Nefs ve Kalbin Misali
Âlem-i emrden iniş yapan ruh, toprak cüzlerinin özünden oluşan rûh-i hayvânî yani nefs, birleştikten sonra bir tek şeydir. Ve bu itibarla nefs denildiği zaman, insanın hakikati kasdedilir. Bu hakîkat ise bölünmeyi kabul etmez. Ancak nefs, işlemiş olduğu fiilinin ismiyle isimlendirilir. Mesela şeriat dairesinden çıkıp istek ve arzularına uyduğu zaman, kendisine «nefs-i emmâre» denilir. Yaptığı kötü işlerden dönüş yapıp, mazide yapmış olduğu kötülüklerin üzerine pişmanlık duyarsa ve kendi kendini kınarsa, «levvâme = çok kınayıcı» ismini alır. Ve bu hakîkat-i insâniyyeden ibaret olan nefs, kalbe muvâfakat göstermekle bilkülliyye Allah’a müteveccih olup rücû’ ederse, «mutmainne = delillere ihtiyaç bulunmaksızın inancında sükûnet bulmuş» diye isimlendirilir. Binaenaleyh kalbe muhalefet göstermekle şeriat dairesinden ayrılan ve kendi isteklerine uyan nefsten başkasına nefs-i emmâre denilmez.
Umum itibarıyla insan hakikatinin bir şıkkı, şehvet ve ğazab kuvvetinden mürekkeb ve toprak cüzlerinin özünden oluşan hayvânî ruh yani nefstir. Bu nefs, gerek insanın ve gerekse bütün hayvanların bedeninde kıl halinde döşenen tablo gibidir. Tabibler buna sinir sistemi demektedirler. Fizik dairesinde dahil, merkezi beyincik, şehri ise tüm beden.
İkinci şıkkı ise, yine bu kablo sisteminin içerisinde bulunan, fizik kanunlarının dışında kalbdir. Kalbin de iki türlü askeri vardır: Birincisi, gözle görünen; İkincisi, basiret = kalb gözünden başkasıyla maddi ve hissî olarak görünmeyen askerler = bâtınî duygulardır. Kalb kaptan, nefs ise gemisidir. Yahud da nefs kafes, kalb ise, o kafesin içindeki kekliktir. Yahud da bedenin içerisindeki nefs, kablolar; o kabloların içindeki enerji, kalbdir. Bu kalbin merkezi de, bedenin sol memesinin iki parmak aşağısındaki yürektir.
Nefs ve kalbin ve askerlerinin arasında daima muhalefet bulunmaktadır. Nefs, ruhu daima dünya hayatının idamesine, kalb ise, ruhun asıl isteği olan uh- revi saadete, mana âlemine davet eder. Bunun içindir ki, insan ne kadar maddeye dalmış olursa olsun, madde âlemine göre hayalî sayılan mucize, keşif, kerâmet gibi şeylere kulak verir ve meyleder.
Kalbin yahud diğer ifadeyle nefsin müşahede edilen askerleri: el, ayak, göz, kulak, dil ve sair zâhirî aza- lardır.
Bu itibarla kalb, bütün bedenin sultanı; bedenin içindeki sinir sistemi yani bütün cihetleriyle nefs ise, reâyâsı gibidir; ve kalbe itaat etmek üzere yaratılmaktadır. Mesela göze açma emrini verdiği vakitte açılır, kapatma emrini verdiği vakitte kapatılır. Ve böylece bütün azalar..
Allah Teâlâ ruh için nefsi, dünya hayatının irade ettiği zamana kadar idamesi için, yarattı; kalbi de madde âleminden mana âlemine, uhrevi saadetlere ulaşması için yaratmıştır. Sonra kalbi, bedenin içindeki nefse bindirmiştir = hâkim kılmıştır. Ruhu da ikisine hâkim kılmıştır. Artık ruh, bazan kalbe ve askerlerine, bazan da nefse ve askerlerine uyar; tıbkı bir hükümdarın, bazan iyi ve merhametli olan reâyâsına, bazan da kötü ve insafsız reâyâsına uyduğu gibi.
Ayrıca Allah Teâlâ kalbe, nefse vermemiş olduğu ilmi, hikmeti ve fikri bahşetmiştir. Bu üç kuvvetle de insan, sair hayvandan ayrılır. Allah Teâlâ, nefsin hayatının idamesine, yer küresinden çıkan şeyleri sebeb kıldığı gibi, kalb için de, uhrevi hayatının saadetini kazanmasına, imana dayalı ilim ve salih ameli yaratmıştır. Ve binnetice insan, bu ilimden ayrıldığı zaman hayvan gibi nefs-i emmâresinin ğalebe çalmasıyla canavarlaşır; ona döndüğü zaman da nefs-i mutmainnenin ğâlib gelmesiyle de melekleşir ve melekten üstün olur.
Allah Teâlâ her ne hikmete mebnî ise, dünyevi hayatın levâzımları için aklı yeterli kılmıştır.
Amma uhrevi hayat için ise, ayrıca peygamberleri de, uhrevi saadetleri tarif etmek için davetçi olarak göndermiştir. Zira akıl, uhrevi hayatının saadetini idrakten âcizdir. Ve nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır.“(Habîbim) De ki: Eğer onlar (nefs-i emmâresi kendisine hâkim olanlar) Sana davetine teslimle icabet etmezlerse bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar.
Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi nefsinin İstek ve arzularına uyandan daha sapık kim olabilir? Şübhesiz Allah, zalim gürûhunu doğru yola iletmez. ”[34] Ali kerremallâhu vechehu’dan gelen bir ha- dîs-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Şiddetle siz ümmetimin üzerinde en korktuğum şey, nefslerinin (şeriatın haricinde olan) heva ve heveslere uymaları ve tûl-i emel olmak üzere iki haslettir. Amma hevâya uymak, hakîkaten o hak ve gerçekten çevirir (sahibini). Tûl-i emel ise dünya sevgisidir.” [35] Nefsin hevâ ve hevesine ittibâ’ ve tûl-i emel, en büyük hasârete sebebiyet verir. Nitekim bir hadiste: Dikkat! İnsanların en şerlisinden seni haberdar edeyim. Tek başına yiyen, nimetini gayrinden engelleyen, tek başına sefere çıkan ve kölesini = idaresi altında olan kimseyi dövendir. Dikkat!
Bundan daha şerlisinden seni haberdar edeyim. Hem cinsi olandan = meslektaşlarından ve hem cinsi de kendisinden buğzeden kimsedir. Dikkat! Bundan daha şerlisinden seni haberdar edeyim. İnsanların şerrinden korktuğu ve hayrı umulmayan kimsedir. Dikkat! Bundan daha şerlisinden seni haberdar edeyim. Ahiretini başkasının dünyasıyla satın alan kimsedir. Dikkat! Bundan daha şerlisinden seni haberdar edeyim. Dîni sebebiyle dünya nimetini alıp yiyendir.”[36] diye buyruldu. Hele hele çoluk çocuklarının nafakasını haramdan toplayan; dîni, dünyevi herhangi bir maksada ulaşmak için vesile edinen kimse, en çok ziyana razı olmuştur demektir. Ve yegâne bunların sebebi, nefsin istek ve arzularına uymak ve tûl-i emeldir.
İmam Ğazâlî diyor ki: «Ğazab ve şehvet kuvvetlerinden mürekkeb olan nefs, bazan adamakıllı tam manasıyla kalbe boyun eğer, ona yardım eder, kalbin sülük ettiği yolda devamla seferde ona muvâfakat gösterir; bazan da kalbe isyanda bulunur, azgınlık yapar, hakkına tecavüz eder, nihayet kalbi emri altına alarak uhrevi saadetlerden uzaklaştırır. Şübhesiz kalbin ğazab ve şehvet yollarına girmesi, doğrusu onlara esir olması, kendisinin helâki ve ulaşacağı ebedî saadetin seferinin kesilmesidir.
Nasıl ki nefsin şehvet ve ğazab olmak üzere iki kuvveti varsa, böylece kalbin de ilim, hikmet ve tefekkür olmak üzere üç askeri vardır.
Sâlike gerekli olan gerçek vazife, kalbine yardımcı olmakla ilim, hikmet ve tefekkürden yardım istemesidir.
Çünkü nefs tablatiyle kalırsa, hizb-i şeytandan olduğu İçin son son şeytân! yollara girer. Bu takdirde nefsin şehvet ve ğazab kuvvetleri kalbe musallat olmakla, Hlzbullah’tan olan kalb, hizb-i şeytana iltihak etmekle helak olur ve ebedî apaçık olan hüsrâna uğrar.
İnsanların birçoklarının hâli budur. Zira hilelerinde ve tuzak kurmalarında şehvetlerine akılları boyun eğmektedir. Halbuki tam bunun aksi gerekirdi ve şehvetlerinin akıllarına tâbi’ olmaları gerekirdi. İşi akla yaklaştırmak için bir misal verelim:
Bedende insan nefsinin misali, yani zikredilen nefs latîfesinin misali, bir memleket ve şehirdeki hükümdarının misalidir. Zira beden, nefsin memleketi ve âlemidir, karargâh ve şehridir.
Nefsin duygu ve azalan ise, sanatçı ve ameleler gibidir.
Düşünen aklî kuvveti ise, hükümdarına her hayrı isteyen müsteşar ve akıllı, anlayışlı vezirler gibidir.
Nefsinin şehvet kuvveti ise, şehre hayat levâzımla- rını getiren kötü hizmetçi gibidir.
Ğazab kuvveti ise, memleketi koruyucu âmirler gibidir.
Fakat hayat levâzımlarını beden şehrine getiren şehvet kuvveti, ğayet yalancı, hileci, aldatıcı, çirkin bir şahıstır, ancak, hayr isteyen ve hayrlı nasihatçi kimselerin sûretiyle sûretlenmiştir; her bir nasihati altında bir şer ve verdiği her şerbetin içerisinde bir damla zehir vardır; vezirle çekişmesi, sözünü dinlememesi, görüşlerini beğenmemesi ve tedbirini nazar-ı itibara almaması âdetidir; bundan dolayı hiçbir saatte vezire karşı gelmekten ve muârazada bulunmaktan ayrılmaz.
Nasıl ki memleketin padişahı, tedbirinde veziriyle istişare etttiği, maslahatın, bu kötü hizmetçinin muhalefetinde görüşlerini yıkmakta olduğunu bildiği ve bundan dolayı ondan yüz çevirdiği, koruyucu âmiri edeblendirip vezirin emrine verdiği ve bu hilekâr hizmetçiye musallat kıldığı, memleketin tüm işleri nizam bulup ve adalet de yerleşip hükümran olunması için de, o hileciyi ve tâbi’lerini, yardımcılarını kendi emri altına aldığı zaman, beldede iş tamamlanıp nizam ve intizam gerçekleşiyor ve kendisi de her hususta ihtiyacsız oluyorsa, böylece nefs de = insan ruhu, akıldan yardım istediği, ğazab kuvvetinin hamiyetini = korumasını edeblendirdiği ve şehvete musallat kıldırdığı, -bir sefer ğazab kuvvetinin mertebesini, rütbesini indirmek, şehvet kuvvetine muhalefetle tecavüzlerini engellemek ve şehvet kuvvetini ğazab kuvvetinin emri altına aldırtmak, başka bir kere şehveti kahredip ğazabı ona musallat kılmak, istek ve arzularının çirkinliğini göstermek sebebiyle- her birinin yardımıyla diğerine ğâlib geldiği zaman da, bütün kuvvetleri, yani ilim, hikmet ve tefekkür kuvvetleri mu’tedil haline gelir, ahlakı güzelleşir, beden de kalb gibi yararlı olur ve böylece kalbin yararlı olmasıyla tüm beden azalan ve duyguları mu’tedil haline gelir.
Bu yolu terk eden Allah Teâlâ’nın,“(Habîbim) Nefsinin kötü istek ve arzularını = duygularını kendisine tanrı edinen ve bu sebeble Allah’ın da kendisini herhangi bir bilgi üzerine saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu, Allah’tan sonra kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ daha akıl erdirmeyecek misiniz?” [37] mealindeki ayet-i kerîmede vas- fettiği, heva ve hevesine tapan kimse gibi olur.»[38]
Münâvî, Ârif-i Billah Cüneyd Bağdâdî’den naklen diyor ki: «Nefsini istilâ eden = emri altına alan kimse efendidir = reistir. Nefsinin hevâsı kendisini istilâ eden kimse ise, köledir = esirdir. Rabb’inin hükmü kalbine ğâ- lib olmayan kimse ise, kendi istek ve arzularına tapmaktadır.»39]
Gençlikte ekseriyet şehvet ve ğazab kuvvetleri ğâ- libdir. Allah Azze ve Celle, nefsi şeriatin idaresi altına sokanı beğenir. Bu itibarla hadîs-i şerifte: “Gerçekte Allah Teâlâ,gençlerden nefsinin istek ve arzusuna meyli olmayanı beğenir.” buyrulmaktadır.
Konevî diyor ki: «Şehvet ve ğazab tabiatiyle nefs, genç kimseyle çekişir; istek ve arzularına sevk etmek ister; şeytan da bu hususta yardım eder. Bununla beraber «sabvet = şehvet ve ğazab itibarıyla nefsin istek ve arzusu»na aşırı meyli olmayan, elbette beğenilir.»
Kimisi de: “Şehvet ve ğazab kuvvetlerinin dolusuna yakalanan, sonra da tevbe eden kimse daha beğenilir.”dediledr.Fakat,“Dikkat, ey ğâfil insan! Nice, nefsin istek ve arzularını kendisine tattıran, dünya nimetlerinde lezzetlenen vardır ki, kıyamet gününde aç ve çıplaktır. Dikkat, ey ğâfil İnsan! Nice, dünyada aç ve çıplaklar vardır; kıyamet gününde çeşitli lezzetlerden tadar ve türlü nimetlerle nimetlenir. Dikkat, ey ğâfil İnsan! Bütün özelliğiyle nefsine nice ikram ediciler vardır ki, kendisi onu alçaltmakta, rezil rüsva etmektedir. Dikkat, ey ğâfll insan! Nice nefsini alçaltıp rezil eden kimseler vardır ki, kendisi ona ikram etmektedir. Dikkat, ey ğâfil İnsan! Allah’ın, Rasûlü üzerine döndürdüğü ğanimet gibi şeylerde nice sokulup nimetlenen vardır ki, Allah’ın nezdinde kendisine hiçbir pay yoktur. Dikkat, ey ğâfil insan! Gerçekte cennetin ameli, yokuşa çıkmakla beraber zordur ve gerçekte ateşin ameli iniş olmakla beraber kolaydır. Dikkat, ey ğâfil insan! Nice bir saatin şehveti vardır ki, uzun bir zaman olarak üzüntüyü meydana getirir = doğurur.” mealindeki hadîs-i şerif, Konevî’nin sözünü teyid etmektedir.
Allah Azze ve Celle her bir insan için dört göz vermiştir: İki göz, nefsin merkezine bağlı, yani dimağa bağlı, maddi ve zâhirîdir. Bu gözle insan, eşyaları görür, tıbkı hayvan gibi aleyhinde ve lehinde olanları bu göz vasıtasıyla idrak eder. Bu kabilden en mükemmel göz, bal arısına verilmiştir. Demek bal arısının gözleri, insanın gözlerinden daha ileridir.
Ayrıca Allah Azze ve Celle her bir insana manevi iki göz vermiştir. Bu gözler ise, kalbe bağlı ve ğayb âlemini idrâk etmeye, görmeye elverişlidir. Bununla insan, maddenin ötesini görür. Nitekim erbâb-ı hakîkat, bu gözle insanın iç âlemini keşfederler; onlarca, kalbî gözlerin hakikati ğayet açıktır.
Birinci gözle insan, bedene ğıda olabilecek yemeye, giymeye elverişli hayat levâzımlarını görüp keşfettiği gibi, ikinci gözlerle, âlî ve uhrevi bâkî hayatın levâ- zımlarını bakıp keşfeder, idrâk eder, Allah Azze ve Celle’ye yakınlık ve uzaklık derecelerini bu gözle İdrâk eder. Kimisine maddi göz ğâlib gelir, yani nefs ğâlib gelir; kimisine de kalb gözü ğâlib gelir. Kimisi de her iki cihetle eşit olarak görgü sahibi olur. Kur’ân-ı Hâkim’de,“Size Rabb’iniz tarafından basiretler = mana âlemini görmeye elverişli kalb gözleri verilmiştir. Artık kim hakkı = Tevhîd, nübüvvet, haşre gönderilmek, hesab delillerini görürse = bilip iman ederse, onun bu görgüsünün faydası kendisinedir. Kim de kör olursa, zararı yine kendisinedir. Ben (Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem) sizin üzerinize bekçi ve koruyucu değilim.” [40] mealinde buyrulan ayet-i kerîme, her bir insanın dört gözlü oluşunu apaçık beyan etmekte ve hakikatte maddi gözlerin değil, manevi ve kalbî gözlerin körlüğü veyahud da görür hallerinin daha ehemmiyetli olduğunu beyan etmektedir.
Nitekim Ebû Suûd ve İmam Fahreddîn Râzî dediler ki: «Yani, nasıl ki güneşin aydınlığı sebebiyle hissî şeyler gözlerde sûretleniyorsa, böylece Kur’an ve hadîsin de manevi aydınlığından dolayı kalb gözünde ahiret yani kıyamet ahvâli ve dînin gerçek sûreti sûretlenir. Bu hikmete mebnî “Size Rabb’iniz tarafından basiretler = mana âlemini görmeye elverişli kalb gözleri verilmiştir. Artık kim hakkı = Tevhîd, nübüvvet, haşre gönderilmek, hesab delillerini görürse = bilip iman ederse, onun bu görgüsünün faydası kendisinedir. Kim de kör olursa, zararı yine kendisinedir. Ben (Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem) sizin üzerinize bekçi ve koruyucu değilim.” mealindeki ayet-i kerî-mede Tevhîd ve nübüvvet delilleri, «basiretler =kalb gözleri»yle isimlendirildi. Yani Allah Teâlâ tarafından insanlara bildirilen Tevhîd ve nübüvvet delilleri, sanki kalbin içerisinde tabilenmiş sûretler gibidirler. Artık kim ona bakarsa, kendi nefsi için bakmıştır; kimin de basireti kör olursa, karşıdaki Tevhîd ve nübüvvet delillerini görmez ki, kalbinde dînin hakikati sûretlenip tabi’len- sin.»[41]
Nefs-i emmâresi kendisine ğâlib olanın aklı, maddi gözlerinde ve idrâki de görmesinde hududlanmaktadır.
Nefs-i emmâresi mağlub olan kimsenin idrâki ise, maddi gözlerinin ötesinde, yani kalbindedir. Zira nefs-i emmâre kendi kendine ve hatta kimden korkarsa ona, kimi severse ona tapmak tabiati üzerinde yaratıldı; ve tabiatinden ayrılması kendisine teklif edildi.
Nefs-i emmâresi kendisine mağlub olan ise, kalb gözüyle her cihetle kendisinin Rabb’ine muhtaç olduğunu bilir, idrâk eder, dolayısıyla iman eder ve binne- tice Rabb’inden başkasına tapmaz, aslâ şirke düşmez. Binaenaleyh Allah Azze ve Celle’den başkasının hükmünü taleb etmek, nefsin hevâsından sayılmaktadır. Nefsin hevâsı ise, en büyük tâğûttur. Nefs, tâğûtu inkarla Rabb’inin Rubûbiyeti’ni kabul etmekle mükellef kılındı.
Nefs-i emmârenin hevâsını yok etmek ve onu esir almanın yegâne çaresi ise, nefsin, Allah Azze ve Celle’ nin hükmüne teslim ettirilmesidir, kurtuluşu da budur.
Basîreti ğâlib olan kimse, nefsin bu esaretini müşahede etmekle uhrevi âlemin hayatını idrâk ettiğinden ona hazırlık yapar, daimi bir sûrette, kazanılmasının le- vâzımlarını, sebeblerini araştırır. Bunun için Allah Teâ- lâ, nefs-i emmâresine değil, Kendi hükmüne teslim olan basîret sahihlerine hitâben: “(Habîbim) De ki: Ey kendi nefsleri aleyhine hadlerini aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Gerçek şu ki o Ğafûr ve Ra- hîm’dir. Ciddî bir pişmanlık duyarak Rabb’inize dönün, O’nun hükümlerine teslim olun; size azab gelip çatmadan önce. Sonra yayımlanılmazsınız. Rabb’inizden size indirilen en güzeline = Kur’an ve hadîsin hükümlerine tâbi’ olunuz = hayatınıza hâkim kılınız; sizler farkında olmayarak ansızın başınıza azab gelmezden önce.” [42] buyurmuştur.
Dikkat edilirse, ayet-i kerîmenin başında “Ey kendi nefsleri aleyhine hadlerini aşan kullarım!” diye buyruldu. Demek her insan, Allah’ın kulu değildir. Bilakis O’nun kulu, iman etmekle nefsinin tâğûtuna tapmaktan kurtulan kimselerdir. Binaenaleyh ancak imanî nifak, küfür ve şirkten büsbütün arınan, Rabb’inin Rubûbiyeti’ni kabul eden, Allah’ın kuludur. Bu idrâk ve kabule ulaşmak için hadîs-i şerîfte: “Dünyada vatanından uzaklaşıp hasretinde bulun; sanki sen ğarîbsin, bilakis geçen yolcusun. Ve nefsini kabir ehlinden say.” diye buyruldu. Yani: “Nefs-i emmâre daima ruhunu dünya hayatının muvakkat lezzetlerine, doğrusu kendisinin fâni vatanında ikâmet etmeye davet edip Allah’tan başkasına taptırmak ister, birtakım yaldızlı ve sihirli telkinlerde bulunur. Aldırış etme; aslî vatanın dünya hayatı değil, ondan ayrılmış olduğun cennettir. Buna, ölümü göz önünde bulundurmakla, doğrusu râbıta-i mevtle nefsi inandırırsın.” demektir.
Tâcuddîn İbnu Atâullah diyor ki: «Her ma’siyetin kökü, her ğafletin esası ve her şehvetin sebebi = illeti, nefs-i emmâreden razı olmaktır = telkinlerini kabul etmektir.
Her tâatin kökü, her uyanıklığın esası, her iffetin sebeb ve illeti, nefs-i emmâreden razı olmamak ve telkinlerini reddetmektir.»[43] Bütün ehli tasavvuf ve Müslüman âlimleri, hatta Ulûhiyeti kabul eden hukemâ, İbnu Atâullah’ın bu sözünün kaziyesinde ittifak ettiler. İnsanın iki yolu var:
1 -Nefsinden razı olmak, ona uymak.
2-Telkinlerini reddetmek, Allah Teâlâ’nın hükmünü kabul etmek ve Rasûlü’ne ittibâ’ etmektir. Üçüncü yol yoktur. Bunun için her şeyden evvel nefs-i emmâreye muhalefet etmek, onun telkinlerini reddetmek, birlikte Allah Azze ve Celle’nin hükümlerini kabul etmek ve O’na teslim olmak, her şeyden önce farz olan vazifedir. İşte bu vazifeye, terbiye-i nefs denilmektedir.
Ebû Hafs radıyallahu anh diyor ki: «Kim nefsini töhmet altına almaz ve her vakitte onu kontrol etmez, her halde ona muhalefet etmez, sair günlerinde onu tiksindiği şeylere = İslam dîninin hükümlerinin kabulüne çekmezse, şübhesiz o mağrurdur = ğurura kapılmıştır. Ve kim hüsn-ü niyetle nefsine bakar, isteklerini güzel görürse, o da helak olmuştur. Ayaa! Akıl sahibi = kalb- deki gözleri olan, hiçbir vakitte nefsinden razı olur mu? Şereflinin oğlu en şerefli şerif olan Yûsuf Peygamberin sözünü bize Kur’ân-ı Hakîm naklederek şöyle buyurur: “Ve ben nefsimi temize çekmiyorum. Amma İslam dînine teslim olmayan nefs, daima çirkini ve günahları şiddetle emredicidir; Rabb’imin esirgediği nefs müstesnadır. Gerçekte Rabb’im, Gafur ve Rahîmdir.”[44» Şeyh Cüneyd Bağdâdî de diyor ki: «Nefsin, Rabb’inin tâat ve ibadetinde olsa bile, yine de ona güvenip teslim olma. »[45]
Şeyh Abdulkâdir Geylânî kaddesallâhu sirrah-us -Subhânî diyor ki: «Afiyette veyahud belada olmak üzere nefsin iki hâli vardır, üçüncüsü yoktur.
Belaya yakalandığı zaman feryad eder, sebebler- den korkar, şikayet eder, kader-i İlâhî’ye karşı itirazda bulunur, sümme hâşâ, Rabb Teâlâ’nın Rubûbiyeti’ni töhmet altına alır,’ sabırsız olur, Allah Teâlâ’nın hükmüne rıza göstermez, hatta muvâfakat da etmez, sû-i edeb ve tesiri sebeblere isnad etmekle şirke düşer.
Afiyet ve nimette olduğu zaman, oburluk yapar, kibirliliği taslar, istek ve arzularına uyarak nimetleri sadece kendisine tahsis etmek ister, şehvânî isteklerinden herhangi birisine ulaştı mı, hemen akabinde başka bir isteğini yerine getirmeye çalışır. Ulaştığı her bir nimetten daha a’lâsına ulaşmayı arzular. Allah Teâlâ tarafından isteği verildikçe, sahibini daha zor bir duruma sevk eder. Ve nihayetsiz maksadları var; hepsine ulaşmak ister.
Bir bela başına geldi mi, kurtuluşunu diler; kurtuldu ise, yine edebsizliğine dalar. Onun ıslâhı, istek ve arzusundan ayrılıp Rabb’inin hükm-ü kazasını kabul etmesidir. Ne vakit ki, kendi kendine tapmaktan kurtulup Rabb’ine Mü’min bir abd olursa, işte o andan itibaren Allah Teâlâ da onu ahiretine zarar verecek şeylerden korur. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Gerçekte Allah Teâlâ Mü’min kulunu dünyanın fâni lezzetlerinden korur; kulu o fâni lezzetleri sevdiği halde. Nitekim kendisinden korktuğunuz için hastalarınızı yemek ve içmekten koruduğunuz gibi.” diye buyrul maktadır.» Eğer insan, bela hâlinde olsun, afiyet hâlinde olsun, Rabb Teâlâ Zül’ Celâl Hazretleri’ne döner, sadece O’na kul olursa, Allah Teâlâ onu kulluğu sebebiyle, taksîratta bulunduğu takdirde belayı göndermek sebebiyle fâni olan lezzetlerden ayırtır. Ve binnetice insan, ruhu ve kalbiyle insandır; nefsi ve hevâsı cihetiyle de hayvandır. Akıl ise, bunların aletidir; bir kere nefs onu ele geçirir, bir kere kalb.
İsmail Çetin – Terbiye-i Nefs,syf.44-58
Dipnotlar:
34.EI-Kasas Sûresi ayet 50
35.Kenz-ul-Ummâl c.16 s.23 h.n.43766
36.İbnu Asâkir Muhtasar-u Târîh-i Dimeşk c.21 s.308’de tahric ederek hadîsin mudtarib olduğunu söylemektedir. İmam Suyûtî bu haberi îrâd ederek Muâz bin Cebel’e nisbet etti ve sonuna: “Zaittir,” diye işaret etti. el-Câmiu-s-Sağîr h.n.2884.. Şârihi Hâfız Münâvî, Taberânî’nln dahi İbnu Abbas’ın hadîsinden tahric ettiğini, Hâfız Münzirî’nin hadîsin zait olduğuna işaret ettiğini söylemektedir. Feyz-ul-Kadîr c.3 s.115, el-Mu’cem-ul-Kebîr c.10 s.318 h.n. 10775, et-Terğîb vet’Terhîb c.3 s.494
Hâfız Heysümî’nin: “Taberânî’nln senedinde hadîsi terkedilen îsâ bin Meymûn bulunmaktadır.” -Mecmau-z-Zevâid c.8 s.183- demesi sebebiyle hadis mevdû’ sayılmaz; zira iki hadis birbirini takviye etmektedir.
37.EI-Câsiye S. A. 23
38.ithâf-us-Sâddet-il-Müttakîn c.7 s.217
39.Feyz-ul-Kadîr c.2 s.420
40.EI-En’âm Sûresi ayet 104
41.Tefsîr-i Kebîr ve kenarında Ebû Suûd c.4 s.170 Mecmau-t-Te- fâsir c.2 s.460
42.Ez-Zümer Sûresi ayet 53 – 55
43.Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s. 132
44.Yûsuf Sûresi ayet 53
45.Ğays-ul-Mevâhib-il-Aliyye c.1 s. 133