydir” buyurmuştur? Bazı insanlar, bunların İslâm şeâirinin en zahiri ve en büyükleri olduğu, kulun bunları yerine getirmesiyle İslâm’ın tamamlayacağı, terkiyle ise ona olan bağının çözüldüğünün anlaşılacağı şeklinde cevap vermiştir.
Meseleyi tahkik ettiğimizde görürüz ki: Nebi (s.a.v.) kulunun mutlak olarak Rabbine teslim olacağı ve Allah için mahza ibadet olarak her şahsa vacip olan, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluğa gücü yeten herkesin üzerine düşeni, yani bu beş esası zikretmiştir. Bunların dışındakiler ise çeşitli maslahatlar sebebiyle vacip olur ve vacipliği bütün insanlara şamil olmaz.
Bilakis cihat, iyiliği emir-kötülükten nehiy ve yönetimden buna bağlı olan durumlar, hüküm, fetva, okutma ve hadîs rivayet etme gibi ya farz-ı kifaye olur, ya da kul hakkı sebebiyle vacip olur ki bu, kendisine hakkı geçen kimseye karşı vacip olan özel bir durumdur. Bu hakkın düşmesiyle vücubiyet de düşer. Uzlaşıldığında veya borcun kapatıldığında, borçların ödenmesi, gasp edilen şeylerin, emanetlerin, başkalarına bırakılan şeylerin geri verilmesi; kan, mal ve ırz gibi konulardaki haksızlıklarda hakkın alınması gibi kul hakları, insanların karşılıklı haklarından başka bir şey değildir. Onlar bunlardan beri olduklarında bu vücubiyet düşer. Böylece bunlar kimine vacip olur, kimine olmaz; yine bazı hallerde vacip olur, bazı durumlarda ise olmaz. Bunlar gücü yeten her kul üzerine Allah için mahza bir ibadet olarak vacip olmamıştır. Bunun içindir ki buna Müslümanlarla birlikte Yahudi ve Hristiyanlar da iştirak eder ki beş esas bunun aksine olup, sadece Müslümanların özelliklerindendir.
Aynı şekilde sıla-i rahm, karı-koca, çocuklar, komşular ve ortakların haklarından vacip olan (haklar), şehadetler, fetva, mahkeme, yönetim, iyiliği emir, kötülükten nehiy ve cihat, bunların hepsi bir takım arızi sebeplerle faydaları temin- zararları ise defetmek için insanlardan sadece bazısına vacip olur. Eğer onlar insan fiili olmaksızın hasıl olmasaydı, vacip olmayacaktı. Eğer bu, ortak-genel bir husus ise farz-ı kifaye’dir. Şayet bu özel ise, A şahsına değil de, B şahsına vacip olur. Bu beş şeyin dışında insanlardan gücü yeten herkes, bizzat bir amelin vacipliği konusunda müşterek değildir. Mesela A şahsının hanımı ve akrabaları, B şahsının hanımı ve akrabaları değildir. Ramazan orucu, Beyt’i haccetmek, beş vakit namaz ile zekat ise bunun tersinedir. Zekat her ne kadar mali bir hak ise de Allah için yapılan bir vecibedir. (Tevbe 60’da işaret edilen) sekiz sınıf ise, onun dağıtılacağı yerlerdir. Bunun için orada niyet vaciptir. Ve birisinin izni olmaksızın onun adına yerine getirirse, zimmetinden kurtulmuş olur. Aynı zamanda kafirlerden de istenir. 12
1 Bkz: eş-Şatıbi, el-Muvafakat, c.3, s. 15-26
2 Şatıbi, İtisam I, 234-237
3 Tirmizi, Zühd 37; İbn Mace, Zühd 7; bazıları hadisin zayıf olduğunu iddia etmişlerdir. Hz. Aişe tarıkından böyledir, ama zikredilen iki isnâdla gelenler zayıf
değildir.
4 Buhâri ve Müslim Hz. Aişe’den rivayet etmiştir. Bkz; el-Lü’lüü ve’l-Mercan, nu: 1731, Sahihu’l-Camii’s-Sağir (1288)
5 Müslim, Zikr 72; Tirmizi, Daavat 72; İbn Mâce, Dua 2, Müsned, c. 1, s- 389’da İbn Mesud’dan rivayet etmişlerdir. Bkz: Sakihu’l-Camii’s-Sağir (1275).
6 Müslim, Zühd 11; Müsned c. 1, s. 168-177’de Sa’d İbn Ebi Vakkas’tan rivayet etmiştir. Bkz: Sahihu’l-Camü’s-Sağir (1882).
7 Müsned, c. 4, s. 197-202; Hakim, el-Müstedrek (II.2)’de rivayet edip sahih görmüş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir.
8 Hakim, el-Müstedrek, c. 1, s. 252; Beyhâki, es-Sünenul-Kübra, c. 7, s. 12. Bkz: Sahihu’i-Cami (1285).
9 İbn Mâce, Etıme 30
10 Ebu Davud, Melahim (H.no: 4291); Hakim, el-Müstedrek, c. 4, s. 522; Beyhâki, Ma’rifetu’s-Sünen rivayet etmişlerdir. Fayd’ul-Kadir (II.282)’de olduğu gibi el-Iraki ve es-Suyutî onu sahih görmüşlerdir.
11 Buhârî, İman 1,2; Müslim, İman 19,22; Tirmizi, İman 3; Nesai, İman 13Kanaatimizce yazar, bu cevabıyla kendi içerisinde çelişmektedir. Çünkü aynı şeyler zekat ve hacc için de geçerlidir. Oysa bu beş esasın, mükemmel bir bina olan İslâm’ın, sadece temelleri olduğunu, evin temelsiz olamayacağı gibi yalnızca temele de ev denilemeyeceğini söyleyen Merhum Said Havva’nın cevabı daha isabetlidir. (Bkz: Said Havva, İslâm, Mukaddime kısmı.)
12 İbn Teymiyye’nin, Mecmau’l-Feteva’sı içerisindeki el-İman kitabından, c. 7, s. 314-6