Türklerin İl (Devlet) Telâkkisi ‘Devletiebedmüddet’

indir2 Türklerin İl (Devlet) Telâkkisi ‘Devletiebedmüddet’

Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla Ülküsel Hayat İnşâa olunur: ‘Devletiebedmüddet’

 

(1)Ta Hsiung-nu varsayılı atalarından, demekki M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya anakarasının bütün bellibaşlı inanç câmialarına -Kamlık, Göktanrı itikadı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudilik ile Hıristiyanlığın kollarından Nasturîlik, Katoliklik ile Ortodoksluk- girip çıkmış Türklüğün,(130) hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, îslâmın yüce çağrı­sına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparatorluk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmaylarıyla manâsını kazanmıştır.

Türk tarihinin en müntâz devletadamlarından Göktürklerin veziriâzamı Bilge Tonyukuk, Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemez; mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bun­dan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir impa­ratorluğa karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz. Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt insancıllık ile zaaf telkin ederler. Savaşma ile güçlenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırır­lar. Bu yüzden tapınaklar inşâa etmemeliyiz”(131)

Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) tellâkkisi şöyle dile getirilebilinir. Emniyeti ve adâleti sağlamağı amaç bilen, kuvvetli ve hâki­miyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir câmia”.(132)

İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan barındıran İslâm Ülküsüdür. O, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaş­ta ifâdesini bulan ve cihât denilen bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ülküyü içleştirerek her hâl ile şartta yaşayıp başkalarına dahî öğret­me mücâdelesini verenler mücâhittirler. Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.

(2)Türkistanda Tanrı dağlarının güney batısındaki Talaş ırmağı kenarında Milâdî 751de vukûu bulmuş çarpışmanın, özellikle de Selçukluların 956da Müslü­manlığı resmen benimsemelerinin ardısıra Türkler, kitleler hâlinde ihtidâ etmişler­dir. Bahse konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinli­lere karşı çarpışmışlardır.(133) Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılıncının zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir.

Özellikle 956ların sonlarında sayıca da heyecân itibâriyle de Türkler, Müslü­manlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden “Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, za­manla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”(134), o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.

Talaş vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akâbinde Dârül İslâmda, çoğunluk­la, yerleşik düzene geçmişlerdir. Nitekim, Kürt sözlükcü ve muhaddis Macideddîn İbn Athîr’ in (1149 – 1210) bildirdiğine göre, sâdece 960da Mâverâünnehre ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihtidâ etmişler.(135) Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, zamanla Müslümanlaşmışlardır. Hıtaylar(136) gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibaren Müslüman-olmanın, Türklüğün tarifinde baş orunu işğâl ettiğini anlıyoruz. Müslümanlığın yanısıra Türkçe, Türklük binâsını ayakta tutan öbür sütundur. Bu ikisinden biri, daha da kötüsü, ikisi birden belmi verdi, binâ çöker.

Artık, Müslümanlaşmakla yetinmeyip de Dokuzuncu yüzyıldan itibaren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında öncü­sü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla ‘günübirlik’ bozkır devletim-sı teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeni­yet toplumlarını ‘vur – kaç’ usuluyla sındırarak talanla geçinirken, Müslümanlığa intısâbından itibaren Türklük, hakkaniyetci-savaşcı—üretici uzun soluklu cihan devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şahikasını, üstüne üstlük Yeniçağda altı yüz küsur yıl ömürlü ulu çınarı andırır Devletiebedmüddeti, yanî asırdîde Osmanlı Devletini teşkil etmiştir, ülkü. Devletiebedmüddet\ir. Ülkünün ete kemiğe bürünmüş biçimi, tarihte Türklüğün en parlak başarısı, Osmanlı Devletidir.

(3)İlhâmını İslâmın adalet esâsından alan Osmanlı Devleti siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlerin halefleri Part ile Sâsanî devlet geleneklerinden devşirmiştir.(137)Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifade eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpiş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez ciddîliği, her bakımdan çok çeşitliliği ben imsem işlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıf­lan, Osmanlı, içleştirerek kendine mâletmiştir.

Türkler Orta Asyanın doğusunda yaşayıp hüküm sürdükleri çağlar boyunca dikkatleri Çin ile medeniyeti üstünde odaklanmıştı. Batıya kaydıkça Hint-Avrapalı, bu meyânda îranlı toplumlarla karşılaşıp temâsa geçmiş ve zamanla kaynaş­mışlardır. İlk temâslar, İranlılardan Perslerin İslâmöncesi medeniyet dönemine rast­lar. Ama asıl yoğun ilişkiler Müslümanlaşmış Iran kültürüyledir. İlkin hanlıların yaşadıkları Mâverâünnehir yörelerini ele geçirmişlerdir. Seyhun ile Ceyhun ırmak­larının ötesi, yanî Mâverâünnehir, Müslümanlaşmış Perelerin, demekki Farsların indinde Türklerin yurdu anlamında Turandır artık. Sonuçta o geniş bölge 900lerde Türkistan adıyla anılır olmuştur. Mâverâünnehirden sonra Türkleşen bir başka yöre güney Kafkasyadaki Azarbaycandır. Nihâyet 1000den itibâren de Türkler, bizzat İran topraklarında devlet kurar olmuşlardır. Bu devletlerin önde gelenleri Karahanlılar ile Selçuklulardır. Bunlardan sonra da İranı bin yıl süreyle yönetmiş hanedanlar, kültürce Farslılaşmış olsalar bile, Türk soyundandılar. Fars kültürüne intisap, daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Farslılaşma, dil başta gelmek üzre,önemli ölçülerde Anadolu Selçuklularına da sirâyet etmiştir. Türklere Türkceyi iâde eden Anadolu Selçuklularının ardısıra gelen Osmanlıdır. Dilin yanında, İslâmî kavrayış cihetinden de Osmanlı, Farştan esen yellere karşı durmuştur.

Türk (oğuz) asıllı, hidâyette de Sünnî olup Sufî tarikattan neşet etmiş Safavî hânedânı (hükümfermâ: 1502 — 1737), Şah Ismâilin (1487 – 1524) önderliğinde İranın millî birliği ile bütünlüğünü sağlamıştır.(138) İslâm âlemini yakıp yıkmış kor­kunç Moğol ile Timur istilâlarının arkasından mezkûr dünyada dengeleri yeniden kurmağa kendini aday ilân eden iki rakîp Türk hânedânıyla karşı karşıyayız. Bunlardan biri Osmanlıyken, öbürü Safâvidir.(139) Ancak, Osmanlı, Türk Oğuz özüne bağlı kalırken Safavî hüküm sürdüğü ülke ile orada yaşayan çoğunluğun kültür belirlenimine uyarak Farslılaşmıştır. Safavîler, Osmanlı muârızlarından kendilerini ayırmak amacıyla Şîîleşirlerken, Osmanlı da onlara karşı Sünnîliği vurgulamıştır. Lâkin mezhep farkına rağmen Türk —hele Şîî Azarbaycan ile Sünnî Doğu Türk— ve İran kültürleri kaynaşarak çarpıcı raddede benzer bir görü­nüm kazanmışlar; buna da ‘Türk —Fars İslâm Kültürü’(140) denmiştir. Bunun en göz alıcı örneğini iki tarafın dilinde görebiliriz. Farscadan Türkceye büyük çapta söz aktarımı olurken, Türkçe de Farscayı, sözvarlığının yanısıra, dilbilgisi biçimi ve kuralları yönünden ziyâdesiyle etkilemiştir.(141)

Mezkûr andırışmalara rağmen, Osmanlı Türkü ile Fars yüzyıllarca çekişip durmuşlardır. Hasımlığın en olumsuz sonuçlarından biri, İranın, Türkistandan Türkiyeye akıp gelen Türk boylarının göçüne Onbeşinci yüzyıldan itibâren ket vurmasıdır. Haddizâtında Anadolu ile Rumeli, öyle, Onbirinci yüzyılda birkaç bin neferle Türkleşmiş filan değildir. Doğru olan, bu sayının ziyâdesiyle üstünde olup milyona varan bir rakam bahis konusudur.

Türk-Fars İslâm Kültürünün, Osmanlı üzerindeki etkisi, doğusundaki Türk ile Fars ülkelerine oranla daha zayıf kalmıştır. Bununla birlikte, doğusundaki Türk ile Fars toplumları gibi, belirli bazı kurucu unsurları itibâriyle Osmanlı da, ‘Türk-Fars İslâm Kültürü’ dairesinden sayılmalıdır.

Gerek insan tiplerinin, giyim kuşam ile yaşama tarzlarının, gerek hayatı ve dünyayı değerlendirişlerin, gerek mimârînin, tezyibin, edebiyat ile sözvarlığının benzeşmeleri gerekse yazıbirliğinin sağladığı özellikle aydınlar, yanî ulemâ arasın­daki bildirişme rahatlığı ile kolaylığı git gide silinip ortadan kalkmıştır. Sonuçta,Yeniçağ Batı Avrupasının tersîmlediği tasarı uyarınca öncelikle Osmanlı Türklüğü-nün İslâmsızlaştırılmasıyla bu medeniyet coğrafyasının doğusuna —İslâmî ıstılâhta buna Maşrık denir— şâmil mezkûr kültür ortaklığı da silinip gitmiştir.

Türkler ile Farslıların ortaklığını tarihte andırır tek örnek, İkinci Dünya Savaşı sonuna değin, Çinliler, Japonlar ile Koreliler arasındaki sıkı kültür birliğidir.

(4)Türklüğün öteden beri başat özelliği olan askerî savaşçılığın, herkes için geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin tekelinde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esâsını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yaka­sı için de söz konusudur. Nasıl, eli kılınç tutabilecek adam, muharebe meydanın­da arzıendâm ederdiyse, akılbâliğ öğrenim görmüş herkes, hinîhâcette, en azın­dan, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) – mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L clericus) – ruhbân-olmayan (L laicus) ayırımının, Tanzîmât sonrası döneme değin Müslüman Türk, özellikle de Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.

Ruhbân – ruhbân-olmayan ayırımının olmaması, Müslümanlığın temel özelli­ğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygâmberler bile istisnâ teşkil etmez; onlar dahî beşerdirler: “Peygamberleri onla­ra —yanî ahâliye— dediler ki: ‘Biz sizin gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından dilediğine ihsânda bulunur; Onun, izni olmadıkça sizlere hüccet getirmeğe kudretimiz yoktur…’” —İbrâhîm/ 14 (11); “Senden önce gön­derdiğimiz peygâmberler de yemek yiyen, sokaklarda yürüyen beşerdiler” —Furkân/25 (20). Hâlbuki ruhbânlık, İlahî yetkiyle mücehhez olmak anlamında­dır. Şu durumda birinin kalkıp sırtım Allaha, yaslayarak resmen ve siyâsetçe başka­larına çekidüzen vermeğe yeltenmesi İslâmın esâslarına aykırı bir işdir. Ruhbân zümrenin İlahî yetkiye ve kudrete dayalı siyâsî ve hattâ iktisâdî erki anlamındaki ‘diniktidarı’ (Fr théocratie) İslâmla bağdaşmaz. Bu sebeple geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut ünvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkibiyle karşılaş­mıyoruz. Günümüzde de ilahî-dinî ünvân taşıma iddiasındaki bir kısım Müslümanın, Allahtan aldıkları hücceti göz önüne sermek zorundadırlar.

Filhakika, Allahtan ruhsat aldığımızı iddia ederek dünya işlerini tanzim etme­ğe kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına düştüğümüz yanılgılar ile yaptığımız yanlış­larda, işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül etmek hatâların en büyüğü­dür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilinir: Biri dini siyâset ile iktisâda âlet etmek, öbürü de müstehcenliktir. Birincisi manevî, İkincisiyse, maddî mahrecimizi ayağa düşürür. Kişinin birinci —yânî dünya ile âhıret— dayanağı, /fakıdır; İkincisi de Mürebbiyesi (annesi)dir. Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirir­sek, varoluşumuz çürüyüp çözülür.

Bir toplum-siyâset ortamında(142) ruhbân zümre yoksa, karşıtı, ruhbân-olmayan da, tabiatıyla, bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (OsmT seyfîyenin) de olamayacağı, ve bunun tersi durumu, gibi. Osmanlı Türk tarihinde işte bu sebeple, Clérical – Laïque ile Militaire – Civile karşıt zümrelerini ve bun­lardan kaynaklanmış siyâsî iktidarları aramak beyhûdedir. O hâlde Cumhuriyet Türkiyesindeki bu kabil sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî, sunîliklere bâriz bir misâl teşkil etmektedir.

(5)Müslüman Türk, savaşma gücü ile kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir. İslâmın, savaşmaya, dolayısıyla da yaşamağa esin ve güç kaynağı oluşturması, bir ahlâk olayıdır. Kur’ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle ‘özüm’ü ve ‘Dârul İslâm’ı koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârul İslâmı koruyup kollama mücâdelesi meşrûu müdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne, ırzına canına, yerine yurduna tamah ve tecâvüz etmek, elbette, Allah yolunda gazâ etmek değildir. Tam tersine, zulümdür. Taktik icâbı yer yer ve zaman zaman hücuma geçilecekse bile, aslında ‘gazâ’, ‘meşrûu müdâfaa’dan başka bir şey olamaz. ‘Meşrûu müdâfaa’, ‘haddini bilmek’tir. ‘Haddini bilmek’se, ‘edep’tir. ‘Haddini aşmak’ da ‘kibir’dir. İşte, ‘ahlâklı yaşamak’, ‘edep’ ile ‘kibir’ uçları -‘ifrât’ ile ‘tefrît’- arasında cereyân eder. Bu uçlardan ‘edep’, ‘hayata örnek’; ‘kibir’ ise, ‘ibret’tir.

İnceleyin:  Ortaçağ Avrupası ve Hz.Muhammed

Gelişigüzel biraraya gelip talan peşinde koşan ‘güruh kavgacılığ’ından farklı olarak Osmanlı’nın ‘askerî savaşcılığ’ı (Mücâhitlik), üstün insanî değerlerin demetlenmiş hâlini dile getiren ülküyü gerçekleştirmek üzre, savaşmağı olabilir kılacak kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmış bütünlüğüdür. Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi geçen kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmalarına hasredilmiş olmaları, kendisinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlı’yı da yekpâre bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlı’nın Müslüman Türk unsuru, hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş gücüydü. Yalnız, İslâm öncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü, ülkeleri ele geçirmek sûretiyle toprakların genişletilmesi ve bu yoldan maddî servetin artırılması doğrultusundaki mücâdeleyi öngörmez.

İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak -Halîfelik(143), bu maksatla üstlenilmiştir-, bunun başarılamadığı durum ile zamanlarda, zorda kalan Müslümanlar ile diğer toplumların dahî korunup kollanmasıdır. Nitekim bu bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492’den itibâren İspanya’daki Müslümanlar ile Yahudîlerin(144), Katolik istilâcılara; 1500’lerin ortalarında Sumatra’nın kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800’lerin sonlarında da Kafkas boylarının, Rus saldırılarına karşı savunulmalarında görebiliriz. İmdi, Osmanlı yurdu, tarihi boyunca kolu kanadı kırılmış, aç bîilâc ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.

Şu hâlde, birinci amaç, kavim, dil, iytikâat, örf, âdet ayırımları gözetilmeksizin, İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı -Ümmetin barınabileceği Dârulİslâm. İkincisine gelince; bahse konu ülküyü Müslüman olmayan ellere ve halklara -Dârulharb-dahî taşımaktı. Fetholunan Dârulharb ahâlîsi dilediği inanç çerçevesinde yaşamağa mezûndu. Hedef, kılıç zoruyla halkları Müslümanlaştırmak olmayıp kendisini Osmanlı’nın kişiliğinde gösteren, tebârüz ettiren İslâm ahlâkını onlara yaşatmaktı. Sorun, kişisel inançlara düğümlenmiş olmayıp düzendi. Haksız kazanç, yanî faiz ve onun yıkıcı sonuçlarından arındırılıp kurtarılmış toplum–siyâset—iktisât düzeni.

Bahsettiğimiz şu ahlâk meselesini biraz daha deşip açalım: Tabiatça, fıtrat­ça, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca, insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak. Bu gayeyi gerçekleştire­bilmek üzre, zâten güçlü olanlar ile böyle olmağa eğilimli bulunanların ziyâde­siyle palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dinî esâslı vergilendirmeler, vakıfların tesisi, verâset ile zilyetin tanzimi, toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada matûftular.

İnsanlar, eşitçe yaratılmadıklarından, hukukun dışında kalan sahalarda, her­kes istidâdıyla, aklıyla, fikriyle, zikriyle, öğrenimiyle, yapıp ettikleriyle bağlan­tılı biçimde lâyıkına kavuşmalıdır. Hukuk ise, kişinin, zihnine, genel kaııâatlan- na, toplumdaki orununa bakılmaksızın, belli bir mekân ile zamanda olup bitmiş bir olaya karışmışsa, vakada onun payı nedir; neyi, nasıl, niye, niçin yapmış olduğunu sorgulayıp bulgulamağa gayret eder. Toplumun bütün katlarında kat­manlarında her şeyin ve herkesin lâyık olduğu oruna yerleştirilmesiyse, adâlettir. Giderek, adâletin, yaşatan, hayat veren uygulanışına da hukuk diyoruz. Bu yüz­den “vur deyince öldürür” düstûru doğrultusunda yürüyen bir hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu, işe yaramaz ile ten- beli, çalışkanla, zekî ve hayırlı olanla karıştırmak da; o ilk saydıklarımızı insan şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü kılmak da, aynı raddede zulümdürler. Kul hakkı yiyenlerin, kanunları fütursuzca çiğneyenlerin, cezâya çarptırılmasıyla kalınmayıp zâlimce muamelelere tâbî tutulmamaları kaydıyla. zarara uğrattıklarının, bir nebze dahî olsa, öc alma duygularına cevap vermeleri de adâletin gereğidir.

Sonuçta Müslüman Türkün savaşırlığını, İslâm ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdele azmini dumura uğratmaktan özge bir anlam taşımaz. İngiliz Yahudî medeniyeti ile onun hareket ettiricisi olan İmperyalismin de maksadı işte budur. Bütün ezilen sınıfların, zümreler ile halkların, İslâm ülküsüne sarılmaları, bu ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de Müslüman Türkün olması, tarihî cihetten, akim, izânın gereğidir.

Nihâyet kulluk, insandan Allaha olup insanın insana olanı tek kelimeyle günâhtır.Yazıklar olsun, kulu kula kul kılan toplum düzenine!

(6)İktisâdı çıkar ve kâr esaslı İngiliz-Yahudî medeniyetinin desîsede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden oluşmuş gizli ve açık, resmî ve gayrıresmî önder kurmaylarının dikkati, 1800lerin başlarından itibâren bahse konu duruma odaklanır olmuştur. Adı anılan medeniyetin dünya çapında iktisâdî yayılmacılık ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsî ile askerî hâkimiyet taşanlarının önünde göze batacakcasına belirgin pürüz, çözülmekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline ilişkin emârelerdir. Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağrında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudî medeniyetinin karşısına vazge­çilmez bir zorunluluk olarak dikilmiştir.

İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve göv­desiyle ortadan kaldırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhâsını ya da, neredey­se o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (métamorphose) uğratılmasını şart koş­muştur. Haddizâtında bir kültür varlığının imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhâsı, soykırım yoluyla ger- çekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir. Balkanlarda 1800lerin başlarından 1950lilerin sonuna değin Türk diye adlandırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr déportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sahnelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir.(145)

Sèvresâe tasarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürül­mesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla sonuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Dirimsel soykırımınmı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, İkincisidir. Olağanüstü kor­kunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarihi boyunca, göz nuru, alın teriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğegörsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.

Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mahsûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, tavır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya koşut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfuzunun soylu latîfliği,gerek dilbilgisinin tıkızlığı ile kavîliği gerekse sözvarlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ile müstesna dilinden biriydi. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onunla içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musikî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırmı böyle bir şahesere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartı­cı, susuzluğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik dilimizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bâkir ormana nice benziyor.’

(7)Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut kavim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahiyette aklı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırkçılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıl­dır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığımız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin gerekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ile dilbilgisiyle birlikte dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tarihi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir müktesebâtın taşıyıcısıdır.

Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığını belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapısını değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerekçelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koymakla dil mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günleri sayılıdır. Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, düşüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş ‘söz’ün tümü tamamı değildir. Çünkü, salt kavramlar, yanî fikirler dışında kalan düşünceleri ifade eder bütün sözler, tasavvur yüklü­dürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü toplumu teşkil eden fertler, o ‘resimli tarih’in mihverinde buluşur, bağdaşırlar. Nitekim Osmanlı milletini kaynaştırıp birarada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkçe) olmuştur.

(8)Çağdaş Ingiliz-Yahudî medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak arzusundadır. Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet tasarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygu­lamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden dirilip toparlanma istidâdını durdurup kök­ten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm medeniyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Osmanlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvurulmuştur: Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün tarih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendine rastlamadığımız bir tragedyadır. Böyle bir çılgınlığa dev­rimciliğin öncüsü Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.

 

6- Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’i

(1) Hukukuyla, iktisâdı ve siyâsetiyle tasvir edegeldiğimiz İslâm medeniye­ti zeminine inşâa edilmiş düzene âdil nizâm diyoruz. Teoride ilkece o düzende çok ve hayırlı iş görenin de az çalışanın da yaşama hakkı mahfuzdur. Yalnız, her birinin alacağı karşılığın niteliği ile niceliği farklı olacaktır.

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha, karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdıayâlını yaşatmak, öğrenme iştiyâkını karşılamak da onun İlahî hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, İlahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır.

Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfîdir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır. Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgelelim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız? Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyüklenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan basit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünya görüşünün en bariz vasfı, kişinin, kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâyet Hak davâsı uğruna savaşıp direnmesidir.

İnceleyin:  Misâk-ı Millî Efsânesi

İşte, sözünü ettiğimiz dünyagörüşü çerçevesinde şekillenmiş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları genişmi geniş coğrafyaya İslâmî manâda ‘vatan’ denilmiştir. Bu vatanın bir ucu Tuna boyları, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklardaki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış; imperyalism telâkkisine has sömürge – anavatan (métropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anlamında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düstûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Afrika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tutulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi özetlersek, İslâmın ahlâkında vurgulanan husus, edebin gerektirdiği, yanî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtımustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dostlukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözetmede, ödüllendirme ile cezâlandırmada, hep orta yol.

Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘orta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yürümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî yaşayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuruculuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamıştır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî devirlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.

İşlediğimiz bölümün başlığı “Biz Kimiz Sorunu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplayamadığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesileyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeyecektir. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tarihidir. Savaşçılık zihniyeti ile edebi tarafından taşman bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsil edense Osmanlı Devleti olmuştur.

 

i- Zenbereği Devletiebedmüddet olan Devlet: Osmanlı

İç -Doğu Sibirya, Yenisey, Tarım havzası- ile Orta Asya -Türkistan, Mâverâünnehir, Hazar Denizinin doğusu ile Aral gölü kıyılan- çıkışlı, başta Oğuzlar olmak üzre, Türk boyları, Karadenizin kuzey ile batı kıyılarından dola­narak, Balkanların doğusunu ve İranı katederek Rumeli ile Anadoluya varıp yer­leşmişlerdir. Türkün, Rumeli ile Anadoluda bin yıllık yerleşme ve yaşama serü­veninin devlet şeklindeki teşkilâtlanmış şekline Osmanlı denilmiştir.

Türk kavmine mensûp Kayı boyunun Onüçüncü yüzyıl sonlarında (1299) Kuzey batı Anadoluda kurmuş olduğu Osmanlı devletinin çerçevesinde bir millî varlık kimliği oluşmuştur. Genelde soyca ve/ya kültürce türdeş toplumlar, teşki­lâtlanmanın en üst basamağını temsîl eden devleti kurarken, Osmanlı tarihinin başlangıcında bunun tersi cereyân etmiştir. İlkin devlet kurulmuş, akabinde mil­let oluş/turul/muştur. Baştan beri bu, İslâm ahlâkını esâs edinmiş bir imparator­luk devletidir. Kurucusu Osman Gâzî146 (1258 – 1326) ile oğlu ve vârisi Orhan Gâzî (1281 – 1360) dönemlerinde soydaş olmayan ve din ile dil birliği bulunma­yan çok çeşitli bireyler ile insan öbekleri, şaşırtıcı bir hızla kısa sürede millet teş­kil etmişlerdir. Yüzyıllar zarfında Osmanlı Devletinin milleti, soyca olmasa dahî dil, din, örf, âdet, hukuk, siyâset ile iktisât itibâriyle nisbeten mütecânisleşmiştir.

Ondokuzuncunun sonu ile Yirminci yüzyılın başlarında doruğa eriştiğini gördü­ğümüz Osmanlı millet tecânüsünün dayandığı beş sütün sayabiliriz: Çok eski Türk geleneğinin devamı, devlet-millet kaynaşmışlığının —buna ETde ‘ordu’ denmiştir— ifâdesi, Tanrının-yeryüzündeki-gölgesi ve geçmişten alıp getirdiği meşrûuluk ruhsatıyla geleceğin teminâtı hânedân mensûbu önder —devlet kuru­cusu hânedân önderleri muzaffer kumandan olmak zorundaydılar—; Matûridî-Hanefî yorumuna dayalı devletin denetimi ile gözetiminde Müslümanlık; Hz Peygâmber ile ehlibeyt aşkı; ve nihâyet yaklaşık Dokuzuncu yüzyıldan bu yana yazılı bir muhâfazakâr yazı Türkcesi. Mezkûr devlet, ruhsatı Tanrıdan almış bir ruhbân zümrenin idâresini yaşamamıştır. Bundan dolayı din devleti (Fr théocratie) ortaya çıkmamıştır. Devlet, dinin değil; tersine din, devle­tin denetiminde kalmıştır. Genelde Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlıda ruhbân – ruhbân-olmayan ayın mı yaşanmadığı gibi, askerî – mülkî zümreler ayırışması da gün ışığına çıkmamıştır. Bu olağanüstü hayatî önem taşır hususlar göz önüne alınmaksızın Türklüğün, bâhusus Osmanlının tarihî çözümlemesi bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.

Osmanlı, esâs itibâriyle, Çağatay/Özbek, Kırgız/Kazak, Uygur, Tatar gibi, Türk unsurlarının teşkil ettiği makûlenin/kategorinin bir kısmı, parçası, üyesi olmuştur. Mantık lisânıyla konuşursak, ‘Türk/lük’ kaplam, ‘Osmanlı/lık’ da onun içlemindedir. Tıpkı Arab ile İsraillinin Sâmî; hasım unsurlar Alman ile İngilizin Germen; Rus, Leh, Ukranya, Bulgar, Sırp, Çek v.s. milletlerinin İslav çatısı altın­da derlenmesi gibi, bir şey. Türk/ce bir diller ile lehçeler ailesinin, belki de kavmin genel deyimlendirilişidir. Osmanlıysa, bir birlikli (Fr unitaire) imparatorluk devleti, yanî kavim esâsına oturtulmamış devlet ile temelini, özünü Türklerin teş­kil ettiği, kandaş, türdeş olmayan toplumlardan yahut halklardan kurulu milletin sam olmuştur.’Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdetçe ve iktisâdî geçim araçları ile yollan itibâriyle çok çeşitli alttoplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin ken­dine uygula/ya/madığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylcsi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır.

O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil etmiştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz. İlk başta gelen ilkesi Allah inancı; İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlılıktır. Bu bakım­dan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zevâl ver­mesin!” şiârıdır. Bu, o denli güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken, sarayını terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” diye parmağın­dan çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebî bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği bir yana bırakın, sâdece, yurdu terkederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevhe­ri yanında götüreydi, menfada ayâlıevlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borç­ları ödenemeyip cenâze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfadaki ikâmet­gâhının arka kapısından kaçırılmıştır.

Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibâren dünya çapında yayılıp yükselişe geçen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel devindiricisi Mâlî Sermâyecilik, adâletsizliği, yanî zulmü Ondokuzuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide iyiden iyiye küreselleştirmiştir. Mülkünün temeli adâlet olan Osmanlı, sahteciliğin, ikiyüzlülük ile zulmün dörtbir yandan, bütün cephelerden karşı koyulmaz dehşet verici saldırısına yüzyıla yakın süre direnebilmiştir. Tecâvüze uğramış öteki çağdaşı devletler, milletler ile toplumlardan daha uzun zaman boyunca ayakta kalma başansım göstererek. Katledildiğine kanâat getiril­diğindeyse, ölmediğini kanıtlamasına, İstiklâl Harbini zaferle taçlandırmak süre­riyle gömülmek istendiği mezarından fırlamıştır.

Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır.(147) Zirâ, bu milletin maşeri şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadığı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsında Antebi, Maraşı nice savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Medine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulîslâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârulİslâmda yaşayanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe taşıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir. O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifâdesi de, Halîfe-Kaysar-Han- Pâdişâh,(148)olan kişidir. Nasıl İslâmın âlem telâkkisi, Vahdete dayanıyorsa Devlet anlayışı da bir o kadar Birlikçidir. Aslında, bugün dahî bağlandığımız birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osmanlının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun kalıntısıdır.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:324-337

 

 

 

Dipnotlar:

(130)- Milâdî Altıncı yy.da kurulan Hazar (Türk) Devleti ile ahfâdı Karayım Türkleri Yahudi dinini;

Karaman Türkleri Ortodoks ve Kuman Kıpçak Türkleri ise Katolik mezheplerini benimsemişlerdir.

(131)- Bkz: L.N.Gumilyov: A.g.c., 425.s.

132-Sadri Maksudi Arsal: “Türk Tarihi ve Hukuk”, 267. s.

133-Bkz: JJ. Saunders: “A History of Medieval Islam”, 141. – 184.syflr.

134-Rivayete göre, bir ayda iki yüz bin Türk ihtidâ etmiş. Osmanlılar ile Azarbaycanlılar örneği Batı Türkleri Oğuz menşelidirler. Oğuzların konar-göçer zümresine ‘yörük’; kırlık alanlarda yerleşik yaşayanlarına ‘Türkmen’; şehirlerde oturanlarına da ‘Türk’ denmiştir. —Bkz: E.W.Lane: “Arabic- English Lexicon”, I. cilt, 305.S.

135-Bkz: Peter B.Golden: “An Introduction to the History of the Turkic Peoples’\ 185.s; konuyla ilgili olarak Peter Golden’xn zikrettiği kaynak: Ibn Athîr: “Al-Kâmil fi-t Ta’rih/Chronicon quod Perfectissimum Inscribitur’, ed. C.J.Tomberg, Leiden, 1851 – 1876, reprint Beirut, 1965- 1966 with different pagination.

136-Onuncu y.yda Moğolistanın güney doğusundaki anayurtlarından hareketle Çinin kuzeyi ile Mançuryayı ele geçirip bir süre sonra  Çinlileşmiş Hıtaylara  izâfeten Orta Asya Türkleri, Çini ve Çinlileri Hıtay/lı şeklinde anar olmuşlardır.Zamanla Türklere bakarak Araplar ile Farslar ‘Hıtay’,Ruslar da ‘Kıtai’demişlerdir. -bkz:Peter B.Golden:Aynı yer.

137- Bkz: EK 10a

138- Bkz: Jean-Louis Bacqué-Grammont: “L’Appogée de 1 ‘Empire Otoman: Let Evénements (1512 – 1606)”, 141 – 143.«yflr, aynca bkz; Robert L.Canfield: “Theological *Extremism* and Social Movements in Turko-Persia”, 132. – 150. syflr.

139-Bkz: EK 11e

140- ing “Turko-Persian Islamicatc Culture.” -Robert L.Canfield: “The Tnrko-Persian Tradition”,I- 34 .syflr.-Robert L. Canfield, ‘İslâmî’yi, din anlamında Islamic şeklinde kullanırken, medeniyet için islamicate demiştir —bkz: A.g. çalışma, 32 s.

141-Bkz: Gerhard Doerfer. “Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen”, dört cilt.

142-Fr.Milieu socio-politique

143-Bkz:Ek12’ye

144-Bkz.Ek 13’e

145-Bkz.Justin McCarthy:”Death and Exile/The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 1821-1922”

146- Çoğunlukla toplumlar yahut milletler,adlarını, boy yahut oymak olduktan devirlerde taptıktan kutsal varlık/lar/dan almışlardır. Bununla birlikte, belli bir kişinin adıyla anılan milletler ile devletler de vardır. Amerika kıtası, Amerika Birleşik Devletleri«—¿/nerigo Vespucci (1454 -1512); Kolombiya«— Cristofero Colombo (1451 – 1506); Bolivya«- Simon José Bolivar (1783 -1810).

Tarihte cihangir imparatorluk devletleri belli bir milleti yahut kavmi ihsâs edebilecek adla anılmaktan kaçınmışlardın Britanya yahut Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet Sosyalist GiBMycıknı Mfcimparatorluk ülkü devleti adlandır. Osmanlı, herhangi bir kavme işâret etmeme- c ve kavım,Illk Itibany,e çdcimscr olmasıyla tam anlamıyla bir imparatorluk ülkü devleri adıdır.

147 Tasvir ettiğimiz durumun veciz ifâdesini, Mustafa Kemâl Paşa’mn, 5 ağustos 1921 tarihli talîmâtın- da bulabiliriz: “Hattımüdâfaa yok; sathımüdâfaa var; o satıh da bütün vatandır…” Vatanın millî dev­let hudutlarıyla sınırlanmış olduğu bu yolla dile getirilmiş oldu.

148- Osmanlı hükümdarının taşıdığı ünvânların her biriyle devlet çatısı altında yer alan tabaanın bellibaş- lı cüzlerinden biri kastolunmuştur. ‘Hanlık’, Türklere, ve Hükümdarın Türk asıllı olduğuna; ‘Pâdişâhlık’sa, her ne kadar Osmanlı idâresinde bulunmasa dahî, İran halkına; ‘Sultanlık’ da, Araplara yöneliktir. ‘Halifelik’, Müslümanların tümünü kuşatır. ‘Kaysar’a (L caesar) gelince; onun da işaret ettiği cüz, Gayrimüslimlerdir. Burada Gayrimüslim ahâlî, adetâ Roma Devletinin emâneti gibi görülmektedir. Ancak, Osmanlı, devlet olarak kendini Romanın halefi biçiminde görmez. Onun, devlet düzeni bağlamında, gözlerini İslâm medeniyeti çerçevesinin dışına çevirmiş olduğuna ilişkin elimizde güvenilir cinsten kanıt yoktur.

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir