TBMM Hükümeti Birinci Meclis (1920-1923) -1
TBMM Hükümeti Birinci Meclis (1920-1923)
Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte yer alan en önemli kurum, faaliyetine 23 Nisan 1920’de başlayan ve Nisan 1923’e kadar sürdüren Birinci TBMM’dir. Genelde “Birinci Meclis” ismiyle anılan ve bu araştırmada da aynı isimle anılacak olan Birinci TBMM, hem ülkenin düşman güçleri tarafından istilâsına karşı verilen mücadeleyi fiilen yürütür ve hem de devlet politikası halinde yüzyılı aşkın süredir devam eden batılılaşma sürecinin önemli bir aşamasını teşkil eder. Bu nedenle, Birinci Meclis’in oturumlarında ele alınan gündem maddelerinin, gruplar arası çekişme konularının, milletvekilleri arasında meydana gelen tartışmaların ve hatta kavgaların neden ve sonuçlarının bilinmesi, Cumhuriyet döneminde yaşanan toplumsal, siyasal, yasal, ekonomik süreçleri doğru anlamanın temel şartıdır. Çünkü, sonraki yıllarda yaşanmış veya hâlen yaşanmakta olan toplumsal, siyasal, yasal, ekonomik olayların kökleri genellikle Birinci Meclis’e kadar gerilere uzanır.
TBMM’nin Açılışı
İstanbul’un Ingilizler tarafından işgal edilmesi Birinci Meclis’in açılışına uzanan sürecin başlangıcını oluşturur. İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın, işgal nedeniyle, faaliyetine 18 Mart 1920’de oy birliğiyle son vermesi üzerine Mustafa Kemal, “Heyet-i Temsiliye” adına, illere, bağımsız sancaklara ve ordu komutanlarına bir genelge gönderir. 19 Mart 1920 tarihli bu genelgede, yaşanan olumsuz şartlar kısaca ifade edildikten sonra, yeni meclisin Ankara’ya gidecek Meclis-i Mebusan üyelerinden ve tüm yurtta gerçekleşecek seçimle belirlenecek üyelerden teşkil edeceği bildirilir(1). Böylelikle TBMM’nin açılışına uzanan süreç fiilen başlamış olur.
İlk zamanlar, Meclis-i Mebusan üyeleri arasında, yeni meclisin yeni üyelerin katılımıyla Ankara’da açılması konusunda bazı ufak tartışmalar yaşanırsa da, önemli bir sorunla karşılaşılmadan hedefleneni gerçekleştirmeye yönelik işler sırasıyla yerine getirilir. Meclisin açılışına uzanan süreçte bir çok kişinin önemli katkıları olur. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi Meclis-i Mebusan Başkanı Celalettin Arif Bey’dir. Celalettin Arif Bey’in “milli hukuku müdafaa edebilmek vazifesi ile dolu olanları Ankara’ya davet” etmesi Meclisin açılışına çok büyük katkı sağlar. Bu davet üzerine Meclis-i Mebusan üyeleri ve Milli Mücadele’ye katılma arzusunda olan aydınlar, sivil ve asker bürokratlar, yalnız veya gruplar halinde gizlice Ankara’ya giderler. Bu arada Anadolu’nun hemen her yerinde duruma göre gizli veya açık seçimler yapılır. Oldukça sıkıntılı geçen bir seçim sürecini takiben, seçilen milletvekillerinin de büyük kısmı açılacak olan Meclise katılmak üzere Ankara’ya hareket ederler.
Ankara’da toplanan milletvekilleriyle 11 Nisan 1920’de bir ön görüşme yapılır. Bu ön görüşme de meclisin 22 Nisan Perşembe günü açılması kararlaştırılır. Fakat daha sonra karar değişikliğine gidilerek açılış tarihi 23 Nisan Cuma gününe ertelenir. Değişikliğin nedenini, Mustafa Kemal Paşa “Heyet-i Temsiliye Reisi” sıfatıyla “kolordulara, 61. Fırka komutanlığına, tüm vilayetlere, müstakil livalara, müdafaa-i hukuk heyet-i merkeziyelerine ve belediye reislerine” gönderdiği 21 Nisan 1920 tarihli tamiminde “Cuma gününün kutsallığından yararlanmak” olarak açıklar.(2) Bu, toplumda son derece güçlü olan ve Milli Mücadele’yi başarıya ulaştıran dini duygu ve düşünceleri dikkate alan yaklaşımın gereği olur. Bu, aynı zamanda, Milli Mûcadele’yi zafere ulaştıran ruhun hangi ruh olduğunu gösteren önemli bir belgedir.
23 Nisan günü Hacı Bayram Camii’nde mahşeri bir kalabalık toplanır. Her zamankinden daha yoğun duygularla cuma namazı kılınır. Namaz sonrasında, çoğunun halkın içinden çıkmış kimseler oldukları giysilerinden kolaylıkla anlaşılan milletvekilleri, daha önceden İttihat ve Terakki Kulübü olarak inşa edilmiş ve Meclis olması kararlaştırılmış binaya gitmek üzere topluca hareket ederler. Her yer insan doludur; Hacı Bayram Camii ile Meclis binasının bulunduğu meydanın arası tüm Ankaralılarla ve çevre köylerden, kasabalardan gelenlerle hınca hınç doludur. Hemen herkes sesli veya sessiz dua mırıldanmakta, tekbir getirmektedir. O anı yaşayanların şahitliğiyle öğrendiğimize göre, Anadolu’nun bu küçük yerleşim birimi, o gün tarihi boyunca hiç şahit olmadığı bir biçimde ”ruhani hava” ile kuşatılır. Ankara’nın her bir yanında tehliller ve tedbirler(3) yankılanır, Ankara “pek dindarâne, daha doğrusu pek dervişâne bir merasime”(4) tanık olur. Milletvekilleri dua ederek Meclis binasının önüne gelirler. Burada da topluca dua edilir. Hayırlara vesile olması dilekleriyle kurbanlar kesilir.(5) Milletvekilleri binaya girer ve yerlerine otururlar(6). Açılış konuşmasını en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey yapar. Şerif Bey, metnini Mustafa Kemal’in kaleme aldığı(7) konuşmasında “tüm Müslümanların halifesi ve Osmanlıların Padişahı Sultan Mehmet hazretlerinin ve saltanatın sürekli merkezi olan İstanbul ile işgal altında türlü zulümler altındaki illerin kurtarılmasında”(8) başarılı olunması dilek ve dualarını dile getirirken, herkesin paylaştığı duygu ve amaçlara tercümanlık yapar.
24 Nisan günü Meclis Başkanı seçimine geçilir. Meclis Başkanlığı seçiminde iki aday yarışır. Celaleddin Arif Efendi’nin aldığı 109 oya karşılık, Mustafa Kemal Paşa aldığı 110 oy ile Meclis Başkanı olur.
Meclis, faaliyetlerine yoğun bir gündemle devam eder. 2 Mayıs 1920 tarihli “Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin Suret-i İntihabına Dair Kanun la bir İcra Vekilleri Heyeti” oluşturulur. Kanuna göre İcra Vekilleri Heyeti, Meclis üyelerinin arasından ve yine Meclis’in salt çoğunluğuyla seçilecektir. İcra Vekilleri Heyeti’nin üyeleri arasında çıkacak anlaşmazlıkları Meclis çözecektir. Ancak, bir müddet sonra, İcra Vekilleri Heyeti’nin üyelerinin tek tek oylama yöntemiyle seçilmesinin bazı zorluklara neden olduğu Mustafa Kemal ve diğer bazı milletvekilleri tarafından ısrarla dile getirilince, 4 Kasım 1920’de kabul edilen bir kanunla İcra Vekili Heyeti üye adaylarının Meclis başkanınca gösterilenler arasından Meclis tarafından seçilmesine karar verilir. Fakat, milletvekilleri İcra Vekili Heyeti üyelerini teker teker seçme konusunda ısrarlı olduğu için, daha sonra (8 Temmuz 1922) tekrar ilk uygulamaya dönülür.
Meclis, 23 Nisan’da açılışıyla birlikte son derece önemli ve oldukça yoğun gündemli çalışmalarına başlar. Her şey “kardeşçe”(10) ilişkiler içerisinde, yapılan işin önemini kavramış milletvekillerince ayrıntılı bir şekilde tartışılarak ve en doğru sonuca ulaşılmaya çalışılarak gerçekleştirilir. Her konu bu şekilde çözüme kavuşturulur veya kavuşturulmaya çalışılır.
Meclis 23 Nisan tarihi itibarıyla faaliyetine başlar. Ama Meclis’in resmi bir ismi yoktur. Esasen bu, daha Meclis henüz açılmadan gündeme gelmiş bir konudur. Bir isimde karar vermekte zorlanılır. İsim konusunda ortak bir karara ulaşmakta yaşanan zorluk, Meclis’in ismine büyük önem verilmesinden kaynaklanır. Meclis’in ismi ile, her milletvekili, sahip olduğu düşünce ve ideali dile getirmeyi arzular. Bu ise bütün milletvekillerinin bir isimde birleşmesini zorlaştırır. Sorunun çözümü zamana bırakılır. 11 Nisan tarihli toplantıda farklı üyeler tarafından “Meclis- i Kebir”, “Meclis-i Kebir-i Milli”, “Kurultay” veya “Meclis-i Mebusan” isimleri önerilir. Toplantıda isim konusunda genel bir karara varılamamış olduğu anlaşılmasına karşılık, Meclis’in açılış konuşmasında Şerif Bey’in “Büyük Millet Meclisini açıyorum” demiş olması, genel sayılabilecek bir eğilimin oluştuğunu gösteren önemli bir ipucudur. Ancak, Meclis açılmış olmasına rağmen, resmi anlamda hâlâ bir ismi bulunmamaktadır. Meclisin açılışını takip eden günlerde, Mustafa Kemal Paşa’nın denetiminde yayınlanan “Hakimiyet-i Milliye” gazetesi ısrarla “Meclis-i Kebir-i Milli” ismini kullanmaya devam eder. Bu isim ile Meclis’in dînî ve ulusal niteliğine dikkat çekilir(11). Ancak, takip eden günlerde “Büyük Millet Meclisi” ismi daha yaygın olarak kullanılır. Bir süre sonra da bazı milletvekilleri mevcut ismin önüne “Türkiye” ibaresini eklerler. 8 Şubat 1921 tarihli İcra Vekilleri Heyeti Kararnamesi’ndeki kullanımını takiben “Türkiye Büyük Millet Meclisi” Meclis’in daimi ve resmi ismi olur.
Birinci Meclis’in üye sayısı her zaman tartışma konusu olmuştur. Birinci Meclisin milletvekili sayısı ile ilgili çok farklı görüşlere rastlamak mümkündür. Mahmut Gologlu 390(12), Ali Fuat Cebesoy 442(13), Damar Ankoğlu 318(14), Mazhar Müfid Kansu 399(15), Erik Jan Zürcher 324(16), Tarık Zafer Tunaya 338(17), Frederick Frey, Fahri Çöker ve Ahmet Demirel 437(18), Ahmet Mumcu 390(19), Yılmaz Altuğ 383(20), İhsan Gümüş 378(21) sayılarını ifade ederler. Ayrıca, 18 Ağustos 1920 tarihinde okunan “Hukuk-u Esasiye Encümeni Mazbatasında” milletvekili sayısı 365, 1 Eylül 1920 tarihli bir yasa tasarısı bağlamında ise 360 olarak geçerken, Mustafa Kemal, 1 Mart 1921 tarihli ikinci Toplantı yılını açış konuşmasında, TBMM’nin 12’si Malta’da tutuklu, 68’i Meclis-i Mebusandan gelen 270’i ise yeni seçilen 350 üyeli bir Meclis olduğunu belirtir(22).
Birinci Meclis’in milletvekili sayısındaki karışıklığın bir çok nedeni vardır. Bazı milletvekillerinin seçildikleri halde Ankara’ya gelmemesi veya gelememesi, Meclis-i Mebusan üyelerinden bazılarının yapılan çağrıya olumlu karşılık vermemesi, Meclis’e gelenlerden bazılarının bir süre sonra vefat etmiş olması, Birinci Meclis’teki milletvekillerinin sayısı konusundaki farklılıkların başlıca nedenini teşkil eder.
Birinci Meclis’in üyeleri, çok farklı toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel kesimlere mensup kimselerdi. Ayrıntıda farklı ideallere sahip kimseler olarak Meclis’in üyesi sıfatını taşıyorlardı. Buna rağmen Mecliste farklı siyasi partiler yoktu. Çünkü, Sivas Kongresi sırasında, Anadolu ve Rumeli Mudafa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri herhangi bir siyasi parti adına hareket etmeyeceklerine yemin etmişlerdi. Bu anlayış Meclise de taşınır. Milletvekilleri, her türlü kişisel düşünce ve ideal farklılıklarına rağmen, ülke sorunlarının çözümünde birlikte hareket ederler; kişisel yaklaşımlarım ön plana çıkararak gereksiz tartışma ve çekişmelerin oluşmasına fırsat vermekten titizlikle kaçınırlar. Konuyla ilgili olması açısından Adana Milletvekili Damar Ankoğlu’nun tespiti son derece önemlidir. Arıkoğlu, milletvekillerinin çok farklı sosyo-ekonomik kesimlere mensup oldukları hakkında bilgi verdikten sonra “Vatan işlerinde bunlar, birbirlerine kardeşler gibi öyle sımsıkı bağlanırlardı ki, şimdi hatırladıkça gözlerim yaşarır” (23)diyerek, Meclis’teki birlik ve dayanışmaya dikkat çeker.
Ancak, particilik reddedilmesine ve tüm milletvekilleri öncelikle tek bir gaye etrafında toplanmış olmalarına rağmen, bir süre sonra ayrıntıda benzer düşünce ve ideallere sahip kimseler, doğal şekilde bir araya gelerek ve birlikte hareket ederek farklı grupların oluşmasına yol açar.
18 Ağustos 1920’da gerçekleşen Meclis’in şekil ve mahiyeti hakkın- daki görüşmeler ve aynı yılın Eylül ayında “Halkçılık” programının görüşülmesi sırasında gerçekleşen tartışmalar gruplaşmaların başlangıç tarihini oluşturur. Bu tarihten sonra “Halk Zümresi”, “Tesanüt Grubu”, “İstiklâl Grubu”, “Islahat Grubu”, “İttihatçı Grup”, “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti”, “Müdafaa-i Hukuk Zümresi” gibi isimler altında bir çok grup oluşur. Ayrıca, bunların dışında olmak üzere, isimsiz ve özel amaçlı kimi küçük gruplar da oluşur. Bir ara, 1920’nin sonlarına doğru, “Türkiye Komünist Fırkası” ve “Türkiye Halk Iştirakiyûn Fırkası”da teşkil eder. Tüm bu gruplar nedeniyle, Birinci Meclis neredeyse her çeşit siyasi düşüncenin tartışıldığı bir yer olma özelliğini kazanır. Mustafa Kemal’e göre tüm bu gruplar ilk zamanlar Meclis görüşmelerinde düzeni sağlamak ve oyların dağılmasını önlemek amacına hizmet ederler(24). Dolayısıyla, gruplar, ayrılıkların değil, işlerin daha hızlı yürütülmesinin aracı olurlar. Sabahattin Selek(25) bu gruplaşma süreciyle ilgili olarak: “[Birinci Mecliste] her türlü inanç ve görüş… koalisyon halinde” idi. “Koalisyonun tek ortak programı “Misak-ı Milli” idi. Meclis açıldıktan bir süre sonra ilk günlerin heyecanı geçip olaylar gelişmeye başlayınca görüş farkları da her gün biraz daha belli [hale geldi] ” tespitinde bulunurken, durumu özetlemiş olur. Grupların bir çoğu zamanla diğer bazı gruplarla birleştikleri için veya değişik nedenlerle kaybolurlar. Sonuçta iki grup Birinci Meclisteki çalışmalara damgasını vurur. Bunlar “Birinci” ve “İkinci Grup”lardır.
Oluşması açısından tarihsel öncelik Birinci Grup’tadır. Birinci Grubun oluşma süreci şu şekilde gerçekleşir: Mecliste il oluşan gruplardan “İstiklâl Grubu” Mustafa Kemal Paşa’yı destekleyen milletvekillerinden oluşur. Fakat, “İstiklal Grubu”, Paşa’yı memnun edecek bir irade ve faaliyete sahip olamaz(26). Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa kendisine bağlı bir grup oluşturmak için harekete geçer. “Arzu ettiği mebusları”(27) gruplar halinde resmi dairelerde toplayıp, konuşur. Bu görüşmeleri takiben, 10 Mayıs 1921’de, “Anadolu ve Rumeli M üdafaa-i Hukuk Grubu” adı altında bir grup teşkil eder. Erkek Öğretmen Okulu’nun konferans salonunda 133 milletvekilinin katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda, grubun başkanlığına Mustafa Kemal Paşa seçilir. Grubun amacı, program olarak kabul edilen içtüzüğün esas maddesinde “Milli mücadelenin başından beri Erzurum, Sivas Kongreleri’nde tespit ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ile Büyük Millet Meclisi tarafından kabul ve teyit olunan Misak-ı Milli esasları içinde memleketin tamamını ve milletin istiklâlini temin edecek sulhu istihsal eylemektir. Grup bu gaye-i maksadın istihsali için milletin tüm kavayı maddiye ve maneviyesini icap eden hedeflere tevcih ve istimal edecek ve memleketin resmi ve hususi bilumum teşkilat ve tesisatını bu maksada hadim kılmağa çalışacaktır”(28) biçiminde ifade edilir. Grubun üye sayısı hızla artar ve kısa sürede 261’e ulaşır(29). Grup, Mustafa Kemal’in arzuladığı şekilde, birlikte hareket ederek Meclis çalışmalarını hızlandırır; Meclis çalışmalarını yönlendirir.
Meclis açıldığında tüm milletvekillerinin “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin üyesi sayılmış olmalarına rağmen, bazı milletvekillerinin dışarıda bırakılarak ”Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu”nun oluşturulması, dışarıda bırakılanların tepkisine neden olur. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey ”Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu”nun kurulmasından iki gün sonra, 12 Mayıs 1921’de, Meclis Başkanlığı’na bir önerge verir. Hüseyin Avni Bey, önergesinde, bütün mebusların kurulan grubun programında yer alan esas maddenin gerçekleşmesi için hareket ettiklerini, buna rağmen bazı üyelerin dışarıda bırakılarak özel bir grubun oluşturulmasının söz konusu gayenin dışında yer alan üyelerin bulunduğu izlenimine yol açtığını belirtir. Bu yanlışlığın önlenmesi için “madde-i esasiye”nin bir kez daha Mecliste okunarak kabul edilmesini ve buna ait zaptın gazetelerde yayınlanarak Meclis’in kuruluş gayesinden uzaklaşan kimselerin bulunmadığının gösterilmesini ister. Hüseyin Avni Bey’in bu isteğine, Grup Başkan Vekili Şeref Bey “Aramızda tefrikanın eseri yoktur. Bu grup siyasi bir fırka olmak üzere teşekkül etmemiştir. Çünkü Misak-ı Milliye herkes yemin etmiştir”(30) karşılığını verir ve Grubun bütün milletvekillerine açık olduğunu ifade eder. Şeref Bey bu sözleriyle Hüseyin Avni Bey’in şikayetini haklı kılacak bir durumun söz konusu olmadığını ifade etmiş olur; ancak, Mahmut Goloğlu’na göre, Şeref Bey’in grubun bir ayrımcılık anlayışı temelinde kurulmadığını ispatlama çabası “boşuna bir çaba”dır. “Çünkü grup bütün mebuslar içinde bulunsun diye değil, istenmeyenler içinde bulunmasın diye kurulmuştu[r]”(31). Zaten, zamanla Hüseyin Avni Bey’in haklı olduğu açığa çıkar; Grup, 9 Eylül 1923’te Halk Fırkası’na dönüşür.
İddia ve düşünceler ne olursa olsun, uAnadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu”nun teşekkül etmesiyle Meclis’te iki grup oluşmuş olur. Bunlardan birincisi “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu”, diğeri ise bu gruba girmemiş/girememişlerin oluşturduğu muhalif grup(32) “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu”, “Birinci Grup” ismiyle(33), Birinci Grub’un politikalarına muhalif milletvekillerinin oluşturduğu kimseler ise ”lkinci Grup” ismiyle anılmaya başlarlar.
İkinci Grubun, organize bir grup olarak teşekkül etmediği için, ne zaman oluştuğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, her ne kadar Mustafa Kemal Paşa’nın düşünce ve politikalarına muhalefet biçiminde tarihi daha gerilere gidiyor olsa bile, esas itibarıyla “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” ndan sonra oluştuğu kesindir. İkinci Grup, bazı girişimlere rağmen, sistemli bir grup olma özelliğini kazanamaz; varlığını Birinci Grubun politikalarına muhalefet temelinde inşa eder. Grubun resmi başkanı yoktur. Üye sayısı da kesin olarak bilinmemektedir(34). İkinci Grubun önde gelen mensuplarından Hüseyin Avni Bey, 30 Nisan 1923 tarihinde “Tevhid-i Efkar”a verdiği beyanatta İkinci Gruba mensup 67 kişinin isminden bahseder. Tahminlere göre bir ara sayısı 100’ü aşan ancak çoğu zaman daha az sayıda üyeye sahip olan İkinci Grup, sayısal olarak az, ama fikri yönden güçlü bir grup olarak Meclis çalışmalarındaki önemli yerini alır.
Resmi Söylem ve İkinci Grup Hakkında
Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihinde gerçekleşenleri doğru anlamak ve değerlendirebilmek için Birinci Meclis’in dikkate alınması ne kadar gerekli ise; Birinci Meclis’i doğru anlamak ve değerlendirebilmek için de Birinci ve İkinci Grupların bilinmesi ve bunların aralarında gerçekleşen tartışma ve mücadelelerin dikkate alınması en az o kadar gereklidir. Ancak, bu noktada bir çok tarihsel, yasal, ideolojik, düşünsel engellerin/engellemelerin olduğu da açıktır.
Çünkü, “resmi söylem”de ve bu söylemin şekillendirdiği/etkilediği “bilimsel” araştırmalarda “Birinci Meclis” denince sadece “Birinci Grup” görülmüş, ikinci Grup görülmemiş veya görülmek istenmemiştir. Bu nedenle Birinci Meclis ile sadece Birinci Grup anlaşılır olmuş; Birinci Meclis’teki önemli bir milletvekili topluluğu ve onların gerek bağımsızlık ve gerekse Türkiye’nin geleceğine ilişkin projeleri ve düşünceleri yok sayılmıştır. Halbuki bu iki grup arasındaki fikrî mücadele oldukça önemlidir. Zira, gerçekleşen fikrî mücadele geleceğin Türkiye’sini inşa etmede önemli rol üstlenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve kendi politikalarına uygun bir şekilde batılılaşma amacına yönelik devrimleri gerçekleştiren kadronun Birinci Gruba dahil olması nedeniyle, İkinci Grup, “resmi söylemin kabullendiği kesimin dışında veya kıyısında kalan diğer bütün gruplara, fırkalara, partilere vs. yönelik gelenekselleşmiş söylemin kurbanı olmaktan kurtulamamıştır. Bu geleneksel söylem dahilinde olmak üzere İkinci Grup mensuplarının sık sık dile getirilen “suçları”, “dinci” veya ugerici” bir muhalefeti teşkil etmeleridir. Anlaşılan odur ki, 1920’li yılların ilk çeyreğinde İkinci Grubun şahsında açığa çıkan ve fikrî düzeyi oldukça yüksek düşünceleri tarafsız bir yaklaşımla ele alıp değerlendirmek yerine, bu fikrî seviyenin önemli bir tarafını teşkil edenleri aşağılayarak diğer kesimin yükseltileceği zannına sahip olunmuştuk. Bu yaklaşımın etkisiyle de tarihi gerçeklerle örtüşmeyen bir karalama kampanyası yürütülmüştür.
Bu konuda ilk anda ismi hatırlanacaklardan birisi,“resmi söylem”in ilk sözcülerinden Enver Behnan Şapolyo’dur.Şapolyo,“Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi” adlı kitabında, Birinci Grup mensuplarını “radikaller” olarak nitelerken, İkinci Grup mensuplarını “muhafazakârlar” olarak niteler.(35) Şapolyo, daha sonra kaleme aldığı “Mustafa Kemal Paşa ve Milli Mücadelecin îç Alemi” adlı kitabında ise İkinci Gruba yönelik olumsuz kanaatini daha da olumsuzlar. İkinci Grup mensuplarını “muhafazakâr”, “dindar, “milliyetçi” olarak tanımlar ve bunların muhalefeti nedeniyle Atatürk’ün de dahil olduğu “radikal”, “demokrat”, “laik” Birinci Grup mensuplarının çok sıkıntılar çektiklerini, fakat bütün engellemelere rağmen Birinci Grup tarafından devrimlerin gerçekleştirilebildiğini ifade eder.(36)
Şapolyo’nun Gruplarla ilgili kanaatleri, Samet Ağaoğlu tarafından sadece bazı ufak değişikliklerle tekrarlanır. Ağaoğlu, Birinci Grup mensuplarını genel anlamda olmak üzere önce “Tesanütçüler” (Birlikçiler),
“Milliyetçiler” ve “Komünistler” olmak üzere üçe ayırır. Daha sonra Milliyetçileri kendi içinde üçe ayırır: “Islâhatçılar”, “Muhafazakârlar”, “Liberaller”. Ancak bu sınıflamasından bir sayfa ileri de “Milliyetçilerdi bir başka bakış açısıyla iki ana gruba ayırır ve bunlardan birisini “teceddütperver” (yenilikçi) ve “sol” niteliklere sahip Birinci Grubun teşkil ettiğini, diğerini ise “muhafazakâr” ve “sağ” nitelikteki İkinci Grubun teşkil ettiğini belirtir. Ağaoğlu, İkinci Grup mensuplarının “imparatorluğun teşkilat ve müesseselerini ve dinî mahiyetini muhafaza etmek istedikleri halde”, Birinci Grup mensuplarının “bu teşekkül ve müesseselerde günün icaplarına göre yenilikler yapılmasına taraftar” olduklarını da belirtir.(37)
1934 yılında, “resmi söylemi dillendirecek şekilde yazılan “Tarih” kitabında ise gruplarla ilgili dile getirilen görüş şöyledir:’’Fikriyatı işlenmiş ve sarahat kesbetmiş ancak iki cereyan vardı: Birisi Mustafa Kemal’in İnkîlâpkâr halkçılığı; diğeri hocaların mutaassıp dinciliği.’’(38)
Şevket Süreyya’ya göre, İkinci Grup mensuplarının gayesini, hilafet ve saltanatın muhafazasına karşılık Cumhuriyetin ilanını engellemek oluşturuyordu.(39)
Sabahattin Selek’in konu dahilindeki kanaatleri de, zamanla gelenekselleşen söz konusu görüşlerden ayrı değildir. Selek, “Anadolu İhtilâli isimli kitabında, ikinci Grup mensuplarının büyük çoğunluğunun “saltanat ve hilafet taraftarı” olduklarını ifade eder.(40) Fakat daha sonra, düşüncesinde kısmen değişikliğe giderek, İkinci Grup hakkında şunları yazar: “İkinci Grubun tüm olarak koyu saltanatçı ve hilafetçi bir anlayışta bulunduğunu kabul etmek pek mümkün değildir. Şüphesiz çoğunluk muhafazakâr ve gerici unsurlardan teşekkül etmişti. Fakat, İkinci Grup üyeleri içinde fikir ve düşünceleri itibariyle Birinci Grupta yer alabilecek kimseler de vardı”.Bu tespitini takiben de İkinci Grup mensuplarını daha küçük gruplara ayırarak isimlendirir; “Saltanatçı-hilafetçi milletvekilleri; Mustafa Kemal Paşa’nın gittikçe artan otoritesinden, onun bir diktatör olacağı endişesine kapılıp şahsına muhalif olanlar; İttihat ve Terakki Partisi’ni yeniden ihya etmek isteyen müfrit İttihatçılar; Birinci Gruba alınmamaktan kırgınlık duyan milletvekilleri; Birinci Grup içinde rahatsız olup ayrılanlar.’’(41)
Fahri Belen de, Sabahattin Selek’in yaptığı tasnife benzer bir tasnif yapar.(42)
“Zafer Tarık Tunaya ise, Birinci Grubun ‘’devrimciliğine” karşılık, İkinci Grubu “muhafazakâr” olarak niteler.(43)
Ihsan Gümüş, Birinci Meclis’le ilgili ‘bilimsel’ araştırmasında söz konusu gruplarla ilgili kanaatleri ile “resmî söylem”in temsilciliğini sürdürmekten öte bir şey yapmaz: “Birinci ve İkinci Grup olarak bilinen grupların ideolojik yönlerinin olduğu Birinci Grubun Yeni Türkiye’yi demokratik bir temele oturtmaya, İkinci Grubun ise geleneksel Osmanlı düzenini yaşatmaya çalıştığı ve köktenci değişimlerden rahatsız olduğu saptanmıştır,’’(44)tespitinde bulunur.
Örneği oldukça çok ve İkinci Grup hakkındaki kanaatleri olumsuz olan ve “resmi söylemi” dillendiren bu görüşler hakkında “sathî” ve “gerçekle bağdaşmayan” yargısını vermek hiçte zor görünmüyor. Gerek Birinci Meclis’in tutanakları ve gerekse dönemin önde gelenlerinin şahitlikleri bu yargının doğruluğunu destekleyen en önemli kaynaklardır’ Daha da önemlisi, Birinci Grubun başkanı ve dolayısıyla resmi söylemin dile getirdiği şekliyle İkinci Grubun birinci dereceden muhalifi olan Mustafa Kemal’in bizzat kendisi, konuşma ve yazılarında, İkinci Grupla ilgili olarak “resmi söylemi” doğrulayacak hiçbir görüşe yer vermez. Mustafa Kemal değişik vesilelerle İkinci Gruba oldukça sert eleştiriler yöneltir; fakat onları hiçbir zaman “dinci”, “muhafazakâr”, “saltanat yanlıları” olarak nitelemez, Paşa’nın İkinci Grupla ilgili olarak yakındığı şeyler çok daha başka konularla ilgilidir. O, Meclis Başkanı sıfatıyla vekilleri seçme yetkisine ve Başkumandanlık Kanunu’yla kendisine verilen yetkilere karşı çıkmaları nedeniyle İkinci Grup hakkında yakınmalarda bulunur; eleştiriler yöneltir.(45) Saltanatın kaldırılmasını anlatırken, İkinci Grubun herhangi bir muhalefetinden söz etmez, saltanatın “müt-tefikan” kabul edildiğini, sadece bir kişinin “ben muhalifim” diye bağırdığını onun bu “sada”sınında ‘“Söz yok’ sadalarıyla boğulduğunu belirtir .(46)
Mustafa Kemal’in İkinci Grupla ilgili 1927 yılındaki görüşleri Nu-tuk’tan hareketle bu şekilde tespit edilmesine karşılık; asıl önemli olan, İkinci Grupla en yoğun çekişme-mücadele içerisinde bulunduğu yıllarda İkinci grupla ilgili tespitlerinin ne olduğudur. Şu ifadeler, Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 yılının Ocak ayında çıktığı Batı Anadolu gezisi sırasında İzmit’te gazetecilerle görüşmesi sırasında İkinci Grupla ilgili söyledikleridir: “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu ile bir grup yaptık. Ve o gruba esas program olmak üzere irâe ettiğimiz iki nokta vardır. Birincisi Misâk-ı Millî, İkincisi Teşkilât-ı Esâsiye… Bu suretle grup, hakikaten ekseriyeti ihraz etti. Ancak itiraf etmek lazımdır ki, grup halinde kalbettiğimiz zavât hakikaten fikren ve içtihâden yekdiğeriyle tamamen müttehid insanlar değillerdi…
Nihayet hariçte kalan insanlara gruba dahil olan ve grupta her nasılsa memnun edilemeyen bir takım insanlar dahi girdiler ve bu gayr-ı memnunlar birkaç sebeple gayr-ı memnun oluyorlardı. Butun esbâb ise şahsî di. Pek cüz’î miktarı ise doğrudan doğruya benim şahsıma karşı gayr-ı memnun idi. Bir çokları diğer zevâtın yani benimle beraber çalışan arkadaşların şahıslarından gayr-ı memnun olduğu için çekilmişlerdir… Nihayet bu gayr-ı memnunlar beraber çalışmaya başladılar… Bunlar bir isim aradılar. Kendilerine izâfe edilecek bir isim bulamadılar. Ve nihayet dediler ki, biz de Anadolu ve Rumeli M üdafaa-i Hukuk Cemiyetine mensubuz. Biz de onların intihâb kardeşiyiz. Onlardan hariç değiliz.
Biz de aynı isimle fakat iki numaralı grubuz dediler. Hakikatte aramızda bir prensip ihtilâfı yoktur… Fakat ihtilâf hakikatte mevcut olmamakla beraber her ne surette olursa olsun muvaffak olmak istedikleri için ki bir ihtilâl noktası arayıp, bulmak mecburiyetinde kaldılar”.(47)
‘Dönemin önde gelen şahsiyetlerinden Ali Fuad Cebesoy, Birinci Meclisteki grupların doğuşundan bahsederken, İkinci Grubun oluşum nedenini de ifade eder. Onun açıklamalarında İkinci Grupla ilgili olarak «resmi söylemın” dile getirdiği tanımlamalar yer almaz; ‘1921 senesinin son aylarınla Meclis içerisinde bazı hareketler olmuş, Müdafaa-i Hukuk Grubu ikiye ayrılmıştı. İkinci Grup, Meclis Reisinin diktatörlüğe doğru gittiğinden şüphe ediyordu. Teşkilat-ı Esasiye ve Başkumandanlık Kanunlarına göre, Meclis Reisi istediği takdirde hem İcra Vekilleri Heyetine ve hem de Meclise icra’yı nüfuz edebilirdi. Birinci Grup azasından ve Gazi Paşa’nın yakınlarından olan bazı mebuslar, İkinci Grup üzerine tazyik yapabilmek için icabında reisin diktatörce teşebbüsleri de olabileceğini işaret etmişlerdi. Bu şayialar üzerine endişeye düşen İkinci Grup azalan, Meclis Reisinin tahakkümünü önlemek için mukabil teşebbüslere geçmişlerdi”(48)
Samet Ağaoğlu, genellikle “resmi söylemi” dillendirerek Birinci Grubu “sol”, İkinci Grubu “sağ” olarak nitelemesine rağmen, bu görüşlerini dile getirdiği kitabının başka sayfalarında “ resmi söyleme” uygun kendi tespitlerini dahi büyük oranda tekzip eder. İki grubun, Türkiye’nin batılılaşma sürecinde kilit aşamaları teşkil eden saltanatın kaldırılması gibi önemli birçok konuda birbirlerine muhalefet yapmadığını görünce, şöyle bir uyarıda bulunma gereği hisseder: “Birinci ve ikinci Grup namıyla iki büyük kısma ayrılmış olan Mecliste, Birinci Gruba mensup olanlar teceddütperverler (yenilik isteyenler) İkinci Gruba mensup olanlar muhafazakârlardı. Fakat bu ayrılış hiçbir zaman iki düşman görünüşü almamış ve gruplar kendi görüşlerine uygun teklif ve kanunlarda birbirleriyle birleşmekten çekinmemişlerdir. Büyük meselelerde, gizli oturumlarda, korkusuz bir şekilde yapılan konuşmalardan sonra, açık oturumlarda tek vücut olarak gözükmesini bu Meclis kadar bilen başka bir Meclis yoktur “(49)
Esasında, Ağaoğlu’nun Meclis’in genel niteliğiyle ilgili diğer bazı iğil pitleri, Meclis’in genel niteliğini ifade etmesi açısından son defâ önemlidir. Çünkü,Meclis’in olumlu veya olumsuz bulduğu özellikleriyle ilgili tespit ve değerlendirmelerinde herhangi bir gruptan bahsetmez, bahsettiği özellikler özde bireysel ve duruma göre değişen özelliklerdir.
Agaoğlu’nun bu tespitleri dikkate alındığında Gruplarla ilgili “resmi söylemin” “sığlığı” daha belirgin hale gelmektedir. Ağaoğlu’nun Birinci Meclis’le ilgili tespitleri şöyledir:
“Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir.Geniş memleketin dört tarafına yayılmış vc her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti.
Okul ve medrese çatışması vardı, yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı, Cumhuriyetçilik ve Saltanatçılık çarpışması vardı, Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. Bu bakımdan Birinci Büyük Millet Meclisi 1908 Osmanlı Mebusan Meclisi’ne benzer İki istisnasıyla: Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Hıristiyan ve İslâm çarpışması vardı. Büyük Millet Meclisi’nde o yoktur. Osmanlı Mebusan Meclisi’nde bir milliyetler çarpışması vardı. Birinci Büyük Millet Meclisi’nde bu da yoktur. Bunun içindir ki 1908 Osmanlı Mebusan Meclisi her zaman, devleti parçalamak emeliyle sağlam tutmak gayesinin çarpışmasına sahne olmuştur. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ise devleti kurtarmak ve istiklâli sağlamak noktasında oybirliği halindedir;”
‘’Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazen okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılâpları yapmaktan çekinmiyordu.
Bir yandan Ankara’da bir Hukuk okulu açılmasını isteyen Meclis, öte yandan Milli Eğitim Bakanını kadın, erkek öğretmenleri bir araya toplayan kongreler yaptığı için kusurlu buluyor ve düşürüyordu. Mecelle’nin (Osmanlı Medenî Kanunu) artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medenî kanun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, iki gün sonra tek hâkim kanununun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeği düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tespite kalkışıyordu.
Mesleki temsil gibi çok ileri bir seçim esasına taraftar olan Buyük Meclis, kadınların seçme ve seçilme haklarının tanınmasını isteyteyip mebusu hakaretle susturuyordu Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona tefekkür eden Meclisin, biraz sonra kadınların yalnız başımı tanıklıklarının kabul edilmeye, gelince karar verdiği görülüyordu.
Irkçılığı ret ve inkâr eden bir olurumdan sonra, artık memleketine yalnız: Türk’ün hakim olacağın, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lâzım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclisti.
Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklâl Marşı’nı göz yaşlan içinde kabul ediyorlardı.
Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki, bu Mecliste tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin birer inkılâp hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılâplaRIn ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılâpların babalan sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir… ‘
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde de bir kısım insanlar şu veya bu sebeple hareket etmiş olabilirler. Fakat bu meclis bütünü ile büyük ve muhteşem bir meclistir”(50)
Mustafa Kemal’in “evlatlığı” Afet İnan da, Meclis’te siyasi partiler olmadığı için gruplaşmaların açığa çıktığını ve bu gruplaşmaların oluşturduğu “dağınıklığı” gidermek amacıyla Mustafa Kemal’in Birinci Grup ismiyle anılan “Müdafaa-i Hukuk Grubu”nu kurduğunu, bu grubun “karşısında” yer alanların ise İkinci Grup ismiyle anıldıklarını ve muhalefeti temsil ederek sert eleştirilerde bulunduklarını, bunun ise “parlamentoyu oluşturma bakımından bir aşama” olduğunu belirtir. İnan, bu ifadeleriyle, İkinci Grup hakkında sonradan oluşan “resmi söylemi” çağrıştıran veya destekleyen hiçbir olumsuz değerlendirmede bulunmaz.
Milli Mücadelenin önemli şahsiyetlerinden Rauf Orbay da, İkinci Grubun muhalefetini değerlendirirken “İlerici Birinciler-Gerici İkinciler- şeklindeki nitelendirmeye tamamıyla ilgisiz kalır. Orbay, İkinci Grup mensupları hakkında, zamanla resmileşen olumsuz görüşlerden çok daha farklı görûşler dile getirir: ‘‘Muhaliflerin sırasında görûlen Hüseyin Avni, Çolak Sabahattın ve onlara iltihak eden Kara Vasıf Beyler, benimde Mustafa Kemal Paşanında arkadaşlarımızdı.Bunların başlıca muhalifleri devlet ve hükümet işlerinin Meclis murakabesinden sıyrılarak, tek elden yürütülmeğe gittiği kanaatlerinden doğup, bunu önlemeye matuf görünüyordu. Bu noktada, pek hassas olduklarını belirterek, bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın hem Meclis, hem Hükümet Başkanı ve aynı zamanda başkumandan olarak bütün yetkileri elinde toplamış olmasından endişe ettiklerini gizlemiyordu.’’(52)
İkinci Grupla ilgili dile getirilen “resmi söylemin” yanlışlığını açığa çıkaran kaynaklardan bir diğeri ise Birinci Grubun devamı olan Cumhuriyet Halk Partisi nin 1943 yılında yayınladığı “Yirmi Yıl İçinde Cumhuriyet Halk Partisi” adlı broşürdür. Broşürde, yukarıdaki örneklerde oldugu üzere İkinci Grupla ilgili dile getirilen olumsuz kanaatlerin hiçbiri ver almaz. Daha da önemlisi “resmi söylemi” tekzip eden görüş dile getirilir.(53)
Konuyla ilgili tespitleri açısından günümüz araştırmacılarına gelinecek olursa; bunlardan birisi Mete Tunçay’dır. Tunçay, Rauf Bey in değerlendirmesini destekleyecek biçimde, ikinci Grubun temel amacının Mustafa Kemal Paşa’nın kişisel egemenlik kurmasına karşı çıkmaktan ibaret olduğunu belirtir.(54)
Erik Jan Zürcher de Mete Tunçay ve Rauf Bey’in görüşleriyle aynı doğrultuda değerlendirme yapar ve ikinci Grubun gayesinin ‘’Millet Meclisi’nin egemenliğini korumak ve Mustafa Kemal’in diktatörce yetkiler elde etmesini engellemek”(55) olduğunu belirtir. Zürcher, bir başka kitabında, konunun yeterince araştırılmamış olduğunu vurgulayarak, “ikinci Grup üzerine yapılması fazlasıyla gecikmiş bir araştırma, çağdaş Türkiye’nin doğuşu çalışmalarına önemli bir katkı oluşturabilir.’’(56) der.
Ali Gevgilili ise, her iki grubun mensuplarını sınıfsal kökenlerini dikkate alarak tanımlamaya çalışır:“Asker ve sivil bürokrasinin ve küçük burjuva radikalizminin dünya görüşlerini yansıtan Birinci Gruba karşılık, ikinci Grup köylüsü, işçisi, esnafıyla çeşitli halk sınıflarının özlemlerini dile getirmekteydi. Türk devrimi, dışa karşı birleşen bu “iktidar ve muhalefet kuruluşları”nın işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir”.(57) Gevgilili, bu görüşlerinin yer aldığı makaleden daha sonra yazdığı bir başka makalede, ikinci Grubun sınıfsal tabanını biraz daha genişleterek askeri ve sivil bûrokrasiye, ulusal niteliği ağır basan eşraf, toprak ve sermaye sahiplerini de ekler. Bu arada İkinci Grup hakkında bazı olumlu kanaatleri de dile getirir: “Birinci Grup, ilk TBMM’nin tek gücü değildi. Köylülüğün, işçinin çeşitli çalışan sınıfların sosyal iradesini çokluk dinsel bir görünüm altında yansıtan ünlü İkinci Grup, Kurtuluş Savaşı’nın içine inançla katılmasaydı yeni Türkiye belki de çok acı günler geçirecekti.’’(58)
Toktamış Ateş “Tûrk Devrim Tarihi’nde gruplardan bahsederken grup üyelerini birbirlerinden ayırmaksızın ve Meclis konulmalarından örnekler vererek, hepsinin de “Mecliste destansı bir hava” oluşturduklarını belirtir. Ateş, Birinci Meclis’in “isimli, isimsiz tüm kahramanlarıyla” tarihin “yiğitlik, özveri ve onur sayfasını teşkil ettiğini yazar. İkinci Grubu ise, “daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan ‘’Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” tarih sahnesine çıktı. Meclis içinde buna karılmayan milletvekilleri “ikinci Grubu” oluşturdular” biçiminde tanımlar.(59)
Rıdvan Akın, “TBMM Devleti” isimli Birinci Meclis’i konu edinen çalışmasında, gruplar konusuna değinir ve İkinci Grup mensuplarının “ortak paydalarının Mustafa Kemal ve ekibine karşıtlık” olduğunu, İkinci Grup kadrosunun “demokratik bir yönetim biçimini benimseyen inançlı liberal entelektüellerden, tutucu saltanat taraftarlarına kadar geniş bir panorama” çizdiğini belirtir. Yürüttükleri temel muhalefet çizgisini, devlet mekanizması, otoritesi ve İcra Vekilleri Heyeti’nin yetkileri çevresinde odaklandığını açıklar. Akın, “Bürokratik devlet geleneğinin ve memur sultasının düşmanı olan” İkinci Grubun bu yönde kanun teklifleri ve takrirler vererek, düşüncelerine uygun bir davranış sergilediklerine dikkat çeker.(60)
İkinci Grup hakkındaki “resmi söyleme” muhalif görüş ve tespitlerin dayanağı konumunda olan belge ve delillerden en önemlisi Meclis tutanaklarıdır. Ancak Meclis tutanaklarına geçmeden, İkinci Grubun önemli temsilcilerinden Hüseyin Avni Ulaş’ın 1 Mayıs 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde çıkan beyanatı ile, Mersin Mebusu Selahaddin Bey’in açıklamalarını konuya, açıklık kazandırmak için kısaca zikretmekte fayda var. Hüseyin Avni Bey’in söz konusu beyanından anlaşıldığına göre, İkinci Grup 16 Temmuz 1922’de üç maddelik bir programı kabul eder. Buna göre “Hakimiyet-i milliye” ve “kanunî hakların korunması” İkinci Grubun temel ilkelerini oluşturmaktadır.(61) Selahaddin Bey’in açıklamaları ise şöyledir; “Grup, her türlü şahıs istibdadını önlemek, şahsi hakimiyetler yerine kanunî haklar ikamesi maksadıyla kurulmuştur. Grup, Meclis diktatoryasına taraftar, fakat şahıs otokratlığına muhaliftir”.(62)
Gerek İkinci Grup hakkındaki resmi söylemi tekrarlayan örnekler ve gerekse Mustafa Kemal ve CHP’nin söz konusu söylemi desteklemeyen açıklamalarını takiben şöylesi bir soruyu sormakta yarar var: “Birinci Grup niçin böylesine esası olmayan şeylerle suçlanıp aşağılanmıştır?” Bu sorunun en kısa ve açık cevabım, İkinci Grup üzerine kapsamlı ve başarılı bir araştırma yapmış olan Ahmet Demirel’in “Birinci Mecliste Muhalefet” kitabında buluyoruz. Ahmet Demirel’in ilgili sorumuza cevap olabilecek tespiti, aynı zamanda “resmi söylemin zamanla oluşan bir geleneğine de dikkat çeker niteliktedir: “Türkiye’de birçok muhalif hareketin başına geldiği gibi, ikinci Grup da “irtica” damgası vurularak kolay yoldan mahkûm edilmiştir ”.(63)
Şurası açık ki, Birinci Meclis’teki grupları “ilerici-gerici”,“modernist- gelenekçi”, “aydın-yobaz” gibi tamamıyla resmi bakış açısını yansıtan ifadelerle tanımlamaları haklı çıkartacak hiçbir neden yoktur. Yine aynı şekilde olmak üzere sınıfsal temelleri esas alan açıklamalar da havada kalmaktadır. Zira, Grup mensuplarının sosyal kökenleri hakkında yapılan karşılaştırmalar, bu türden kesin ayrımları doğrulamamaktadır. Her iki grupta da toplumun tüm kesimlerinin temsilcilerine rastlamak mümkündür. Birinci Meclis’in böylesine iki gruba ayrılmasının nedenini; Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesine kayıtsız şartsız bağlanma biçiminde adım adım oluşmaya başlayan otoriter siyasal çerçevenin savunucusu olmak veya Paşa’nın olağanüstü yetkilerle donanıp, sivrilmesine ve rejimin otoriter bir yapıya doğru yönelmesine karşı çıkma gerekçelerinin dışında aramak hiçbir zaman gerçeği yansıtmayacaktır.(64)
Konuyla ilgili olarak Tahsin Demiralay’ın tanıklığı son derece önemlidir: “Milli mücadeleyi başarıya ulaştıran Büyük Millet Meclisi, yeni bir Türk devletinin başlayışı idi. Sağlanan birlik “iç maksatlarla dolu ve gayet ustalıkla hareket eden bir hizip olan” Birinci Grubun kurulmasıyla bozuldu. Mustafa Kemal Paşa Mecliste bir “şef ’ ve “ayrı bir kuvvet” olarak sivrildi. Birinci Grubun, tüm muhalefeti susturarak tek parti yönetimi kurmak şeklinde özetlenebilecek olan “milli cidalin dışında kalan gizli amaçları” bir-iki yıl sonra birkaç kişi tarafından fark edildi ve bunlar Birinci Grubun karşısına İkinci Grup olarak dikildiler.(65) Birinci Grup, bozgunculukla suçladığı İkinci Grubu 1923 seçimleriyle yok etti”.(66)
Kaynaklardan anlaşıldığına göre, İkinci Grubun, “Mustafa Kemal Paşa’nın diktatörlüğe doğru gittiği şüphesi ve endişesi’’(67) ile gerçekleşçekleri sert muhalefetlerini kendilerince haklılaştıracak nedenler pek çoktu. Hatta, bu konuda Birinci Grup üyelerinin dahi benzer görüşleri tedirginlikleri vardı, Kazım Karabekir bunun en önemli örneğini teşkil eder.Mustafa Kemal’in, 7 Şubat 1921 tarihinde, Balıkesir in Paşa Cami i’nde yapıcı ünlü konuşma sırasında dinleyiciler aracında bulunan Kazım Karabekir’in konuya ilişkin tespiti şöyledir: ‘’Gerek mutaasıp bir edâ ile Islâmlığı ele alması ve gerek ise siyasi bir fırka teşkiline ve onun safına geçmeye karar verdiğini ilan etmesi, bende şu kanaati tamamladı.Napolyon vaktiyle başkumandanlıktan (muhalif fırka yapan bir dikdatör başına neler geleceğini görür) fikrine dayanarak, nasıl bir fırka ile imparatorluğa çıktı ise, Şimdi de Mustafa Kemal Paşa, aynı suretle Başkomutanlıktan tek fırka ile -önlemekliğime rağmen- hilafet ve saltanatı almak mefkuresine yürüyecektir’.(68) Kazım Karabekir’in bir diğer tespiti ise “M. Kemal Paşa’nın [31/7/1921 tarihli] cevabındaki “Türkiye’nin başında Halife-yi İslam olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır” kaydı beni düşündürdü. İstanbul, cumhuriyet yapıyorlar diye endişe ederek propaganda yapıyordu. Padişah ve taraftarı bundan ürküyorlardı. Benim bugün anladığım ise daha korkunçtu. O da M. Kemalin bir muzafferiyet neticesi, hilafet ve saltanatı alması idi”. (69)Ali Fuat Cebesoy da, Kazım Karabekir’i destekleyecek tarzda, başarıyla sonuçlanan Sakarya Savaşı sonrasında, “hakiki bir diktatörlük rejiminin Mustafa Kemal Paşa’nın riyaseti altında çok yakında geleceği”nden(70) bahsedildiğini ifade eder.(71)
Birinci Meclis ve Mustafa Kemal Paşa
İstilacı Batı devletlerinin askerlerine karşı milli direnişi kumanda eden birkaç Osmanlı paşası vardı. İstilâcılara karşı direnişi organize etmek ve yönlendirmek normal şartlarda bunların yapacağı bir işti. Ancak gelişmeler bir başka mecrada gerçekleşir. Devreye Mustafa Kemal Paşa girer. Mustafa Kemal Paşa, örgütleme yeteneğinin üstünlüğünden, Padişah» kişisel güvenini kazanarak padişahlık makamının desteğini almış olmasından(72) ve biraz da yeraltındaki İttihat ve Terakki kalıntılarının gizlice verdiği destek nedeniyle(73) mevcut direniş ağı üzerinde hakimiyet kurmayı başarır. O, üyesi olduğu İttihat ve Terakki’nin liderlerine son derece yakın birisi olmasına rağmen, hakim hizbin dışında kalır.Enver Paşa ile olan örtülü çekişmeleri(74) onu böylesi bir duruma iter ve bu nedenle de savaşın büyük bir bölümünü cephelerde geçirir. Cephelerde olduğu zamanlarda bazı siyasî ve ideolojik gayelere sahip olduğu ve bunları gerçekleştirmenin arzusunu yoğun olarak yaşadığı bilinmektedir.(75) Fakat komutanlar arasındaki anlayış farkları ve kişisel rekabet Milli Mücadelenin sona ermesine kadar dondurulur. Büyük Millet Meclisi’ne açıkça yansıdığı üzere “tam bağımsızlık” bütün milletvekillerinin ve ulusal direnişi Örgütleyen paşaların yegâne gayesi olur. İlk zamanlar değilse bile, yine bu dönemde yoğun şekilde gündeme gelen ‘ Halk egemenliği” düşüncesi, Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup mensuplarının konuşmalarında dile getirildiği üzere, savaş sonrası için vazgeçilmez bir esas olarak ön plana çıkar.
Ayrıca, yine bu dönemde, Mustafa Kemal Paşa, gizli görüşmelerde ve yakın arkadaşlarıyla konuşmalarında halk egemenliğine dayanan bir yönetim tarzından bahsetmesine karşılık, açıktan konuşmalarında tam tersi bir tutum sergileyip, padişahı ve padişahı kurtarmayı birinci düzeyde öneme sahip bir gaye olarak dile getirir. Örneğin; 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde saltanat ve hilafetin geleceğiyle ilgili düşüncelerini şöyle açıklar:
‘’Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadığını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır… Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmayı başardıktan sonra meclisimizin düzenleyeceği yasalar çerçevesinde padişahımız da yerini alacaktır’’(76)
Hatta öyle ki, Padişahın, milletvekillerini “âsiler” diye suçlamasına rağmen, padişaha bağlılık ve saygıyı terk etmez. “Esaret altında bulunmasa, Padişah vatanın istiklâli için çalışanlara âsi demez. Zatı şahanelerinin ağzından işitsem mutlaka bunun icbar ve tazyik altında bulunduğuna hükmederim”(77) diyerek Padişahın durumunu mazur görür. TBMM’nin 20 Temmuz 1923 tarihli oturumundaki konuşmasında ise şunları söyler; “Meclis-i âlinizin ilk içtimâ günlerinde kabul ettiği bir esâs vardır ki o esas ananât-ı milliye ve mukaddesat-ı diniyemizi tamamen mahfuz bulundurur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o olmasa tevfiki harekât ederek netice-i mesudeye emniyetle vasıl olacağımıza şüphe yoktur.’’(78)
Fakat, Mustafa Kemal Paşa, savaşın galibiyetle sonuçlanması üzerine saltanat taraftarı sözlerine son verir ve tamamıyla saltanat karşıtı bir tutuma sahip olur. Sıklıkla “halkçılık”ı gündeme getirir.(79) Bu konuda örnek olması açısından saltanatın kaldırılmasına dair görüşmelerin yapıldığı oturumdaki konuşması önemlidir. Meclis kürsüsünden şunları söyler:
Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emri vakidir. Mevzu’i bahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten emr’i vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, be- hemahal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir”.(80)
Kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal’in bu tutumu oldukça dikkat çekicidir. Bu tutumu nedeniyle çevresindeki bazı kimselerin eleştirilerine uğrar ve gündeme gelen eleştiriler üzerine(81) tutumunun nedenini bizzat kendisi şöyle açıklar: “İkinci Büyük Millet Meclisi’nin intihabı sırasında neşir ve ilân ettiğimiz program, fırkamızın teşekkülüne esas olmuştur. Programa sokulmamış bazı mühim ve esaslı meseleler vardı. Meselâ Cumhuriyetin ilânı, Hilâfetin kaldırılması, Şer’iye Vekaletinin lağvı, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giydirilmesi gibi… Fakat bu meseleleri programa sokarak, vaktinden evvel cahil ve mürtecilerin bütün milleti zehirlemelerini uygun bulmadım”. (82)’’Saltanat devrinden, cumhuriyet devrine geçebilmek için, cümlenin malûmu olduğu veçhile, bir intikal devresi yaşadık. Bu devrede, iki fikir ve içtihat, bir biriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin idamesiydi. Bu fikrin taraftarları sarih idi. Diğer fikir, saltanat idaresine hitam vererek idare-i cumhuriyet tesis eylemekti. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi, sarih söylemekte mahzur görüyorduk… İdare-i devleti cumhuriyetten bahsetmeksizin, haki-miyeti milliye esasatı dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekil- de temerküz ettirmeye çalışıyorduk”.(83)
Konuyla ilgili olarak, Birinci Meclis’in milletvekillerinden ve Birinci Grubun önde gelen üyelerinden Yunus Nadi’nin ilginç sayılabilecek açıklaması şöyledir: “Bir nokta üzerinde biraz tevakkuf etmek ihtiyacını duyuyorum. O da o zaman İstanbul’da Padişah ve Halife olan zâtın aleyhine İngilizlerle birleştiği ve onlar ne derlerse yaptığı halde, Ankaranın bunları bilmezden gelerek hep padişah ve halifeyi düşmanın elinde esir saymak yolundaki hattı harekettir… Ankara “Padişah ve halife dahi esirdir.’’(83)
Makamı hilafet ve saltanatın tahlisi lazımdır, nakaratını tutturmuş gidiyordu. Hakikatte Ankara böyle yaparken İşleri en doğru safhalarında görmûyor değildi. Ankara’nın bu hattı hareketi, Türkiyeyi Mahvetmeği istihdaf eden bir İngiliz planını akim bırakmak için ihtiyar edilmiş gayet etki âkilane bir siyaset idi ”.(84)
Yunus Nadi’nin “İngiliz planı’ dediği şey, İstanbul ile Ankarayı birbirine düşürmek suretiyle iç savaş çıkarma planıydı. Dolayısıyla, Yunus Nadi’nin açıklamasına göre, Mustafa Kemal, İstanbul’daki Padişahı destekleyerek böylesi bir iç savaşın oluşmasına imkân sağlamamış olur”(85) Ancak ne var ki. Yunus Nadi’nin bu yorumu büyük oranda sadece kendisine ait kalmış ve başta Mustafa Kemal olmak üzere hiç kimse böylesi bir yorumu destekleyecek açıklamada bulunmamıştır. Toktamış Ateş ise söz konusu “ikili” tutumun Mustafa Kemal’in bütün hayatı boyunca sıklıkla görülen örneklerine dikkatleri çekerek şöylesi bir yorum yapma ihtiyacı hisseder: “Mustafa Kemal pragmatik bir lider olduğu için, değişik zamanlarda ve değişik konularda farklı yaklaşımlar içinde bulunmuş-tur’’.(86) Diğer bazı araştırmacı ve yazarların ise konuyu “milli sır”(87) anlayışı içerisinde değerlendirdikleri görülüyor.(88) Konu hakkında Suna Kili’nin kanaati şudur; “Atatürk Devriminin ulusal bağımsızlık savaşımı yıllarında özelikle cumhuriyetin ilan edilişine kadar “kurtuluş”, “bağımsızlık”, “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” kavramları yanında “Yüce Padişahlık” ve “Yüce Halifeliksin kurtarılması da özellikle ve özen gösterilerek sürekli yinelenmiştir. Bu, hem henüz tartışmasız bir yeni otorite kuramamanın, hem de ilk başta çok yönlü bir savaşıma girmenin devrim için yararlı olmayacağı düşüncesinin doğal sonucudur. Çünkü o aşamada ülkenin düşmandan, işgalcilerden kurtarılması ve bağımsızlık toplumun her kesiminin paylaştığı bir eyleme geçme nedeni, aynı zamanda birlik sağlama öğesidir. Fakat “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” birer amaç olmalarına karşın henüz toplumun büyük çoğunluğunca bilinen, özlenen, gerçekleştirilmesi için savaşım verilmesi gereken kavramlar değildir. “Yüce Padişahlık”, “Yüce Halifelik”, birlik sağlamada çok daha etkin öğelerdir. Fakat bu öğeler bir amaç olarak değil, birlik ve devrim için bir araç olarak kullanılmıştır. Ancak bütün bu açıklamalara ve yorumlara karşın, Mustafa Kemal’in “lslamcı-monarşik devlet anlayışından’’(90) yana görünerek asıl düşüncelerini “milli sır” olarak saklamasına karşılık, onun tarafından milli sır” olarak saklanan düşüncelerin İkinci Grup mensuplarınca olanca açıklığıyla tekrar tekrar dile getirilmesini ve daha da önemlisi Birinci Grubun bu düşüncelere karşı ‘zorlu bir siyasi mücadele’(91) verilmesini izah etmek oldukça zor görünüyor.
devamı için bkn: