Risale-i Nur,Mektubat-19.Mektub’dan Çeşitli Hadis Bilgileri
Hazret-i Üstad’ın kadettiği bütün hakikatlar, tek-tek büyük hadîs kitaplarında me’hazleri bulunup verilmiştir. İsteyen Hadîsler cetveli, 19. Mektub kısımlarına bakabilirler.
Bil-mâna ile hadîs nakletmek câizdir
«Şu risalede çok ehadîs-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadîsiyye bulunmuyor. Yazdığım hadîslerin lafzında yanlışım varsa; ya tashih edilsin veyahut “Hadîs-i bil-mâna”dır denilsin. Çünki kavl-i râcih odur ki: “Nakl-i hadîs-i bil-mâna caizdir.” Yani: Hadîsin yalnız mânasını alıp, lafzını kendi zikreder. Madem öyledir; lafzında yanlışım varsa, hadîs-i bil-mâna nazarıyla bakılsın.» (Mektubat sh: 88)
Hazret-i Üstad hülâsaten bu mevzuun hakikatını yazdığı gibi, Hadîs İlmi araştırmamız cetvelinde de kat’iyetle tesbit edilmiştir. Bakılabilir.
Vahiy iki kısımdır: Sarih vahiy, zımnî vahiy
«Biri: “Vahy-i sarihî”dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi…
İkinci Kısım: “Vahy-i zımnî”dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediyye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilat ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.
İşte her hadîste bütün tafsilatına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki:
“Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem’in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevab geldi ki: “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem’e gitti.” Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te’vilini gösterdi.» (Mektubat sh: 93)
Mütevatir hadîsler iki kısımdır: Sarih tevatür, manevî tevatür…
«Naklolunan haberler eğer tevatür suretinde olsa, kat’îdir. Tevatür iki kısımdır. Biri “sarih tevatür”, biri “manevi tevatür”dür. Manevi tevatür de iki kısımdır: Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ: Bir cemaat onu tekzib etmezse, sükût ile mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyya ve hatayı kabul etmez ve yalanıı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna delâlet eder.
İkinci kısım, tevatür-ü manevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ “Bir kıyye taam, ikiyüz adamı tok etmiş” denilse; fakat onu haber verenler, ayrı ayrı surette haber veriyor.. biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder.. fakat umumen, ayrı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte mutlak hâdisenin vukuu; mütevatir-i bil-mânadır, kat’idir. İhtilaf-ı suret ise, zarar vermez.
Hem bazan olur ki: Haber-i vâhid, bazı şerait dâhilinde tevatür gibi kat’iyyeti ifade eder. Hem bazan olur ki: Haber-i vâhid haricî emarelerle kat’iyyeti ifade eder.» (Mektubat sh: 94)
Hadîslerin mütevatiri hususunda Hazret-i Üstad’ın orijinal beyanlarından bir başka parça:
«Bir Sual: Deniliyor ki: sen çok şeylere mütevatir dersin; halbuki biz onların çoğunu yeni işitiyoruz. Mütevatir birşey böyle gizli kalmaz?
Elcevab: Ülema-i Şeriat yanında çok mütevatir ve bedihî şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Ehl-i hadîs yanında da çok mütevatir var, sairlerin yanında âhâdî de olmuyor ve hâkeza… Her fennin ehl-i ihtisası, o fenne göre bedihiyatı, nazariyatı beyan edilir. Umum halk ise, o fennin ehl-i ihtisasına itimad eder, teslim olur veya içine girer, görür. Şimdi haber verdiğimiz hakikî mütevatir veya manevî mütevatir veya tevatür hükmünde kat’iyyeti ifade eden vâkıalar, hem ehl-i hadîs, hem ehl-i şeriat, hem ehl-i Usul-üd din, hem ekser tabakat-ı ulemada hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan avam veya gözünü kapayan nâdanlar bilmezlerse, kabahat onlara aittir.» (Mektubat sh: 141)
Büyük muhaddis imamların Hadîs İlmi ve fennindeki fevkalâde meleke ve meharetleri «Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu’u görse, “Mevzu’dur” der. “Bu, hadîs olmaz ve Peygamber’in sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır; başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler; tenkidde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu’ demişler. » (Mektubat sh: 94)
Mevzu’ hadîs ne demektir?
«Her mevzu’ şeyin mânası yanlıştır demek değildir. Belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.» (Mektubat sh: 94)
Bu mes’elenin Şuâlar’daki izahı ise şöyledir:
«İkinci Vecih: Mevzu’dur mânası; bu rivayet an’aneli, senedli hadîs değil demektir. Yoksa mânası yanlıştır demek değildir. Madem ümmette, hususan ehl-i hakikat ve keşf ve bir kısım ehl-i hadîs ve ehl-i içtihad kabul edip mânalarının vuku’larını beklemişler. Elbette o rivayetlerin durûb-u emsal gibi umuma bakan hakikatları vardır.» (Şuâlar sh: 401)
Bir başka yerden aynı mes’elenin izahı
«Faraza o hadîslerden birisi mevzu’da olsa, mevzu’un manası, hadîs değil demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir ki, darb-ı mesel nev’inden ümmet o rivayeti kabul etmiş…» (Şuâlar sh: 416)
İşte görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad Bediüzzaman, şimdi elde mevcud birçok kaynak hadîs kitapları içerisinde sırf mevzu diye birşey bulunmadığını; olsa olsa, manası doğru ve hak olarak bazı Sahabe ve Tabiînin büyüklerinden bazı zâtların sözleri olup, an’aneli senetle Peygamber’e ulaşan bir hadîs tarzında olmayabileceğine işaret etmektedir. Nitekim bizim araştırmamızda da, yani hadîs ilmi mevzuundaki araştırmamızda, bu hususun aynen öyle olduğu anlaşılmıştır.
Hadîste an’aneli senedin faydası
«Sual: An’aneli senedin faidesi nedir ki; lüzümsuz yerde, malûm bir vâkıada “an filan, an filan, an filan” derler?
Elcevab: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur: An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sâdık ehl-i hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senette dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an’anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.» (Mektubat sh: 95)
Mu’cizelere dair hadîsler, neden ahkâm-ı Şeriat hakkında gelen hadîsler gibi kuvvetli senetleri yoktur?
«Sual: Neden hâdisat-ı i’caziye sair zarurî ahkâm-ı şer’iye gibi tevatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?
Elcevab: Çünki ekser ahkâm-ı şer’iyeye, ekser nâs, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı aynı gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu’cizat ise; herkesin herbir mu’cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir def’a işitmek kâfi gelir. Âdeta farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse, yeter.
İşte bunun içindir ki; bazı olur, bir mu’cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat’î olduğ halde, onun ravisi bir-iki olur; hükmün ravisi on-yirmi olur.» (Mektubat sh: 95)
Peygamber (A.S.M.) geleceğe bakan haberleri, muayyen bir zamana ve cüz’î bir tek hâdiseye bakıyor değiller.
«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her def’a bir vechini beyan eder. Sonra ravi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi’ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilat ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz’ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, Mehdi’yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beyt’ten ma’dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi’nin çok evsafına câmi’ bir Mehdi bulmuş.» (Mektubat sh: 95)
Siyer ve Tarihler, Resulullah’ın mâhiyetini her cihetle anlatamamışlardır.
«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ahval ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyeti kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki sırrınca: Her gün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.» (Mektubat sh: 96)
Büyük bir cemaat-ı Sahabe’de vuku’ bulmuş bir hâdiseyi, yani bir mu’cizeyi,bütün o cemaat adına bir veya iki Sahabî’nin nakletmesiyle; zannedildiği gibi,o hadîsin za’fiyetine ve hattâ bazılarınca hâşâ mevzu’ şekilde yorumlanmasına imkân olmayıp, öyle bir anlayışın pek büyük bir yanlış olduğuna dair Üstad’ın beyanları:
«Şu gelecek bereketli mu’cizat misalleri, herbiri müteaddit tarikle, hattâ bazıları onaltı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi, bir cemaat-i kesire huzurunda vukubulmuş; o cemaat içinde mu’teber ve sâdık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler. Meselâ: “Sa’ denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar” naklediyor. O yetmiş adam, onun sözünü işitiyor, tekzib etmiyor. Demek sükût ile tasdik ediyorlar. Halbuki o asr-ı sıdk ve hakikatta ve o hakperest ve ciddi ve doğru adam olan sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzib ederler. Halbuki bahsedeceğimiz vâkıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükût ile tasdik etmişler. Demek herbir hâdise manen mütevatir gibi kat’idir.» (Mektubat sh: 112)
Aynı mes’elenin başka yerden izahı:
«Kütüb-ü sahiha kat’iyetle beyan ediyorlar ki: Gavze-i Garra-i Azhab’da, meşhur Yevm-ül Hendek’te, Hazret-i Câbir-ül Ensarî kasem ile ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa’ arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı. Hazret-i Câbir der ki: “O gün yemek, hanemde pişirildi; bütün bin adam o sa’dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. O hamura, o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup, bereketle dua etmişti.
İşte şu mu’cize-i bereketi, bin zâtın huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir kasemle ilan ediyor. Demek şu hâdise, bin adam rivayet etmiş gibi kat’i denilebilir.» (Mektubat sh: 114)
Sahabelerden bazı zâtlar, hadisleri yazı ile kaydettikleri:
«Asr-ı Saadette, mu’cizatı ve medar-ı ahkâm ehadîsi, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seb’a, kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur’an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-il As, bahusus, otuz-kırk sene sonra, Tabiînin binler muhakkikleri, ehadîsi ve mu’cizatı yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazı ile muhafaza ettiler. Daha Hicretten ikiyüz sene sonra başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbule vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar.» (Mektubat sh: 113)
Mevzu’ hadîsler, tâ bin sene önce sahihlerden tefrik edilip atıldığı mes’elesi:
«İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdanların karıştırdıkları mevzu’ hadîsi tefrik ettiler, gösterdiler.» (Mektubat sh: 113)
Zaif hadîsler dahi olsa, bir hâdiseda yanyana gelseler kuvvetlenirler:
«Bir Nükte-i Mühimme: Malûmdur ki; zaif şeyler içtima’ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte onbeş enva’-ı mu’cizattan yalnız bereket kısmındaki mu’cizatı ve o kısmın onbeş kısmından ancak bir kısmını, onbeş misal ile gösterdik. Herbir misal, tek başıyla, nübüvveti isbat eder bir derecede kuvvetli idi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da, yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünki kavi ile ittifak eden kavileşir. Hem şu onbeş misalin içtimaı; kat’î şüphesiz bir tevatür-ü manevî ile, kuvvetli bir mu’cize-i kübrayı gösterir.» (Mektubat sh: 119)
Aynı mananın başka bir tarz bir izahı:
«Bu sekiz misal birleştirilse; öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şüphe onu koparamaz ve sarsamaz… Evet zaif bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit, muhkemleşir. Zaif, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse; öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur.» (Mektubat sh: 135)
Yine aynı mananın başka bir izahı:
«Faraza bunların herbirini zaif addetsek, temsilde mutlak ibr hane harab olması gibi, yine cüz’iyatın mecmuunda mutlak bir Mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vücudunu kat’iyyen gösterir…» (Mektubat sh: 151)
Sahabelerin çokluğuyla beraber neden en parlak mütevatir hadîsler yalnız on ve yirmi tarikle gelmiş? Yüz tarik ile gelmeli idi… Hem neden Sahabelerden en çok hadîs nakleden Enes, Cabir, Ebu Hüreyre gibi zâtlar olup, Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer’den az nakledilmiş?
«Eğer denilse: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın her hal ve hareketini kemâl-i ihtimam ile sahabeler muhafaza ederek nakletmişler. Böyle mu’cizat-ı azîme, neden on-yirmi tarik ile geliyor? Yüz tarik ile gelmedi idi. Hem neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre’den çok geliyor; Hazreti-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?
Elcevab: Birinci şıkkın cevabı: Dördüncü işaretin Üçüncü Esasında geçmiş. İkinci şıkkın cevabı ise: Nasılki insan, bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mes’ele-i şer’iye, müftüden haber alınır ve hâkeza… Öyle de, sahabe içinde ehadîs-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için, ulema-i sahabeden bir kısım, ona manen muvazzaf idiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını, hadîsin hıfzına vermiş; Hazreti Ömer, siyaset âlemiyle ve hilafet-i kübra ile meşgul imiş. Onun için, ehadîsi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zâtlara itimad edip; ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddîk, sadûk, sâdık ve musaddak bir sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarik ile bir hâdiseyi haber verse; yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hâdiseler, iki-üç tarik ile geliyor.» (Mektubat sh: 132)
Bir hadîs hakkında bazı hadîs imamları ilişip red de etseler, başkaları kabul etmiş ise reddedilmez:
Bu hususta bir iki misal:
1- «Şu âhirki hâdiseye çendan bazı hadîs imamları ilişmişler. Fakat mühim imamlar, sıhhatine hükmetmişler. Her ne ise, bu nevide uzun söylemeye lüzum yok.» (Mektubat sh: 157)
2- «Şu rivayeti çendan İbn-i Hacer-i Askalanî kabul etmemiş.. fakat başkaları kabul etmişler.» (Mektubat sh: 137)
Yani bir hadîsi bir-iki hadîs imamının kabul etmemesi ile, tamamen yabana atılır değildir. Olsa olsa ihtilâflı bir durum alır, demektir.
Hadîsin dahi Kur’an gibi müteşabihatı olduğu hakkında:
«Şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’i hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadîsin mânasını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalâletin itirazatına ve “hurafattır” demelerine yol açar. Madem bu müteşabih hadîse, lüzümsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celbedilmiş ve bu çeşit hadîsler çok vârid olmuş, elbette şüpheleri izale edecek bir hakikatı beyan etmek lâzım gelir.» (Mektubat sh: 351)
Müteşabih hadîsler hakkında Risale-i Nur’un daha birçokm yerlerinde ayrı ayrı izahlar vardır. Meselâ: Ondördüncü Lem’ada ve Şuâlar sh: 263’te gibi…
Sünnet-i Seniyenin mertebeleri:
«Sünnet-i Seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatiyle beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edebden istifade etmektedir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tevatürle malûm olan harekâtına ittiba etmektir.» (Lem’alar sh: 53)
Hazret-i Üstad Denizli ve Afyon mahkemeleri dolayısıyla, Nur Risalelerinin ehl-i vukufa tetkik ettirilmesi için, mahkemece Ankara’da Diyanet Riyasetine bağlı bazı hocalara tetkik ettirilmiş. Bu hocalar Nur Risalelerinin ekserisi için iyi ve müsbet görüşler beyan ettikleri halde, Risale-i Nur’daki bazı hadîs-i şeriflere kendi ilimleri ve görüşleri zaviyesinden ilişmeye çalıştılar. Basit ve gayr-i ilmî tenkidleri vaki’ oldu. Hazret-i Üstad, hapishanenin sıkıcı ahvali ve mahkemeye karşı hazırlamakla vazifeli bulunduğu müdafaa işleri ve talebelerini ve mahpusları idare ve irşad etmek noktalarıyla meşgul bulunduğu halde; ehl-i vukufun tam o sırada böyle ilmî itirazları elbette ki çok yersiz ve haksızdır. Bu gibi itirazların Üstad Hazretleri dışarıda iken, onunla samimi bir hasb-i hal tarzında ve sual ve cevablarla müzakeresi yapılabilirdi. Lâkin çok maalesef, ehl-i vukuf hocaları, sanki bu mahkemeler şer’î ve dinî mahkemeler imiş gibi, hadîslerin mertebe ve makamlarından çokça bahsettiler. Kendilerine göre, gûya Risale-i Nur’daki, bilhassa Beşinci Şuâ’daki hadîslerin bir kısmı zaif, hattâ mevzu’ olduklarını ileri sürdüler. Üstad Bediüzzaman da bunlara çok kısa ve hülâsalı, amma susturucu cevaplar vermeye mecbur oldu. İşte burada
Hazret-i Üstad’ın o cevablarından bazı parçalar kaydediyoruz:
«O ehl-i vukuf, Beşinci Şuâ’daki rivayetlerin bir kısmına zaif ve bir kısmına mevzu’ demişler ve te’villerinin bir kısmına yanlış demişler ki; bu Afyon’da aleyhimizde iddianame o tarzda yazılmış ve onbeş sahifede seksenbir yanlış yaptığını bir cetvelde isbat etmişiz. Muhterem ehl-i vukuf o cetveli görsünler. Bir tek nümunesi şudur:
İddiacı demiş: Bütün tevilleri yanlıştır ve o rivayetler, ya mevzu’ veya zaiftir.
Biz dahi deriz: Te’vil demek, yani bu mâna bu hadîsten murad olmak mümkündür, muhtemeldir demektir. Mantıkça o mânanın imkânını reddetmek ise, muhaliyetini isbat etmek ile olur. Halbuki o mâna göz ile göründüğü ve tahakkuk ettiği gibi, hadîsin mâna-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferd olması bilmüşahede mu’cizane bir lem’a-yı inkâr ve itiraz olamaz. Hem o “bütün rivayetler, mevzudur veya zaiftir” iddiacının demesi üç vecihle yanlış olduğu, cetvelde isbat edilmiş.
Birisi: Bir milyon hadîsi hıfzına alan İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve beşyüz bin hadîsi hıfzeden İmam-ı Buharî’nin cesaret edemedikleri ve o nefyin isbatı kabil olmadığı ve bütün hadîs kitaplarını görmediği ve ümmetin ekseriyeti her asırda o rivayetlerin mânalarının zuhurlarını veya o küllînin bir ferdini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telakki-i bilkabul derecesine yakınlaşmış ve ayn-ı hakikat bazı nümune ve ferdleri meydana çıkıp görüldüğü halde, o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on cihetle hatadır.
İkinci Vecih: Mevzu’dur mânası; bu rivayet an’aneli, senedli hadîs değil demektir…
Üçüncü Vecih: Hangi mes’ele veya rivayet var ki; meşrebleri, mezhebleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin.» (Şuâlar sh: 400)
Aynı mânanın bir başka parçadan izahı:
«Mehdî hakkında Şiilerin oniki imamdan birisi, hayatta iken gizlenmiş, âhirzamanda çıkacak demelerine mukabil Ehl-i Sünnetin bir kısmı, İmam-ı Muntazar akidesi bâtıldır demişler. Az bir kısım Hanefî üleması da, demişler. Bunda hem Denizli’deki ehl-i vukufun bir kısmı, hem makam-ı iddia yanlış mâna vermişler. Her asırda Mehdî manasına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binaen beklemişler. Ve bir kaç vecihde rivayetlerin delâletiyle bir kaç mehdi, belki her asırda bir nevi mehdi sâdât-ı Ehl-i Beyt’ten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hata diyen, bir kaç cihette yanlış eder…
Hangi mes’ele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin. Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahih ehadîse mevzu’ dediğini, ülemalar taaccüble nakletmişler. Hem her zaif veya mevzu’ hadîsin mânası yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa mânası hak ve hakikat olabilir.» (Şuâlar sh: 420)
Yine, hem Denizli hem Afyon hapisleri hâdisesinde Risale-i Nur’ları ehl-i vukuf olarak mütalaa eden bazı asrî hocalar, hadîs-i şeriflerde bir kaç Deccal mes’elesine ilişmek istemelerine karşı Hazret-i Üstad şöyle cevab vermiştir:
Evvelâ: Bid’atkâr bazı hocaların telkinatıyla iddianamede, İslâm deccalı ve müteaddit birkaç deccalın gelmesini kabul etmiyor gibi Beşinci Şuâ’nın bir mes’elesine itiraz etmişler. Buna cevaben gayet parlak kat’î bir mu’cize-i Nebeviyeyi (A.S.M.) gösteren bir hadîs-i sahihte:
Yâni: Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde Hilâfet-i İslâmiye devam edecek. Tâ Deccal’a, o hilâfeti yani saltanat-ı hilâfet Deccal’ın muhrib eline geçecek.” Yâni, uzun zaman beşyüz sene kadar hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgu denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilâfeti mahvedecek; deccalâne, İslâm içinde hükümet sürecek. Demek İslâm içinde müteaddit hadîslerde üç deccal geleceğine zâhir bir delildir. Bu hadîsteki ihbar-ı gaybî, kat’î iki mu’cizedir: Biri; hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, beşyüz sene devam edecek… İkincisi de, sonunda en zâlim ve tahribci Cengiz ve Hülâgû namındaki bir deccal eliyle inkıraz bulacak.» (Şuâlar sh: 506)
Risale-i Nur’un Hadîs İlmi ve hakikatları hakkında bir çok yerinde kâfi ve mukni’ ve İslâm âleminin umum muhaddislerinin cumhurunun ittifakına binaen beyanlar, ifadeler yapılmıştır. Bunlar çoktur, hepsini buraya dercetmenin imkânı varsa da, lüzumu yoktur. Onun için bu bahsi, Beşinci Şuâ’nın Mukaddemesindeki Hadîs İlmiyle alâkadar bazı kısımları vermekle bitirmek istiyoruz:
«Birinci Nokta: İman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zaruri olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i sâfilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmat-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güneşin mağribden çıkması bedahat derecesinde herkesi tasdika mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır; daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ “Deccal” ve “Süfyan” gibi eşhas-ı müdhişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.
İkinci Nokta: Peygamber’e bildirilen umûr-u gaybiye, bir kısmı tafsil ile bildirilir. Bu kısımda hiç tasarruf edilmez ve karışamaz. Kur’anın ve hadîs-i kudsînin muhkematı gibi. Ve diğer bir kısmı icmal ile bildirilir, tafsilat ve tasviratı onun içtihadına havale edilir. İmana girmeyen hâdisat-ı kevniyeye ve vukuat-ı istikbaliyeye dair hadîsler gibi. Bu kısımda, Peygamberimiz (A.S.M.) belâgatıyla -temsiler suretinde- sırr-ı teklif hikmetine muvafık tafsil ve tavsir eder….
Üçüncü Nokta: İki nüktedir.
Birincisi: Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadîsler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vâkıa mutabık çıkmıyor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vâkıa mutabakatı görünmüyor. Meselâ: Hamele-i Arş gibi arzın hamelesinden olan Sevr ve Hut namında ve misalinde iki melâike, koca bir öküz ve pek büyük bir balık tasavvur edilmiş.
İkincisi: Bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükümet-i İslâmiyenin veya merkez-i hilâfetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şâmil zannedilmiş ve bir cihette hususî bulunduğu halde, küllî ve âmm telâkki edilmiş. Meselâ, rivayette vardır ki: “Bir zaman gelecek Allah Allah diyen kalmayacak.” Yani, zikirhaneler kapanacak ve Türkçe ezan ve kamet okunacak demektir.
……
Beşinci Nokta: Hem her iki Deccal’ın asırlarına ait olan hârikaları, onların bahsiyle ve münasebetiyle rivayet edildiğinden onların şahıslarından sudur edeceği telakki ve tevehhüm edilmesinden, o rivayet müteşabih olmuş, mânası gizlenmiş. Meselâ, tayyare ve şimendiferler gezmesi…
… Hem bir kısım ravilerin kabil-i hata içtihatlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadîs zannedilir, mâna gizlenir. Vâkıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer.
… Hem iki Deccal’ın sıfatları ve halleri ayrı ayrı olduğu halde, mutlak gelen rivayetlerde iltibas oluyor, biri öteki zannedilir. Hem “Büyük Mehdi”nin halleri sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer, İmam-ı Ali (R.A.) yalnız İslâm Deccalından bahseder.» (Şuâlar sh: 579-582)
İşte Risale-i Nur’da Hadîs ilmi ve hakikatlarına dair bir çok mes’elelerden ancak nümune kabilinden bazı kısımlarını alabildik. Daha geniş tafsilât arzu edenler, 19. Mektub’un başındaki altı adet mühim esaslara ve ayrıca aynı risalede yer yer işlenen Hadîs İlmine dair nüktelere.. ve bir de Ondördüncü Lem’anın 1.Makamına ve Denizli, Afyon müdafaaları içinde yer yer mecburiyet karşısında verilen bazı cevablara ve ayrıca da lâhika mektublarına bilhassa Emirdağ Lâhikalarında bulunan Hadîs İlmi nüktelerine bakabilirler.
Görüldüğü üzere, Hazret-i Üstad Bediüzzaman, Hadîs İlmi ve usûlü mevzuunda büyük hadîs imamlarınca yüz kere, bin kere halledilmiş olan teferruatlı mes’elelere girmemiştir. Onun baktığı husus, halletmek istediği iş ve fasletmesini düşündüğü mes’ele; hadîsin umumî durumu ve bir nevi boş dedikodulardan kurtulmamış olan taraflarıdır. Üstad Hazretleri kendisine ve müceddiyetine hâs olan orijinal metoduyla niza’lı ve ihtilâflı olan umumî mes’elelerde, ihtilâf unsurlarını deşmeden, gayet nâzik, amma köklü ve râsih ve halledici şekilde mes’elenin hakikatını tahlil ederek ortaya koyar. Meselâ eğer mevzu’, ihtilâflı ve kelâmlı bir hadîs mes’elesi ise, hadîs imamlarınca ayrı ayrı görüşler halinde tahlili yapılmış olan teferruat ve detaylarını nazara vermeden, ilk önce o hadîsin ifade ettiği mânayı ve işaret ettiği hakikatı ilmî ve aklî olarak isbat eder… Sonra da, öylesi bir sözün ancak mu’ciz-beyan olan kelâm-ı Nebevî’den olabileceğini ortaya koyar. Artık ondan sonra da, o hadîsin senedi üstünde yapılmış olan münakaşa ve tenkidlerin bir manası kalmamış olur. Misal için Beşinci Şuâ’daki te’vili yapılmış hadîsleri ve bir kaç deccalın geleceğine dair hadîs hususunda yaptığı ilmî izahları gösterebiliriz.
İşte Bediüzzaman’ı bu mesleğini, yani müceddiyetinin metodunu bilmeyen bazı bîçareler, zannedilebilir ki; bugün herkesin, hattâ küçük medrese talebelerinin kolaylıkla öğrenmesi mümkün olan hadîsin usûlü denilen kanun ve kaidelerini bilmiyor da, onun için böyle yapıyor. Bu bîçare zancılar kuruntulu zanlarında devam edebilirler. Böylesi zancıılar İmam-ı A’zam Hazretleri hakkında da aynı şeyi düşünmüşlerdir. İmam-ı Gazalî hakkında da… Amma bu kabil zanların kısa nazarlılıktan, idrak nâkıslığından ve nihayet ilmen düşük seviyelilikten gelmiş olduğunu, büyük âlimler anlamışlar ve isbat etmişlerdir.
Kim ne derse desin; Risale-i Nur’un her mes’elede olduğu gibi, bilhassa hadîs mes’elesinde yaptığı acib orijinal tarz-ı beyan ve izahlarına dikkat edenler bilebilir ki; Bediüzzaman her mes’elede olduğu gibi, hadîs ilmi usûlünde de pek büyük ve belki son neticeye bağlayan bir tecdid getirmiştir. Evet o, iman ve akidede, tasavvuf ve velâyette ve hülâsa İslâmî esas ve temel olan herşey ve her mes’elesinde; işin asliyetine ve menbaına gitmiş ve mes’eleyi baştan almış.. ve bu zamanın ehline göre son derece nurlu ve büyük bir tecdid içinde hall etmiş, isbat etmiş ve neticeye bağlamıştır. Bu sayede avam-ı mü’minînin imanları şüphe ve vesveselerden muhafaza edilip her noktadan tahkim edildiği gibi, gerçek ve idrâki yüksek ülemanın da kalb ve kafaları bir sürü ihtilâflı meselelerden gelen vesvese ve şüphelerden kurtulmuştur.
Abdülkadir Badıllı-Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları