‘Müslümanların birliği’, ‘ümmetin vahdeti’ gibi nazarî gücünden ziyâde retorik ve sloganik tarafı daha ağır basan lafları pek sık duyuyoruz! Vahim bir ilmî yanlışa işâret etmek, inanca dair ciddî bir sapmaya parmak basmak söz konusu olduğunda, fitne çıkaran, ümmetin birliğine zarar veren her nedense bu yanlışa işâret eden, itikadî bir sapmaya karşı ümmeti îkaz eden taraf oluveriyor.
‘Bir olmanın’ ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği hususunda dahi bir fikir birliğine sahip olmadığımıza göre tartışmaktan çekinmemize de gerek yok demektir. Ancak usûlünce… Bize ait ‘Âdâbu’l-Bahs ve’l-münâzara’ literatürünü unutalı hayli zaman oldu. İlm-i hilâfa tahammül edebilecek ufuk, ilm-i cedelin meydanına çıkmaya cesaret edecek cengâver pek kalmadı. Tartışmaktan niçin korkalım? Tartışmayı becerememekten korksak ya… Münâzaranın, mübâhasenin bir edebi var idi. Bu edebe riâyet edildikte, düşüncenin, dar sokaklarda, kuytu köşelerde unutulmuş cevâhire mülâkî olması; hakikatin incecik bir tülün ardından gülümsemesi hiç de uzak değil idi. O hâlde tartışmaktan korkmamalı; tartışma sanatına bigâne kalmaktan korkmalı.
Düşünce zemininde hakkı verilmemiş bir davranışın, bir hareketin veya bir teklifin kıymeti olmadığı gibi, başarısı da yoktur. Öyle ya, niyetsiz ibâdet olmaz. Şu hâlde ‘bir olmadan’ önce ‘bir olmanın anlamı’nı tartışmak zorundayız.
‘Bir olmaktan’ bahsederken neyi kasdediyoruz? Müslümanların akide, fikir zeminindeki ayrılıklarını bir kenara bırakıp birlikte hareket etmesini mi? Yani bir tür aksiyon birliği mi? Peki bu aksiyonun teorisini, fikrî altyapısını kim kuracak? Ya da bir olmak derken ‘bir hâline gelme’yi mi kasdediyoruz? O zaman kimin ‘bir’inde birleşeceğiz? Anlaşılan ‘bir olma’ teklifi bile birçok ihtilafa sebep olacağa benziyor.
İnanç noktasında birleşmemiş yığınların bir arada bulunmaları mümkün olsa bile pek bir kıymet ifâde etmez. Zira her amel bir inancın eseridir. Kur’an-ı Hakim’de devamlı sûrette “iman edip salih amel işleyenler” denmesi câlib-i dikkâttir. Nereye varacağımızı nereye varmak istediğimiz tayin edecektir. Dolayısıyla imanda birlik olmadıkça beraberlikler sûrî, devamsız, dünyevî ve nihayet anlamsız olmaktan öteye gitmeyecektir.
Allah bize ‘müslüman’ ismini verdiğine göre neden kendimizi yanlızca ‘müslüman’ olarak isimlendirmekle yetinip diğer bütün isimleri, lakapları bir kenara bırakmayalım? Tarihin getirmiş olduğu sünnî, şiî, zeydî, eşarî, mâtûridî, hanefî, şâfî, sufî gibi isimlerle niçin ümmeti parçalara, hiziplere ayıralım? Allah bize Kur’an’da müslüman adını vermişse, kimliğimizi ortaya koymak adına ne diye başka isimlere ihtiyaç duyalım ki?!
Ümmetin birliği sadedinde sıkça duyduğumuz ancak hakikâte ve vâkıaya pek temas etmeyen popüler argümanlardan birisi böyle… Tabii siz siz olun, meselenin hakikâtini sözün retoriğine, düşünceyi lafın kalabalığına kurban etmeyin.
İşin özüne nüfûz etme adına biraz kafa yoralım: İsimlere olan ihtiyacımız, temyiz etmeye olan ihtiyacımızdan neşet eder. Bu sebepledir ki, temyiz ve tefrik etmeye lüzûm duymadığımız bir şeye isim koyma ihtiyacı da duymayız. İki şey arasında mühim bir fark meydana gelirse, tefrik etme ihtiyacı da doğacaktır. Bu ihtiyaç doğduğunda da yeni bir isim doğacaktır. İki şey arasındaki farkın mühim olup olmadığı, bu farkı mülâhaza edenin itibarına kalmıştır. Dolayısıyla bir ismin geçmişte olmaması, ya tefrik ve temyiz edilecek iki şeyin olmamasından; yâhut da bu farkın mühim olmamasından ileri gelir. Farklılıklar çoğaldıkça isimler de çoğalacak; ayırt etme eyleminin itibar cihetleri arttıkça, bir tek isim yeterli hâle gelmemeye başlayacaktır. Babamız Âdem’in bir soyadı yokken artık hepimizin bir soyadı; dedelerimizin bir vatandaşlık numarası yokken bizlerin tam onbir hâneli bir kimlik numarası vardır. Aile ve arkadaş çevresinde hüviyetimiz için sâde ismimiz yeterli olurken, resmî bir dairede artık soyadımız bile kâfi gelmemektedir.
Bunun gibi kendimizi ‘müslüman’ olarak tanımlayacağımız yer ayrıdır; sünnî, şiî diye veya mâtûridî, eşarî, selefî diye tanımlayacağımız yer ayrıdır. Nitekim Allah Teâlâ’nın bizleri müslüman diye isimlendirdiği âyetin siyâkına dikkât edilirse, meselenin Ümmet-i Muhammed ile diğer insanları din bakımından ayrıştırma sadedinde vârid olduğu fark edilecektir: “Allah uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine uyun. O önceki kitaplarda da, bu Kur’anda da size “müslümanlar” adını verdi ki, Rasul size şâhid olsun, siz de insanlara şâhid olasınız.” (el-Hac, 22/78). Sözlük anlamı olan “teslim olmak” mânâsı dışında, İslâm/ Müslim kelimesinin Kurân-ı Kerim’de dâima bu ümmet ile ehl-i kitabı, kâfir ve müşrikleri karşılaştırma, ayrıştırma sadedinde kulladıldığı dikkâtli nazarlardan kaçmayacaktır.
Buna göre, kendimizi bir kâfir karşısında tanımlamak mevzubahis ise, “müslümanım” sözünden başka bir cevaba ihtiyacımız olmayacaktır. Fakat müslümanların kendi aralarında birbirlerini “müslümanım” diyerek tanıtmaları, tanımlamaları anlamlı olmadığı gibi fonksiyonel de değildir. Zira isimlendirmenin en esaslı vazifesi temyiz ve tefriktir. Müslümanların gerek geçmişte, gerek günümüzde itikat ve amel hususunda birçok farklı mezhebe, meşrebe sahip olduğu ise tarihî bir hakikâttir. Fark olduktan sonra ismin olmaması farkı ortadan kaldırmayacaktır. O hâlde bu gibi isimler ayrıştırmak için değil; hâsıl olan ayrışmaları tespit etmek için vardır.
Binaenaleyh, söz gelişi bir müslümanın sünnî veya şiî olduğunu beyan etmesi aslında İslam’a ne şekilde inandığını beyan etmesi demektir ki, bu tarz bir beyan gerekli olduğu kadar faydalıdır da… Gereklidir, zira müslümanların birbirlerine karşı samimî olmalarının luzûmunda şüphe yoktur. Samimiyetin en mühim rükünlerinden birisi de açık olmak, neye nasıl inanıyorsa bunu dile getirmektir. Faydalıdır, zira müslümanların kendi aralarında inançlarını gizlemeleri, birbirlerini tanımalarına, sağlıklı bir alâka tesis etmelerine engel teşkil edecektir.
Dolayısıyla insanların sünnî, şiî, eşarî, selefî gibi isimleri alması İslâm’ı nasıl telakkî ettiklerini bildiren önemli birer işâretttir. Bu isimlerin mevcudiyeti, Müslümanları parçalara hiziplere ayıran bir âmil değil, zaten var olan ihtilaflara, farklılıklara işâret eden alâmetlerdir. Bu isimleri kullanmamak ihtilafları ortadan kaldırmayacağına göre; ve bu ihtilaflar ittifaklar kurmakla, siyasî antlaşmalar yapmakla ortadan kalkmayacağına göre herkesin sahip olduğu İslam anlayışını bu gibi isimlerle ifade etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Aksine bu isimlerin gerekli dahi olduğunu rahatlıkla savunabiliriz. Çünkü farkın önemli olduğu yerde farkettiricinin (isim) olmaması problemlere yol açacaktır.
“Ne sünnîyim ne de şiîyim sadece müslümanım” demek her ne kadar kulağa hoş gelse de aslında boş bir sözdür. İsimlerin lafızlarını değil anlamlarını tartışmamız gerektiğine göre; ve dahi sünnî olmak veya şiî olmak kuru bir isimlendirmeden öte bir anlam taşıdığına göre sormamız gereken kritik soru şudur: Bu iki mefhumu iki mefhum yapan şey hakkında ne düşünüyorsun? Söz gelişi, senin benimsemiş olduğun İslam’da Rasulullah’ın sahabesi nerede durmaktadır? Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den telakkî etmiş oldukları dini, olduğu gibi gelecek nesillere ve varabildiklere her bucağa ulaştıran mübârek bir nesli mi anlatıyor Sahabe? Yoksa bir kaç istisna hâricinde Hz. Peygamber’in vefâtından daha gün geçmeden dinden dönen, Allah’ın kitabını, Rasulullah’ın vasiyetini çiğnemek hususunda hiç tereddüt etmeyen bir hâinler gürûhunu mu? Yahut senin inandığın İslam’a göre, Hz. Ali’nin ve onun neslinden gelen, hata yapmaları asla mümkün olmayan onbir kişinin Rasulullah’ın halifesi olduğuna inanmak, mümin olmanın olmazsa olmaz bir şartı mıdır, değil midir? Bu şıklardan hangisini seçerseniz seçin, kendinizi belli bir isimle adlandırmasanız bile, bazı müslümanlarla aynı düşünmüş; diğer bazılarıyla da farklı düşünmüş olacaksınız. Aynı anda bütün müslümanlarla aynı fikre aynı inanca sahip olmanız mümkün olmadığına göre, siz kendinize sadece müslüman deseniz bile, hakikatte, bir görüşe, bir mezhebe mensupsunuz demektir. Tek farkınız mensup olduğunuz anlayışa bir isim takmamaktan ibâret olacaktır. Şâyet kişi bu gibi meseleler hakkında hiçbir şey düşünmüyor veya düşünmek istemiyorsa, Kur’an ve Sünnet’in bu hususlarda ne dediğini pek önemsemiyorsa, İslâm’ın düşünce sahasındaki tarihî problemleri onu ilgilendirmiyor demektir ki, bu yazı zâten ona hitap etmemektedir.
Din, esasen mensupları arasında itikat bakımından bir ayrılığın meydana gelmesini istemez. Fakat böyle bir ayrılık meydana geldiğinde de bunu görmezden gelmez. Eğer bir din orijinal hâlini muhafaza etmek gibi bir kaygı taşıyorsa –ki hak olduğunu iddia eden her din böyle bir kaygı taşır- İslam’ın itikatta meydana gelecek herhangi bir sapmaya sessiz kalması, göz yumması beklenemez. Nitekim, İslam tarihinde zuhur etmiş birçok itikadî sapmanın değişik fırka isimleri altında titizlikle kayda geçirilmesinde de böyle bir hassasiyet yatmaktadır. Bu itibarla din, her ne kadar ayrışmamayı emretse de, ayrışma vâki olduğunda bunu tescil ederek hatadan sakındırma hususunda son derece ayrıştırıcı davranır. Zira hak dinin haktan fedâkârlık yapmak gibi bir lüksü asla yoktur. Nitekim âyet-i kerimede insanların aynı inanca sahip tek bir ümmet oldukları, sonra farklı ve bozuk inançların ortaya çıkmasına binâen hakem olmak üzere Peygamberlerle berâber Kitapların gönderildiği şöyle haber verilmektedir: “İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile Kitab indirdi ki ihtilâf ettikleri noktada insanlar arasında hakem olsun” (el-Bakara 2/213). Görüldüğü üzere dinin gönderilmesi insanların ayrılığa düşmesinden sonra olmuş; ayrılık vâki olduğunda hakkı bâtıldan ayırt etmek üzere din gönderilmiş; sonuçta gönderilen dine inananlar ve inanmayanlar olmak üzere insanlar iki esaslı guruba ayrılmıştır. Dolayısıyla insanları mümin-kâfir şeklinde iki ana guruba ayırması bakımından dinin temelde ayrıştırıcı bir fonksiyon icra ettiğini söyleyebiliriz.“Ta ki Allah murdarı temizden ayırsın ve murdarları birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya yığsın ve topunu birden cehenneme doldursun” (el-Enfâl 8/37). Bu ayrıştırmanın temelinde hak-bâtıl hassasiyeti yattığı gibi, dinin, kendi mensupları arasında ortaya çıkan nevzuhur (bidat) oluşumlara karşı takındığı keskin tavırda da aynı hassasiyet bulunmaktadır.
Hâsılı, ister amelî bakımdan olsun, ister itikadî bakımdan olsun, mezhebe mensup olmadan dine mensup olmak ham bir kuruntudan ibârettir. Bu, ancak dinin asıl kaynağı Hz. Peygamber ile arasında tarihî bir mesafe olmayan ilk muhataplar açısından geçerli olabilir. Onlar hakkında dahî mutlak bir imkândan bahsetmek pek zordur. Zaten mezhep kelimesi ‘gidilen yol’ anlamındadır. Eğer din ile aranızda tarihî bir mesafe varsa dinin kaynağına varmak adına bu mesafeyi katedecek bir yola yani mezhebe ihiyacınız var demektir. Din ile bizim aramıza giren zamansal mesafe zorunlu olarak dinî bilgiyi telakki etmede bir metot ortaya koyma ihtiyacını doğurur. İşte bu dini telakkî etme metodolojisi, mezhep dediğimiz şeyin ta kendisidir.
‘Ben bir mezhebe mensup olmadan sadece müslüman olmak istiyorum’ diyen kişi sadece İslâm’ın 15 asırlık tarihini gözardı etmemekte, âdeta dinin kaynağı ile arasında hiçbir mesafe olmadığını tevehhüm etmektedir. Ya da keşke bunca ihtilaflar yaşanmasaydı da ‘müslüman’ ismi kendimizi tanımlamamıza yeterli olsaydı gibi bir temenni taşımaktadır. Bu temenni elbette hoştur lâkin temenni edince tam edesi geliyor insanın: Keşke insanlar tek bir ümmet olarak kalsalardı da, kimsin diye sorduklarında yalnızca ‘insanım’ demek yeterli olsaydı…
Fikret Çetin
Sahn-ı Semân.org