Profan Bilim
Ruh boyutunun doruğunu oluşturan Vahy’in, varoluşta görmek istediği aşkın ahlakî amaçlara ilgi duymayan ‘kutsallık fikrinden sıyrılmış’ (profan) bilim, yığınların sadece maddî gereksinimlerinin karşılanması üstlenmiştir ve müşahede edildiğinden fazla bir şey değildir. Vahiy gerçeklerine inançsızlık üzerine temellendirilen bu bilimsel çatı, nesnelerin taşıdığı sembolik boyuttan ziyade, onların kabuklarıyla uğraşmaktadır. Pragmatik bir yaklaşımla, ‘yer ufkunun ötesindekiler’e ilgi duymayan ‘porfan’ bilim için, görülenin dışında hiçbir gerçek yoktur. Varsa bile, bilinemez olması, bizi onunla uğraşmaktan muaf tutmaktadır. Kısaca ‘profan bilim’, sadece ölçülebilen ve hesaplanabilen niteliklere aittir.
Çağımızın bilgisi, ‘Hicab-ı Ekber’dir (…)
O,görünüşler zindanına ayak bağlamıştır. Duygular sınırını aşamamıştır.
Mâna yolunda bitkin düşmüştür. Kendi boğazını kendi kılıcı kesecektir.
Bu sebeple şimdi, ‘bilim’ sözcüğü ‘madde’ sözcüğüyle ayni anlama gelmekte olup, sadece nesneler dünyasına ait bilgileri istifleyip sınıflayan bilim, evreni de, taşıdığı metafizik varoluşsal manalardan soyutlayarak, onu sadece göründüğüne indirgeme tutkusunu da kışkırtmaktadır. Bilimden, ön yargısız olarak, hakikati itiraf edeceği beklenebilir, ancak kendi başına saf ve katıksız bir bilinç değil de, arkasındaki önyargı ve diktelerle bütünleştiğinde, bilim, varlığı kendiliğinden ve zorunlu olan ‘hakikat’e hiçbir zaman ulaşamıyacaktır. Kendi ölçüleriyle ele alındığında, onun alanından kaçan, böylece onun tamlık ve yetkinlik iddiasını sarsarak, ona, bir eksiklik sayılabilecek ‘takribilik’ vasfını veren olguların varlığına, hele özellikle determinist çemberin kırılmasına, matematik sonsuzluk kavramının ilahi sonsuzluk şuuruna doğru açılmasına, evet bütün bunlara rağmen ‘profan bilim’in bilimsel dogmatizmi yumuşamamıştır.. Bu fiilî durum, sadece ‘niceliksel’ neticelerin gerçek olduğu iddiasını zayıflatarak, maddî hisler ötesi alana ait gerçeklerin de var ve gerçek olduğu’ inancını kuvvetlendirmemiş midir? Fenomenler dünyasını, fenomenlerüstü sistemin bir alt oluşumu olarak görme vaktinin geldiğini söylemiyor mu bu? Bütün bunlara, ‘hayır!’ diye cevap veriliyorsa, bu, profan bilimin katıksız bir biçimde öznel ve yanlı bir yaklaşım biçimi sergilemesindendir..
Ölçülebilirliktir, temel karakter. Böylece, anlamlı ve doğru bir hüküm teşkil edebilmesinin sınırı dar bir muhtevayla dondurulmuştur. Vahiy içeriğiyle münasebet kurmak reddedildiği sürece de, insan için ‘yeni’ sayılacak, heyecan tattıracak hiçbir şeyle karşılaşmayacaktır. Zira kapalı ve, niteliği hep ayni kalan bu kendine dönük bir sistemde, ‘küresel kainat ve varoluş telakkisinden ‘küpsel’ olanına geçilmiştir.( Salt maddî, donuk ve kapak bir bilimin asıl amacı olarak, ara vermeksizin ‘her şeyi yoğunlaştırma’, ‘katı ve yoğun olanın ufukları içine hapsetme’ gözlenmektedir. ‘Solidification’ dediğimiz olay, insan da dahil, her şeyin anlamının maddede sınırlanması, neticede, realitenin en alt ve özgür varoluştan en uzak tabakasını, Mutlak Varlık’ın bütün ilgi alanlarına hakim kılma sonucunu verir. Bu bakımdan “yoğunlaştırma’, alemdeki duyularüstü bilgi manzumesini, fenomenlerin gerisindeki ‘Büyük Gerçek’i gizleme çabasıdır. Bu bakımdan, Guenon’nun, “Materyalist idrak tarzı bir kere şekillendikten sonra, hemen, onu imkan alanına çıkarmış olan dünyanın yoğunlaştırılmasına yönelir. Akıp giden ‘günlük hayat’ telakkisi de dahil, dolaylı ya da dolaysız olarak bu kavramdan neş’et eden bütün neticeler, ayni amaca yönelir. Çünkü, doğal ve sosyal muhitin genel tepkileri de, insan tarafından ona karşı sürdürülen davranışları izleyerek, fiilen değişirler.’’ şeklindeki hükmüne katılmamak mümkün değildir.
Profan bilimin belirlediği kainat, küçüktür. Çünkü bu evrenin elemanları, başka bir hakikat alanıyla en küçük bir ilgi kurma imkanından yoksun ve derinliği olmayan katıksız maddî birimlere indirgenmişlerdir. Bu yolla, tepeden tırnağa maddileştirilmiş modern varoluş burgacı, bizi aşan realiteyi kavramamızı engellemektedir. Bir denizin üzerindeymişiz gibi, bu varoluştan henüz kaçamadan ve, bununla birlikte onun yanında, saf bir tefekkür içinde Mutlak Bütünlükü yakalayabileceğimiz bir kıyıya tutunamadan, onun içinde yüzüp durmaktayız. Bu durum ise, Unamuno’ya göre, ‘çağın hastalığı’ olan, ruhun ölümsüzlüğüne ve evrenin bir amacı olduğuna dair inancın yok olmasına yol açmaktadır.