Ruh Dünyamızı Aydınlatan Nurlar

652_320_0b878ea9 Ruh Dünyamızı Aydınlatan Nurlar

İnsan, maddî ve manevî iki yöne sahiptir. Maddî yönü, beden; manevî yönü, ruhtur. Buna insanın zâhiri ve bâtını da denir. İn­sanın zâhirî kısmı; toprak, hava, su ve ateş unsurlarının terkibiy­le oluşmuştur. Bedenin et, kemik, ilik, sinir, kan ve diğer dokuları bu kısma dâhildir. Maddî âleme; dünya âlemi, halk âlemi, müşa­hede âlemi, hikmet âlemi, sebepler âlemi, teklif âlemi, var oluş ve yok oluş (kevnü fesat) âlemi, süflî âlem, cismânî âlem ve zulmanî âlem de denir.

İnsanın manevî ve bâtınî yönü ise, melekût âlemine ait latif cevherlerden oluşur; ruh, kalp, akıl, sır ve diğer latifeler bu kıs­ma dâhildir. Bu âleme; emir âlemi, melekût âlemi, gayp âlemi, hakikat âlemi, sırlar âlemi, mana âlemi, ulvî âlem, ruhânî âlem ve nurânî de denir.

Her iki âlemin kendisine has yaratılış özellikleri, nurları, ışık­ları, rızıkları ve işleri vardır. Hepsi, İlahî iradenin ve onun sonsuz kudretinin hikmetli tecellileridir. Âyette belirtildiği gibi, bütün irade, tercih, hüküm, yaratma, iş, emir, sevk ve idare yüce Allaha aittir, (bk A’râf 8/54).

Önce, insanın manevî yönünü aydınlatan ve kalbin hayatı, ışı­ğı, tadı ve kuvveti olan “nur” üzerinde duracak, meseleyi Kur an ve sünnet ışığında ele alacak ve İslâm âlimlerinin yorumlarıy­la izaha çalışacağız. Böylece, maddî ve manevî hayatımızın ışığı olan nur’un ne olduğunu, onun insanlardaki değişik yansıma­larını, bunun sebeplerini, neticelerini ve nura ulaşma yollarını tespit imkânımız olacaktır.

İki çeşit nur vardır: Biri maddîdir, gözle görülür, mülk ve mü­şahede âleminde bulunur, varlıkların zâhirini aydınlatır. En meş­hurlan güneş, ay ve yıldızların nurudur, yani ışığıdır. Elektrik ve ateş ışığı da bu kısma dâhildir. Diğeri ise manevîdir, gayp ve me­lekût âlemine aittir.

Manevî nurlar, ilimle bilinir, sâfı gönülle müşahede edilir: nü­büvvet nuru, velayet nuru, meleklerin nuru, Arş’ın nuru, vahyin nuru» Kur’ân’ın nuru» İslâm’ın nuru, ihsan nuru, yakın nuru, tev- hid nuru» aklın nuru, kalbin nuru, mârifet nuru, müşahede nuru, ilmin nuru, zikrin nuru» namazın nuru, ibadetlerin nuru… gibi.

Bazı âlimler, nuru, dünyevî ve uhrevî olarak iki kısma ayırmış­lardır, Dünyevî nurlar da ikiye ayrılır: Bir kısmı basiretle bilinir. Bunlar, İlahî şeylerden yayılan nurlardır: akıl ve Kur’ân nuru gibi.,. Dünyevî nurların bir kısmı, gözle görülür: güneş, ay ve yıl­dız türü parlak cisimlerden yayılan ışıklar gibi…

Uhrevî nurlar ise, ahrette müminlerin önlerinden ve sağların­dan koşuşan nurlar gibi iman ve sâlih amellere ait nurlardır?[1]

Müfessirlerden biri, maddî ve manevî nurları şöyle tanıtmış­tır.

“Üç nur vardır ki, gökte parlar. Diğer üç nur ise sırrımda (kal­bimde) ışık verir. Gökteki nurlar ay, yıldız ve güneştir. İçimdeki nurlara gelince… Öğrendiğim ilimler, kalbimin yıldızıdır; akıl, onun ayıdır; Rahmanı tanımak (mârifet) ise parlak bir güneştir. Allah’ın kitabı Kur’ân, rehberim; Allah’ın evi (Kâbe), kıblemdir; dinim, dinlerin en üstünü İslâm’dır. Şefaatçim, Resûlullah’tır (s.a.v); Rabb’im Allah ise çok affedicidir; ondan başka ilah yok­tur. Allah büyüktür.” [2]

Ahmed İbn Acibe el-Hasenî (k.s), nuru, kulu yüce Allah’a götü­ren manevî bir vasıta olarak tanıtır ve der ki:

“Bir nur vardır ki kulu Allah’a yöneltir. Bu, hidâyete sevk edilen kulun kalbine atılan ve onu aydınlatıp inkâr karanlığından kur­taran nurdur. Ona “teveccüh nuru” denir. Diğer bir nur, Allah’a ulaşan ariflere ihsan edilmiştir ki onunla yüce Mevlâ müşahede edilir. Ona da, “müşahede nuru” denir.”

îbn Acibe (rah), kula hidâyet yolunu açıp Allah’a vasıl eden

nurları, üçe ayırarak onları <İslâm nuru”, “iman nuru” ve “ihsan nuru’ ’olarak tanıtmıştır. Bunlara, şeriat, tarikat ve hakikat nurları da denebileceğini söyleyen İbn Acibe, bu nurlarin her kalpte ne tür temizlikler yaptığını ve ona ne güzellikler kazandırdığını genişçe açıklamıştır.3

İbn Acibe, Nur suresinin 35. âyetinin tefsirinde nurları şöyle tanıtır: Eğer nurla, kulluk hükümlerinden zâhirî ameller aydınlamp ortaya çıkıyorsa, ona, “İslâm nuru” denir. Eğer nurla, delil yoluyla Allah’ın yüce zâtına ve kemaline ait vasıflar ortaya çıkıyorsa, ona, “iman nuru” denir. Eğer nurla, müşahede yoluyla, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının hakikati ve sırları ortaya çıkıyorsa, ona, “ihsan nuru” denir.

Birincisi (İslâm nuru), yıldızın ışığına benzer. İkincisi (iman nuru), kamerin ışığına benzer. Üçüncüsü (ihsan nuru) ise, güneşin ışığına benzer; bunun için sufiler, durumlara göre, “İslâm yıldızı”, “iman kameri” ve “irfan güneşi’ ’tâbirlerini kullanırlar.”

Nur ile ziya (ışık, aydınlık) arasında fark vardır. Nur, asıldır; aydınlık (ziya), ona tâbidir. Nur, kaynaktır; ziya, ondan yayılan ışıktır. Bunun için yüce Allah’a ““en-Nur” denir; fakat “ziya” denilmez.5 Allah Teâlâ, nurun nurudur; yani bütün nurlarm kaynağı, yaratanı ve dağıtanıdır.

Her iki nur çeşidini yaratan yüce Allah’tır. Allah bütün nurların, ışıkların, aydınlıkların, hayat sebeplerinin ve hareketlerin yaratıcısıdır. Asıl hayat kaynağı odur. Bunun için yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri de “en-Nur’dur.6

“Allah nurdur.” derken, gözle görülen ve akılla bilinen bir nur değil, bu iki nur çeşidinin dışında bir mana kastediliyor. Nur, yüce Allah’ın zâtına has bir sıfattır. Allah, nur sıfatına sahiptir; fakat bu nur gözle görülen, eşyada yansıyan ışıktan, mu minin kalbine atılan nurdan ayrı bir şeydir. İsim aynıdır; fakat sıfat farklıdır.

Yîice Allah’ın bütün isim ve sıfatları yüce Zât’ına hastır. Allah; zatı, sıfatları ve fiilleriyle tektir; hiçbir varlık ona benzemez, hiç­bir varlığın sıfatları da onun sıfatlarına benzemez. “Allah; görür, işitir, konuşur? deriz; fakat onun görmesi, işitmesi ve konuşması yüce Zât’ı gibi, bizim hayâlimiz dışındadır; varlıkların görmesi­ne, işitmesine ve konuşmasına benzemez. Zât ı gibi, sıfatlarının ve bu sıfatların tecellilerinin de eşi, benzeri, dengi yoktur. Yüce Allah’ın nur sıfatı da böyledir.

îmam Gazâli, yüce Allah’a “en-Nur” denmesini şöyle açıklar: “Asıl nur, kendisi bizatihi mevcut olan ve başkasına vücut veren şeydir. Bu manada yüce Allah nurdur. O, bizatihi mevcuttur ve kendisinden başka bütün varlıkların varlığı ondandır.”[7]

Allah Teâlâ, bütün nurların kaynağı olduğu için kendisine “Nur” ismini vermiştir. Gözler onun nuruyla görür, kalpleri onun nuruyla doğru yolu bulur. Yahut Allah Teâlâ, her şeyde za­hir olduğu ve vücut bulan her varlığı o ortaya çıkardığı için, ona, “Nur” denmiştir.[8]

Hz. Peygamber de (s.a.v) yüce Allah’ın “nur” olduğunu belirt­miş, diğer hadisinde Allah Teâlâ’nın, Zat’ını gözlerden nurla per­delediğini haber vermiştir. Hadisler aşağıda gelecek.

Nur, hayat sebebidir. Nur, yokluk karanlığındaki bir şeyi orta­ya çıkaran şeydir. Nur, yerleri gökleri aydınlatan, bütün varlık­lara canlılık ve hareket veren, onların varlık âleminde varlığını devam ettiren, hepsine ayrı bir şekil, suret, renk ve tat veren şeydir. Nur; bir sırdır, hayatın iksiridir, yüce Allah’ın varlıklara tecellisidir?[9]

Nuru, ilmin nuru ve amelin nuru olarak iki kısma ayıran Muh- yiddin b. Arabi (638/1240),[10 bilinen, hissedilen ve hayal edilen her şeyin nurla bilindiğini; göz, kulak, dil, akıl gibi bütün his ve idrâk organlarının görevlerini nurla yaptığını, bunun da şahıslara göre değiştiğini belirtmiştir.[11]

Yüce Allah, Hz. Peygamberi (s.a.v) bir nur (Maide 5/15)[12] ve ışık saçan lamba olarak tanıtmıştır, (bk. Ahzap 33/46).

Aynı şekilde Kur an-ı Haklinin de bir nur olduğu belirtilmiştir. (Şura 42/52).

“Size apaçık bir nur indirdik.” (Nisa 4/174) âyetiyle “Allah’a, Resûl’üne ve indirdiğimiz nura iman edin.” (Teğâbün 64/8) âyeti de Kurandan bahsetmektedir. Kurana “nur” denmesi; kalbe ma­nevî hayat olması, aklı ve ruhu aydınlatması, icazı, hakkı kesin delillerde ortaya koyması, İlahî hükümleri beyan etmesi, batılı ve dalaleti açıklaması sebebiyledir.

Allah’ın indirdiği şekliyle diğer İlahî kitaplarda da bir nurun bulunduğu belirtilmiştir, (bk. Mâide 5/44,46).

Muttaki kullara ve müminlere verilen nur da (bk. Ha- did 57/28) bu kısma girmektedir. Ayrıca, namaz ve zikir baş­ta olmak üzere her sâlih amelin ayrı bir nuru vardır. Bu nurlar kalbin hayat sebebidir. Onu aydınlatır, feyizlendi- rir, kuvvetlendirir, tatlandırır ve ona manevî bir huzur verir.

Kuranda güneşin bir ışık, ayın ise nur yapıldığı belirtilmiştir. (Yunus 10/5). Yıldızlar da maddî nura dâhildir.

Kalbi aydınlatan, nurdur. Melekût âleminin ışığı nurdur. Me­lekler nurdan yaratılmıştır; gıdaları, zikir ve nurdur. Berzâh Âle­mi de nurla aydınlanmaktadır. Peygamberlerin, şehitlerin, sâlih- lerin, velilerin ruhları nur içinde safa sürmekte ve mahşeri bekle­mektedir. Mahşer yerini aydınlatacak da İlahî nurdur. Cennet’in aydınlığı da nurla olacaktır.

Nur, Cenâb-ı Hakk’m en büyük şahididir; onu tanıtır, ona gi­den yolu aydınlatır. Buna, “hidâyet” denir. Bu nuru taşıyan pey­gamber, âlimler ve veliler de hidâyet yolunu aydınlatıp gösteren birer delil ve rehberdirler.

Nur Perdesi

Yüce Allah’ı dünyada baş gözüyle görmek mümkün değildir; gönül gözüyle müşahede etmek ise ehline has bir iş olup müm­kün, caiz ve vâkidir. Yüce Allah zâtını nurlarla perdelemiştir. Bunu şu hadis-i şeriften anlıyoruz:

“Yüce Allah’ın perdesi nurdur, -bir rivayette nardır, yani ateş­tir- şâyet perdesini açacak olsa, Zât’ının azameti bütün varlıkları yakardı.”[13]

Diğer bir hadis-i şerifte yüce Allah’ın zâtı ile diğer varlıklar arasında nurdan ve zulmetten yetmiş bin perdenin bulunduğu belirtilmiş ve bu perdelerden birisinin açılmasıyla nefsin eriyip yok olacağı haber verilmiştir.[14]

Buradaki perde, yüce Allah’ı çevreleyen şey değil, zâtının doğru­dan görülmesine engel olan şeydir. Yüce Allah’ın zâtının bir haddi, sınırı, sonu yoktur ki, onu bir şey çevrelemiş olsun. Yüce Allah, kulları ile kendi arasına nur ve ateşten perde koymuştur. Bu perde onlar için bir rahmet olmuştur. Allah Resûlu nün (s.a.v), “Rabb’imi bir nur olarak gördüm.”[15] buyurması da bu nur perdesine işaret et­mektedir. İmam Sindi, birinci hadisin şerhinde der ki:

“Perde, bakan ile görülecek arasına çekilen şeydir. Hadis, bu fani dünyadaki perdeden bahsetmektedir. Bu perde kulların baş gözüyle yüce Allah’ı görmesine engel olmaktadır. Ahirette böyle bir engel yoktur. Sonra bu perde, onun bilinip tanınmasına en­gel değildir. Bu nur perdesi, bizim bildiğimiz perdeye benzemez. Yüce Allah zâtını izzetinin nurları, celali, azameti ve ululuğu ile perdelemiştir. O öyle bir perdedir ki, onun önünde akıllar şaşırıp dehşete düşer, gözler kör olur, gönül gözü hayrette kalır. Bu nur perdesi kalkacak olsa, ona bakan bütün varlıklar yanardı?[16]

îbn Ataullah Iskenderî, bu konuda şu orijinal tespiti yapar: “Cenâb-ı Hakk’ın zâtını perdelediğini ve hiç görülmeyeceğini düşünme. Asıl perdelenen Allah’ın değil, senin zâtındır. Kapalı olan senin kalbindir. Onun perdelendiği nasıl düşünülür ki, o, her şeyde zuhur etmiştir. Her şey onunla ortaya çıkmış, vücut bulmuş, varlık âlemine gelmiş ve şu anda varlığını onunla devam ettirmektedir. O her şeyden önce vardı, zuhur etmişti. Aslında o her şeyden daha açık ve daha zâhirdir. Onu hiçbir şey perdeleye- mez; çünkü o her şeyden önce mevcuttu. O, her şeye o varlıktan daha yakındır?[17]

Yüce Allah kendisini şöyle tanıtmıştır: “O evveldir; âhirdir, zâ­hirdir, bâtındır. O her şeyi bilmektedir.33 (Hadid 57/3)

Yüce Allah evveldir; ondan önce hiçbir varlık mevcut değildir.

O, âhirdir; her şey fânidir, sonludur; bâkî kalan ve ebedî olan odur.

O, zâhirdir; varlığı apaçık ortadadır, bütün varlıklar onu tanı­tır, deliller onun birliğini ve kudretini ispat eder. Her şey onun şahidi, bütün âlem onun alâmetidir. O, zuhurunun şiddetinden dolayı gözlerden perdelenmiştir.

O, batındır; zatının hakikati kullara gizlidir» onu hakikatiy­le ancak kendisi tanır. O» her yerde hazır ve nâzırdır. Her şeye özünden, insana nefsinden daha yakındır. Bu yakınlığından do­layı gözlerden perdelenmiştir.

Demek ki gözü ve gönlü perdeli olan, kuldur. Ayrıca, ilahı nuru görecek olan, baş gözü değil, gönül gözüdür. Gönlü, inkâr ve isyan kirleriyle kapalı olanlar, yüce Allah’ın cemalinin tecellisi olan nurları hiç göremezler. Asıl perde budur. Kulun kalbinden kaldırmakla görevli olduğu perde de budur. Kalp temizlenir ve edebince Hakk’a yönelirse, hayatın aslı olan nuru görür, sahibini tanır, marifete eder, huzur bulur.

İnceleyin:  Bir İnsanlık Durumunu Hatırlamak ya da Gündelik Hayatın Sınırına Dair Değimler

Hayat Nuru

Kâinatta yaratılmış bütün varlıklar, yokluk karanlığını yaşa­mıştır. Eğer onların üzerine nur atılmasaydı, yani canlı- cansız her bir varlıkta İlahî zuhur ve tecelli olmasaydı hiçbiri vücut bu­lamaz, varlık âlemine gelemez, yokluk karanlığı içinde kalırdı.

Yüce Allah, bütün varlıklara sıfatına göre değişik şekillerde te­celli etmiştir, etmektedir. Her bir varlıkta hayat nuru vardır. Ha­yat, ilk yaratılış demektir. Yerde, gökte ne kadar varlık varsa hepsi yüce Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret ve nurunun tecellisi ile var olmuş ve hayat bulmuştur.

Büyük müfessir Fahreddin-i Râzî’nin belirttiği gibi, yüce Al­lah’ın dışındaki bütün varlıklar, zatları itibariyle karanlıktır; hep­si nurunu Allah’tan almaktadır. Varlık âlemine gelen bütün var­lıkların elde ettikleri ilim ve mârifetler de yüce Allah tarafından verilmiştir.[18]

Allame Âlûsî, varlıkların nurla irtibatı hakkında der ki:

“Bütün varlıklar yüce Allah’ın nurunun tecellisinden bir pay taşır. Hatta kesif (cansız) varlıklar bile, vücut bulmaları yönüyle bu tecellinin eseri olup onun nurundan boş değildir.[19]

“Allah göklerin ve yerin nurudur!* (Nur 24/35) âyeti, sadece gök­leri ve yeri değil, bunların içinde bulunan bütün varlıkları içine almaktadır. Müfessirler bu âyete şu manaları vermişlerdir:

Allah, gökleri, yeri ve içindekileri yoktan var edendir; onları aydınlatan nurun ve ışığın sahibidir.

Allah, göklerdeki ve yerdeki bütün işlerini tedbir eden, onları bir nizam ve intizam içinde sevk ve idare edendir.

Allah, gökleri ve yeri aydınlatıp süsleyendir. Yüce Allah gökle­ri meleklerle, dünyayı güneş, ay ve yıldızlarla aydınlatmaktadır. Yüce Allah göğü güneş, ay ve yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzü­nü de peygamberler, âlimler, veliler ve müminlerle süslemiştir. Ayetin peşinden, “Allah dilediğini nuruna ulaştırır.” kısmı manevî nura işaret ediyor. Bu, kalbi aydınlatan hidâyet, ilim ve sâlih amel nurudur.[20]

Kâinatta varlığı kendinden olan tek varlık yüce Allah’tır; onun dışında, varlığı kendinden olan hiçbir varlık, nur, aydınlık ve ışık yoktur. Hepsi yüce Allah’ın mülküdür. Her şeyin zuhuru, orta­ya çıkışı yüce Allah’tan olduğu için ona “Nur” denilmesi müm­kündür; uygundur; fakat bu, dil yönünden mecâzî bir kullanım­dır. Kullandığımız manaya göre nur, kalbi ve kâinatı aydınlatan şeydir. Bu manada, nur, yaratılmıştır. Yüce Allah’ın, “O Allah ki karanlıkları ve nuru yarattı!9 (Enam 6/1) âyetinde bu çeşit nur kas­tedilmektedir.

Büyük ârif Ahmed İbn Acibe el-Hasenî der ki: “Varlıkların zâ- hiri, karanlıktır, içi (hakikati ve manası ise) ise nurdur. Eşyanın dışına bakan ve sadece maddî kısmında kalan kimse, onu karan­lık görür; içine nüfüz eden ise, hepsini melekût âlemine ait bi­rer nur olarak görür. “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur 24/35) âyeti, buna işaret etmektedir.”[21]

Kainattaki her şey, İlahî sıfatların nurlarıyla ayakta durmaktadır.[22]

Demek ki kâinatta hayatın kaynağı nurdur. Yerdeki ve gökteki her varlık bu nurdan bir pay sahibidir. Bunda mü’min-kâfır ayı­rımı yoktur. Bizim cansız, ruhsuz zannettiğimiz güneş, ay, ağaç, taş, toprak gibi varlıklar da buna dâhildir.

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur 24/35) âyetinin manası, yüce Allah, göklerde ve yerde mevcut olan bütün varlıklara ha­yat veren, hayatını devam ettiren, hayat için gerekli bütün ihtiyaçlarını temin eden, bütün varlıkları gören, gözeten, denetleyen, sevk ve idare eden manasındadır. Şu âyet de bu yaratılış nurun­dan bahsetmektedir:

“Musa dedi ki: Rabb’imiz, her şeye hilkatini (yaratılış özellik, kabiliyet, şekil ve görevini) veren, sonra da (onu hedefine uygun) doğru yola sevk edendir.” (Tâhâ 20/50)

îbn Ataullah Îskenderî, Hikem adlı eserinde der ki:

“Bütün kâinat karanlıktır; onu yüce Allah’ın zuhuru ve tecellisi aydınlatmıştır. Kim bu kâinata bakar da onun içinde, yanında, öncesinde veya sonrasında Cenâb-ı Hakiki müşahede edemezse, o kimse, nurları kaybetmiş, maddeye takılıp mârifet güneşlerin­den perdelenmiştir.”[23]

Yine îbn Acibe der ki: “Gönül gözü açık müşahede sahipleri için bütün kâinat nurdur. Nurun sahibine iman edenlerin her ta­ndı nurla sarılıdır. Kalpleri perdeli gafiller içinse bütün kâinat karanlıktır. Dıştaki aydınlık onlar için bir şey ifade etmez. On­ların niyetleri inkâr, işleri isyan olduğu için, her tarafları manen zulmetle, karanlıklarla çevrilidir.”[24]

Âyette belirtildiği gibi, kâmil mü’minler nurlar içinde yaşar­ken, (bk. Nâr 24/35) kâfirler önlerini, yani önlerindeki hak yolu ve binlerce hakikati göremeyecek şekilde koyu karanlıklar içinde hayat sürmektedir, (bk. Nûr 24/40.)

İnsanlık Nuru

İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi insanda, hayvani ruh yanında bir de insanlık nuru, yani ruh-i İnsanî vardır. Bu nur, insana ruh ile verilmiştir. İnsan, bu ruhu ve manevî yönüyle diğer bütün varlıklardan ayrılmaktadır. Diğer canlılara hayat veren hayvani ruh, insana verilen özel ruhun özellliklerini taşımaz. İnsanî ruh, hayat, ilim, şuur ve nur sahibidir. Gözle görülmeyen latif ve sırlı bir cevherdir.

İnsandaki görme, işitme, düşünme, hareket ve tasarruf kabi­liyetleri İnsanî ruhtan kaynaklanmaktadır. Bir şeyi idrâk ve te­fekkür bu ruhla olmaktadır. Bu ruhun bedenin her parçası ile irtibatı vardır. Ruhun vücuttaki sarayı, hüküm ve tasarruf yeri kalptir; fakat ruh, bütünüyle bedenin içinde olmadığı gibi, on­dan tamamen ayrı da değildir.[25]

Ruh, cevher olarak melekler âlemindendir. Yüce Allah’ın özel bir tecellisidir. Bedenlerden önce yaratılmıştır. Elest Bezmi’nde yüce Allah ile sözleşme yapıp onun Rabliğini ikrâr ve ilan eden ruhtur. Bu ruh, iman, mârifet ve muhabbetle görevlidir. Teklif (İlahî hitap ve emirler) bu ruha yapılmaktadır. O, insana yüce Allah’ı tanıması ve melekût âlemiyle irtibat kurması için veril­miştir. Yüce Allah bu ruh sayesinde insana öyle bir yücelik, gü­zellik ve ayrıcalık kazandırmıştır ki, onun sebebiyle meleklere secde emri vermiştir. Âyette bu durum şöyle anlatılır:

“Bir zaman Rabb’in meleklere şöyle dedi: Ben çamurdan bir in­san yaratacağım. Onu tesviye edince (kendisine şekil verip düzen­leyince) ve ruhumdan üfleyince, kendisine secde edin” (Sâd 38/71- 74).

Azidüddin Nesefi, İnsan-ı Kâmil kitabında, insanın bu ruhla kazandığı istidat, yetki ve şerefi şöyle özetlemiştir:

“Bu âyette geçen “tesviye”, ona verilen istidattır. İstidat, nuru kabuldür. Ona ruhun üfürülmesi, nurun kabulünden ibarettir.

Bu nuru kabul eden insana, meleklerin secde etmesi emredilmiş­tir. insan, bütün âlemin hülasasıdır. Âlemde olan her şey bir şek­liyle insana da verilmiştir. Bütün mevcudat insanda kemal halini bulmuştur. Olgunluk meyvede olur. Mevcudat ağacının meyvesi insandır. İnsan, âlemin Kabe’si olmuştur. Hepsi ona yöneltilmiş ve hizmetçi yapılmıştır. İnsan, meleklerin kendisine secde etti­ği varlıktır. Hepsi insan için çalışırlar. Âyette belirtildiği gibi (bk Casiye 45/13); göklerde ve yerlerde olan her şey insanın hizmetine bağlanmıştır. Bu durum, insanın kendisinde değil, yüce Allah’ın ona bir ihsanı olarak gerçekleşmiştir.

Secde etmek, alm yere koymak değildir. Birine secde etmek onun için çalışmaktır. O halde tüm varlıklar insanlara secde ederler. Mevcudat aralarında insan-ı kâmil bulunduğu için in­sanlara secde eder, yani hizmetinde çalışır. Şu halde bütün insan­lar insan-ı kâmilin gölgesinde geçinmekte ve onun sayesinde bu nimetlere kavuşmaktadır.

İnsan deyince, insan-ı kâmili kastediyoruz. İlahî nura ayna olan odur. Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellilerine en kâmil manada mazhar olan da yine odur. Bu âlemde insan-ı kâmilden daha ulu, daha bilgili bir varlık yoktur. Ulu melekler, ruhaniler, gökler, yıldızlar hepsi kâmil insanın hizmetçisidirler. Hepsi sü­rekli kâmil insanın etrafında koşarlar, kâmil insanın işlerini yo­luna koyarlar.”[26]

İnsanın et kemik kısmı, üreme yoluyla doğan diğer canlılarla ortaktır. İnsanın onlardan ayrıldığı kısmı, kendisine İnsanî ru­hun üfürülmesi ve insanlık nurunun verilmesidir. İşte insana bahşedilen bütün İnsanî akıl, mârifet, muhabbet ve kabiliyetler ona bu ruh ile verilmiştir.

“Allah, Âdemi kendi suretinde yarattı.” [27] hadisi de insana veri­len çok özel bir duruma işaret etmektedir. Hadis, “Allah Âdemi Rahmanın suretinde yarattı” şeklinde de rivâyet edilmiştir.

İmam Kastallani, Buhârî Şerhi’nde bu hadisi açıklarken demiş­tir ki:

“Hadiste insana bir şeref ve yücelik kazandırmak için böyle buyrulmuştur. Yoksa hadis, Allah Âdem’i zâtıyla kendine benzer bir şekilde yarattı manasında değildir. Hadisin diğer bir manası, yüce Allah Âdem’i kemal ve cemalde diğer hiçbir varlığın kendi­sine ortak olmayacağı bir sıfatta yarattı, demektir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın özel tecellilerine mazhar olduğu için varlık âleminin özü, hülasası ve meyvesi olmuştur. Yüce Allah, insanı tanıtırken “Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık; onu yarattıklarımızın birço­ğundan üstün yaptık.” (isra 17/70) buyurmuştur. Diğer bir âyette ise yerde ve gökte ne kadar varlık varsa, hepsini insanoğlunun hizmetine verildiği belirtilmekte (Câsiye 45/13) ve zâhirî ve bâtınî bütün nimetlerin insanın üzerine akıtıldığı ve önüne serildiği ifade edilmektedir. (Lokman 31/20)

Göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkların hizmetine verilmiş olması, insana şeref olarak yeter. Allah insanı, varlıklar için­de en şerefli olan meleklerle, en düşük seviyede olan hayvanlar arasında bir vasıta yapmıştır. İnsanda her ikisine ait özellikler mevcuttur. Ayrıca yüce Allah, insanlarla melekler arasında, özel olarak seçilmiş bir sınıf koymuştur ki, bunlar peygamberlerdir. Peygamberler, insana ait özellikler yanında meleklere ait özelli­ğe de sahiptirler. Bir yönleriyle insanlar gibi yiyip içerken, diğer yönleriyle melekler gibi göklerin ve yerin melekûtuna, görünme­yen sırlarına, gayb âlemine bakabilmektedirler. Peygamberlerin dışındaki insanlar da, nefse ait kötü sıfatlardan ve bedeni saran zulmetlerden temizlenip yüce Allah’ın huzurunda bulunmaya ehil bir hale gelince, meleklerden daha üstün olurlar.” [28]

Büyük veli Muhyiddin bin Arabi’nin belirttiği gibi yüce Allah, ilahi sıfatlarından insanı bir derece pay sahibi yapmıştır. İnsan bu âlemde o nur üzere yaşar; Hakk’ın aynası olur.[29]

İnsan, yüce Allah’a zâtı ile değil, sıfatları ile bir derece benzer. Bu benzerlik de yine isimdedir, asılda değildir. Mesela, yüce Al­lah her şeyi bilir, insana da bir derece bilme özelliği vermiştir; insan da bilir. Ancak insanın bilmesi hiçbir şekilde yüce Allah’ın bilmesine benzemez. Yüce Allah her şeyi görür, insana da bir de­rece görme özelliği vermiştir. Yüce Allah her şeyi işitir, insana da bir derece işitme özelliği vermiştir. Yüce Allah her şeye güç yeti­rir, insana da bir derece güç vermiş, bazı şeylerde tasarruf etme imkânı bahşetmiştir. Diğer sıfatlar da böyledir.

Kendisine ruh vasıtasıyla bu nur ve yetkiler verilen bir insan, onları ilahi marifet ve muhabbet yolunda kullanmazsa, karanlık­lar içinde kalır, meleklerin sıfatından çıkar, şeytanla birlikte olur, ona benzer, hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşer, bütün manevî kıymetini yitirir, hürmetini kaybeder. Ahsen-i takvimde yani en güzel sûrette yaratılmışken, Allah korusun, esfel-i safi­lin denen en kötü duruma düşer. Bunun sebebi nurdan kaçmak, nura gözünü kapamak ve Hakk’ın davetine kulağını tıkamaktır. Bu durum âyette şöyle belirtilir:

“Onların kalpleri vardır, onunla (hakikati) kavramazlar. Gözleri vardır (Hakk’ın âyet ve alametlerini), görmezler. Kulakları vardır, (Hakk’ın davetini) işitmezler. Onlar, hayvanlar gibidirler; hatta onlardan daha şaşkın bir haldedirler. Onlar, gafil kimselerdir” (Araf 7/179)

Allame Beydâvî, “Kâfirlere gelince, onların dostları tağutlardır (haktan saptıran insan ve cin şeytanlardır). Bu tağutlar onları, nurdan zulmetlere çıkarırlar.” (Bakara 2/257) âyetinin tefsirinde, âyette bahsedilen nurun, yaratılış fıtratıyla kendilerine ihsan edilen nur olduğunu, tağutların onları bu nurdan çıkarıp inkâr karanlığına, bu nurla verilen iman istidadını bozmaya ve şehvet­lerine dalmaya sevk ettiklerini belirtmiştir.[30]

Üstad Bediuzzaman, imanla kazanılan şerefi ve inkârla düşü­len felaketi açıklarken mana olarak şöyle der:

“insan, iman nuru ile âlây-ı illiyyine (en yüksek dereceye ve ilahi yakınlığa) çıkar, Cennet’e layık bir kıymet kazanır. İnsan, küfrün zulmeti ile esfel-i sâfiline (hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye) düşer; Cehennemi ehil olacak bir vaziyet alır. İman, insanı yüce yaratıcısına bağlar; ona ait yapar. İman bir intisaptır, Hak ile olmaktır. Hak ile olan kimse, bütün şerefi ondan alır; var­lıklar içinde en şerefli olur. İnkâr ise bu nisbeti ve bağı keser. Kalp, Hak’tan kopar. Bu haliyle ona ait hiçbir sanatı göremez, okuya­maz, anlayamaz olur. İnsan eti kemiği ile kalır. Kıymeti yalnız maddî yönüyle olur. Madde ise fanidir, geçicidir, kısa sürelidir. Hayvanlara ait bir hayat şeklidir. Kıymeti hiç hükmündedir.”[31]

İnceleyin:  Ölümü Dolayımında

Hidâyet Nuru

Bir diğer nur çeşidi, hidâyet nurudur. Hidâyet nuru, iman nu­rudur, Allah tarafından kalbe konan İlahî bir rahmettir. Bu nur, yüce Allah’ın şahididir; onu tanıtır. İman nuru, İslâm nuru ile birleşirse, sahibi ibadet ve taatın nurlarını elde eder. Devamı ih­san nurudur. İhsan, kalbin Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edecek bir safiyete ve mârifete ulaşmasıdır.

Hidâyet, Allah’ın yoluna ve zâtına ulaşmaktır. Hidâyet nuru, kula, Rabb’ini müşahede için verilmiştir. Dinin temeli iman ve İslâm’dır, hedefi ise ihsandır; yani Allah’a vuslat Hidâyet nuruyla insan gayb ve hakikat âlemine gözünü açar, insanlık makamına birinci adımı atar. Çünkü bu nur, ölü kalbi diriltir, kuvvetlendirir, tatlandırır, feyizlendirir, onu inkâr ka­ranlığından kurtarır, aydınlatır, içindeki manevî kirleri temizler, yüce Allah’ı tanıtır, sevdirir ve ona yöneltir.

Şu âyetler, müminlere Allah tarafından verilen hidâyet nurun­dan bahsetmektedir:

“Allah mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura çıka­rır” (Bakara,2/257)

“Allah dilediğini nuruna ulaştırır” (Nur 24/35)

Yine, “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanların içinde yü­rüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalan kim­se gibi midir? (Enam 6/122) âyeti de, kalbe konan hidâyet nurdan bahsetmektedir.

Nurun sahibi yüce Allah’tır; o bir insanın içini ve dışını aydın­latacak bütün ışık çeşitlerini yaratmış ve taksim etmiştir. Allah Resûlü’nün (s.a.v) belirttiği gibi yüce Allah’ın bu özel nurundan nasibini alan, hidâyeti bulmuş; alamayan, karanlık ve dalalet içinde kalmıştır. [32

“Allah bir kimseye nur vermezse onun için hiçbir nur yoktur” (Nur 24/40) âyeti, hidâyet nurunun yüce Allah’ın elinde olduğunu bildirmektedir.

Büyük veli Ebu 1-Haseni Şâzelî, mu minlerde bulunan hidâyet nurunun ne kadar şerefli ve büyük olduğunu şöyle dile getirmiş­tir: “Eğer isyana dalan bir mü minin nuru açılsaydı, gök ile yer arasını doldururdu; Allah’a itaat içinde olan mu minin nurunun nasıl olacağını düşünün!” [33]

Kendisinde hidâyet nuru bulunmayan kimse, henüz insanlık makamına çıkmamıştır. “Şüphesiz Allah katında, yeryüzünde yü­rüyen canlıların en şerlisi (zararlısı), inkâr edenlerdir; onlar artık iman etmez” (Enfal 8/55) âyeti, inkâr karanlığında kalıp hidâyet nurundan mahrum olan kimsenin, varlıklar içinde en düşük seviyede kaldığını belirtiyor. Hidâyet nurundan mahrum kalan insanın iç âlemi karanlık; ruhu, zulmet içinde; kalbi ölü, gönül gözü kör;kulakları sağır, dili lâldır. Bu haliyle o, şekil olarak in­sandır; fakat hakikat olarak hayvanlardan daha aşağı bir derece­dedir. Çünkü imansız ve irfansız kimsenin yaptığı tek şey, hay­vanlar gibi yiyip içmek, uyuyup dinlenmek ve şehvetini tatmin etmektir. Bunlar, insanlık alâmeti değildir.

İnsanı insan yapan değerler, ilahi aşk, iman, irfan, tefekkür, edep ve yüce Yaratacı’nm razı olduğu sâlih amellerdir. İnkâr, karanlıktır; kâfir, nursuzdur. Edep ve sâlih amel sahibi olmayan kimse de gerçek insanlığın hakikatinden mahrumdur. İman ve sâlih amelin meyvesi mârifet ve muhabbettir. Muhabbetin mey­vesi edeptir. Edep, insanı hayvandan ayıran manevî güzelliktir.

Her mü’minin kalbine hidâyet nurundan bir pay konulmuştur; ancak bu nur her kalpte aynı derecede değildir. İlahî nasip yanın­da, kulun sâlih amellerine göre bu nur kalpte azalır veya çoğalır. Kalbin nuru, işlenen günahlarla azalır; taat, takva, zikir ve tefek­kürle çoğalır. Bütün nurların açığa çıkacağı kıyamet gününde, herkesin dünyada kazandığı iman ve amel nurları gözle görülür.

“Kıyamet günü müzminlerin nuru, önlerinde ve sağlarında ko­şar. Onlar, ‘Rabb’imiz nurumuzu tamamla, bizi affet; şüphesiz sen her şeye kadirsin! derler” (Tahrim 66/8) âyeti bu durumu be­lirtmektedir. Müfessirlere göre âyet, bazı mü’minlerin nurlarının az olduğuna ve bunun için nurlarını tamamlaması için Allah’a yalvardıklarına işaret etmektedir.[34]

Her mümin, amelinin nurunu kabrinde görmeye başlar. Ha- dis-i şeriflerde belirtildiği gibi, ahrette, mahşer yerinde bazı müminlerin nuru dağlar gibi etrafını sararken bazılarının nuru dolunay gibi parlar. Bazılarının nuru, boyu kadardır; ancak önü­nü aydınlatır. Bazılarının nuru parmak ucundadır; bir parlar, bir söner, basacağı yeri zor görür, düşe kalka yürür.[35]

Bütün bunlar, dünyada kalbin sahip olduğu mârifet ve sâlih amele göre ortaya çıkacak sonuçlardır.

Kâfir ve münâfıkların ise nuru yoktur. Onlar kabirde ve ahret­te koyu karanlıklar içinde kalırlar. Kıyamet günü mu minlerden nur isterler; fakat almak mümkün olmaz, (bk. Hadid 57/13). Ruh ile fıtratlarına konan insanlık nuru da kendilerinden çekilip alınır ve öylece kapkaranlık bir halde Cehenneme atılırlar. Böyle bir durumdan yüce Allaha sığınırız.

Hidâyet Nurunun Misali

Hidâyet, insanların kalplerine konan ve ruhlarına yayılan ma­nevi bir nurdur. Bu nur, âyet-i kerimede bir misalle şöyle anla­tılmıştır:

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun (mü’minlerin kalplerin­deki) nuru, içinde lamba bulunan bir kandilliğe benzer. O lamba cam birfânus içindedir. Cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir. O, ne doğuya, ne batıya mensup olan mübarek bir zey­tin ağacının yağından yakılır. Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak bir durumdadır. O, nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. O her şeyi bilendir.” (Nur 24/35)

Âyette misalle anlatılan nur, her mü’mine değil, kâmil insanlara verilen İlâhî nurdur. Kalbinde bu nurun parladığı, taşındığı, ko­runduğu ve yayıldığı kâmil insanların başında Resûlullah Efen­dimiz (s.a.v) bulunmaktadır. Sonra derecesine göre diğer veliler, kâmil iman ve takva sahipleri gelmektedir. Müfessirler, âyette an­latılan nurun hem Efendimize (s.a.v) hem de kâmil mü’minlere ait olabileceğini belirterek ona göre mana vermişlerdir.[36]

îmam Gazâlî (rah), Tevhid Risalesi’nde, âyetteki benzetmeyi şöyle yorumlamıştır:

“Bu âyette insanın bedeni ve beşeriyet yönü, içine ışık konan bir kandilliğe benzetilmiştir.

O kandilliğe konan lamba tevhid nurudur.

Bu lambanın içinde bulunduğu cam fanus kalptir. Tevhid nuru insanın kalbine konmaktadır.

Kandilliğin beşeriyete benzetilmesi yoğunluk ve kapalılık se­bebiyledir ki kapalı yer karanlık olur. Karanlıktaki lamba daha fazla ışık verir, aydınlığı daha çok kendini gösterir.

Tevhîd nurunun, lambanın ışığına benzetilmesi içeriyi ve dışa­rıyı aydınlatması nedeniyledir.

Kalbin cama benzetilmesi, camın şeffaf ve latif olmasındandır. İçinde ışık bulunan cam fânus nasıl her yeri aydınlatıyorsa, aynı şekilde kalp de içindeki tevhîd nuruyla diğer uzuvlara ışık verir, aydınlatır. Resûlullah Efendimiz (s.a.v), kalpte bulunun bir şeyin diğer âzalara sirâyet ettiğini şöyle ifade buyurmuştur:

“Kalbinde huşu olan kimsenin diğer uzuvları de huşû (huzur) içinde olur.” [37]

Yine camın inci gibi bir yıldıza benzetilmesi onun ışık yayma­sına ve parıldamasına; bu yıldızın inci gibi oluşu cevherinin saf­lığına ve parlaklığının fazlalığına işarettir.

Doğuya ve batıya nisbet edilemeyen zeytin ağacından bahse­dilmesi, onun üstün nitelikli saf yağa sahip oluşu ve iyi yanma­sından ötürüdür. Tevhîd ağacı da böyle olup doğuya ve batıya nispet edilemez. Yani tevhid ağacı, putperestlik, Yahudilik, Hı­ristiyanlık, Dehriyye, Müşebbihe, Kaderiyye, Mutezile, Cebriyye gibi birtakım fırkalara ait bir şey olmayıp yüce İslâm dinine özgü olup bütün kâinatı saran bir şeydir.

Işığın yağının üretildiği zeytin ağacının doğuya ve batıya ait olmaması, tevhîd ağacının bir yere ve yöne ait olmadığını ifade içindir. O, ne göğe, ne yere, ne arşa ne de ferşe aittir. Tevhid nu­ruyla aydınlanan kalp de böyledir. O, bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a bağlıdır; her şeyi ile ona aittir. Sadece ona yönelir, ondan nur alır, feyizlenir, desteklenir, şeref bekler.

Yine bu ağacın (yani tevhîd ağacının) doğuya veya batıya nis­pet edilmemesi, tevhide ulaşan kimsenin, dünyayı, dünyevî şey­leri, ahiret ve onun nimetlerini istemeyip sadece Allah’ın cemali­ni arzuladığı anlamına gelir.

Bunu şu şekilde anlaman da mümkündür: Tevhid ehli mü’min, Cen- net’i arzulamaz, Cehennemden korkmaz. Korku ona galip gelmediği için Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. Ümit ona üstün gelmediği için Allah’ın mekrinden (imtihanından) emin olmaz. Yani o» korku ile ümit arasındadır. Bu bakımdan mü’min bir kimsenin korku veya ümidi tartildiği takdirde, her ikisinin de birbirine eşit olduğu görülür.

Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak” âye­ti, bu yağın saflığını ve parlaklığını “Nur üstüne nurdur.” ifadesi de yağın nurunun kandilin nuruna, kandilin nurunun da camın nuruna eklendiğini belirtir. Hakka âşık muttaki mu minin kalbi de böyledir. Hak âşığının kalbi öyle bir cevherleşmiştir ki ken­diliğinden ışık verir haldedir. Diğer sebep ve sâlih amelleri ile bu nur daha da artar ve parlar. Şüphesiz Allahu Teâlâ dilediğini nuruna kavuşturur.”[38]

Dilaver Selvi – İçimizdeki Dünya,syf:13-33

Dipnotlar:

’Nurun taksimi için bk. tsfehânî, Müfredâtü Elfazi’l-Kuran (Tahk. Safvan Adnan Dâvûdî), Dımeşk 2002,3. Baskı, s. 827-828; Fîruzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyizfı Letâifi’l-Kitâbil-Azîz, (Tahk. Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut trs, 5/133.

[2] Fîruzâbâdî, a.g.e, 5/133.

‘3. Nurlarla ilgili geniş açıklama için bk. İbn Acibe, İkâzü’l-Himem fi Şerhi’l-Hikem, Beyrut 2005, 1. Bask1, s. 129-132. İbn Ataulluh İskenderi’nin nurlarla ilgili pek çok hikmetli sözü vardır. İbn Acibe onları İkâzü’l-Himem’de genişçe açıklamıştır. Örnek olarak 14, 53, 54, 55, 101, 110, 133, 147-152, 195-197 numaralı hikmetlere bakınız.

4İbn Acibe, elBahrü’lMedîdı jî Tefsiri’lKur’âni’lMecid, (Tahk. Ömer Ahmer er-Râvî), Beyrut2002, 1. Baskı, 5/78.

5 bk Alüsî, Rühu’l-Meânîfî Tefsiri ’l-Kur’âni’l-Azîm veîs-Seb’u’l-Mesânî (Tahk. Seyyid İmrân), Kâhire 2005, 1-2/ 243.

6 Tirmizi, Deavât, 82, Hakim, Müstedrek, 1/16; İbn Hıbban, Sahih, nr. 808.

[7]            Gazâlî, Mişkâtul-Envar, bk. Gazali, Mişkâtul-Envâr, (Tahk. Semih Dağım), Beyrut 1994» 1. Baskı, s. 61-62 Beydâvî, Envâr ut-Tenzil, Beyrut 1988, 1. Baskı, 2/124.

[8] firuzâbâdî, a.g.e, 5/134.

[9] Nurun geniş bir tarifi için bk. Gazâlî, a.g.e, s. 61-62

[10.   Ibn Arabi, el-Fütûhâtü*l~Mekkiyye (Tahk. Ahmed Şemseddin) Beyrut 2006»1.Baskı, 8/41.

[11] Ibn Arabi, a.g.e, 5/408.

12.Razı, MefâtihiiTGayb, 11/150; Fîruzâbâdî, Basâiru Zevi’t-Temyiz, 5/135.

[13]  Müslim, İman, 292, 293; tbn Mâce Mukaddime, 14, (nr. 195-196); Ahmed, Müsned, 4/401; tbnu Hıbban, Sahih, nr. 266; Ebû Yala, Müsned, nr. 7263.

[13]  Ebû Yala, Müsned, nr. 7525; Taberanî, el-Kebir, nr. 5802; tbn Ebi Asım, es- Sünnet, nr. 807; Heysemi, ez-Zevâid, 1/79; tbn Hacer, el-Metâlibul-Âliye, nr.

[15] Müslim, îman, 291, 292.

Sindi, Şerhu İbn Mace (Tahk. Halil b. Memûn Şiyhâ), Beyrut 1997, 2. Baskı, 1/129. (Mukaddime, 14).

[17] bk. İbn Acibe, İkâzul-Himem, s. 61-63.

[18] Râzî, Mefâtihul-Gayb, Beyrut 1990,1. Baskı, 23/200.

î9Âlûsi, Rûhu’l-Meânî, 17-18/479.

[20] bk. Râzî, a.g.e, 23/195; Beydavî, Envârü’t-Tenzîl, 2/124; Alûsî, Rûhu’l-Meânî, 17-18/480.

[21] İbn Acibe, Îkazul-Himem, s. 62-63.

  • tbn Acibe, el-Bahrü‘l-Medid 1/131.
  • Îbn Acibe, İkazü’l-Himem, 62-63.
  • Îbn Acibe, el-Bahrü’l-Medid, 5179.

[25] Gazali, Hak Yolunun Esasları, (Trc. Dilaver Selvi), Semerkand Yay. 8. Baskı, İstanbul 2011, s. 94.

[26]  Azidüddin Nesefı, Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsan-t Kâmil, Dergâh Yay. İs­tanbul 1990, s. i 13.

[27]  Buharı, İstizan 1; Müslim, Cennet, 28, Birr, 115.

20 Kastallani, lrşâdus-Sârî> Beyrut 1996,7/234-235.

[29] Münavî, Feyzul-Kadir, 3928 nolu hadisin şerhi.

[30] Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl, 1/135.

[31]  Said Nursî, Sözler, s. 311, (23. Söz).

[32]  Tirmizi, İman, 18; Ahmed, Müsned, 2/176.

[33]  İbn Acibe, İkazul-Himem, s. 212.

54 Beydâvî, Envârü’t-Tenzil, 3/422 (Beyrut 2000,1. Baskı); îbn Acibe, el-Bahrü’l- Medîd, 8/86.

[35] Hakim, Müstedrek, 2/376, 4/589; Beyhaki, Kitabul-Ba’si ve’n-Nüşûr, nr. 479; Heysemi, ez-Zevaid, 10/340-343; Münzirî, et-Terğîb, nr. 5265.

[36] bk. Razı, Mef&tihü’l-Gayb, 23/203; Kurtubi, el-Câmi li Ahkami’l-Kuran, 6/237- 241; Bursevi, Ruhu7-Beyan, 6/200-206 (Beyrut 2001); İbn Acibe, e/-Bahrü7-Mt’- did, 5/78-79 (Beyrut 2002).           .

37 bk. Hakim Tirmizi, Nevadiru’l-Usûl, 2/344; tbn Ebi Şeybe, Musannef, 2/190, nr. 7; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 7447.

[38] bk. Gazâlî, Tevhid Risalesi (Trc. Serkan Özburun-Yusuf Özkan Özburun), Se- merkand Yay. İstanbul 2010, 6. Baskı, s. 65-69. imam Gazâlî, Mişkâtül-Envâr isimli eserini Nur âyetine tahsis etmiş, bu konuda orijinal ve detaylı açıklamalar yapmıştır, bk. Gazâlî, Mişkâtul-Envâr, s. 43-99.

Tirmiıt Tefeîr. 16. Tebarânî. el-Kebîr* nr. 7496; Hevsemî, ez-Zevâid, 10/267.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir