Müslümanların Savaşları
..Hz. Peygamber’in (sav) ve O’nun râşid “halîfelerinin zamanında gerçekleştirilen Islâm’ın savaşları, savunma savaşları olarak başlamıştı ve tarihte o zamana kadar tanık olunmamış bir insanlık ve düşmana karşı merhamet anlayışıyla gerçekleştirilmişti. Erken dönem Müslümanlarının, o zamanlar neredeyse dünyanın yarısını fethetmelerini ve bugüne kadar Müslümanlıklarını sarsılmadan sürdüren dünyanın yarısına yakın kısmının İslâm’a girmelerini sağlayan şey, Müslümanların savaşçılıklarının ve dolayısıyla savaşın bir ürünü değildi. Aksine Müslümanların âdil, şefkatli, merhametli ve katıksız insani tavırlarının ve uygulamalarının, dolayısıyla bu konularda bütün diğer kültürlerle ve halklarla karşılaştırıldığında sergiledikleri tartışmasız erdemlerinin ve üstünlüklerinin ürünüydü.
Bütün bu çarpıcı gerçekleri çok iyi idrak edebilmek ve görebilmek için, civar halkların ve medeniyetlerin içinde yaşadıkları veya bulundukları şartlan resmetmemiz gerekiyor: Sözgelişi, Mısırlıların, Suriyelilerin, Mezopotamyalıların ve Perslerin handiyse yüzde doksanı köleydi. Ve bu halklar, dâimâ bu Şartlar altında yaşayagelmişlerdi. Bu ülkelerden bazılarına Hıristiyanlığın girmesi, hu halkların hayat şartlarında ve statülerinde gözle görülür herhangi bir iyileşmenin yaşanmasına veya gözlenmesine imkân tanımamıştı. Hıristiyanlık, yöneticilerin diniydi ve yukarıdan aşağıya doğru topluma empoze edilmişti.
Hıristiyanların yönetimlerinde yaşayan halkların şahsî bedenleri [ve sosyal bünyeleri] asiller tarafından, zihinleri ise papazlar tarafından kontrol ediliyordu. Halklara hır şekilde sızan Hıristiyanlığın yegâne ideali, halkların özgürlüğü sadece öte dünyada hayal etmelerine neden olmaktaydı.
Asiller arasında lüks ve israf su gibi kol geziyordu ve gelişmeye değil, yozlaşma ve çürümeye yatkın bir kültür her tarafa sinmişti. Halkın çoğunluğunun durumunun hâl-î pür melâli perişandı. Hz. Peygamberin (sav) civar ülkelerin yöneticilerine, onları hurafeleri ve şirki terketmeye, ruhbanlığı ortadan kaldırmaya ve yalnızca Allah’a hizmet etmeye davet eden elçiler göndermesi ve Peygamberimizin gönderdiği elçilere gerçekten kötü muamele edilmesi bu ülkelerde bazı homurdanmaların oluşmasına yol açtı; o yüzden, bu ülkelerin çoğu yeni dinin ortadan kaldırılması için çeşitli savaş hazırlıkları içine girdiler. Bu ülkelerin çoğunun yöneticilerinin, halklarıni, İslâm’ın şer-şeytan (yani;mevcut düzeni ve düzenekleri bozacak] bir şey olduğu konusunda uyandılar ve Müslümanları yok etme girişimlerine ve savaşlarına soyundular.
Sonunda Müslumanlar kendilerine saldıran bütün ülkeleri ve toprakları fethettiler ve ortaya koydukları;adil ve kucaklayıcı davranış biçimleri nedeniyle bütün bu halkların sevgisini kazanacak kalplerini de fethetmeyi başardılar.
O zamana kadarki dünya tarihinde, fethedilenler, ne kadar teslim olmuş olurlarsa olsunlar ve hatta fethedenlerin diniyle ne kadar aynı dini paylaşıyor olursa olsunlar, kesinlikle “fethedenlerin” merhametine terk ediliyorlar ve onların iki dudakları arasından çıkacak bir çift lafa bakıyorlardı.
İlim dışındaki dinlerin, inançların ya da uygarlıkların tavaf anlayışı ve teorisi bugün de hâlâ budur, böyledir. Ancak İslâm’ın tavaf anlayışı ve teorisi böyle değildir. İslâm tavaf yasalarına / şeriatına göre, fethedilen topraklardaki İslâm’ı kabul eden herkes, bu toprakları fetheden Müslümanlarla her bakımdan kesinkes eşit oluyordu.
Ve kendi eski dinlerine inanmaya devam edenler ise, onların korunmaları, emniyetlerinin teminat akma alınmaları için müminlere sadece vergi ödemek zorundaydılar, böylelikle başka dinlerden olan bu insanlar veya halklar tam bir vicdan, yaşama ve kanaat özgürlüğüne tabip oluyorlar ve güvenlikleri garanti altına almıyor ve korunuyordu.
“Ya Islâm ya da Kılıç” alternatifleri, sanki Müslümanlar, “kılıç alternatifi’’ ile idam ya da katliamı kastediyorlarmış gibi, son derece yanlış bir şekilde yorumlanmıştır. Bu anlayışa ve yanlış yoruma göre, Kılıç, savaş demekti. Fethedilen toprakların halkları, ya Müslüman olmalıydılar, ya da sürekli savaş halini kabul etmeliydiler. Oysa kılıcın alternatifleri, hem manevî anlamda, hemde fiziki/ siyasî anlamda İslâma teslim olmaktı; ve teslim olmayanlar, zorla teslim olmaya ya da dinlerini değiştirmeye aslâ zorlanmıyorlardı. Müslümanlar, sadece güvenlerinin tehlikede olduğu durumlarda, dolayısıyla yalnızca savunma savaşı veriyorlardı.
Kaldı ki, Müslüman olmayan toplumlar,sürekli iç ve dış savaşlarla çalkalanıyordu. Müslümanlar, onlara “İslâm olun / teslim olun; barış, sükûn ve huzur bulun’’ çağrısı yaparak gerçekleştiriyorlardı fetihlerini.Müslümanlar, Mısır’ın Suriye’nin, Mezopotamya’nın, Perelerin, Kuzey Afrika’nın halklarıyla rahatça evlenebiliyorlardı. Ki, bu, bu halkların ve medeniyetlerin de, insanlık tarihinin seyrüseferi boyunca başka medeniyetlerin de daha önceden bilmedikleri, duymadıkları ve hiçbir zaman uygulanmadıkları bir şeydi. İslâm’ın bu coğrafyalara girişi, bu halklara ve medeniyetlere, yalnızca siyasî özgürlük değil, aynı zamanda entelektüel / zihnî özgürlük de getirmişti; çünkü İslâm, papazın, keşişin, ruhban sınıfının karartıcı gölgesini insan düşüncesin üzerinden kaldırıp atıveriyorlardı. Pers ülkesi hariç, bütün bu ülkelerin ve medeniyetlerin halkları, şimdi, Müslüman olduktan sonra, Arapçayı şeridi ana dilleri olarak kabul etmişlerdi ve milliyetlerinin ne olduğu sorulduğunda ise, verecekleri cevap şöyle oluyordu: Biz Arapların çocuklarıyız. Ve hepsi de, İslâm medeniyetini, Allah’ın yeryüzündeki “krallığı” / hükümranlığı olarak kabul ediyorlardı.
Bütün bunların sonucu, önceden bu tür bir imkânı ve şansı yakalayamayan halkların tam anlamıyla özgürlüklerine kavuşmaları ve dolayısıyla birkaç kuşak içinde bilim, sanat ve edebiyat eserlerinin yemişlerinin devşirilmeye başlandığı harikulâde bir medeniyet çiçeklenmesiydi.Handiyse aralıksız süren savaşlara rağmen, bu dönem, tarihin tanıklık ettiği en coşkulu, en mükemmel dönemdi. Bu dönemi değerlendirirken, Avrupalı / Batılı yazarların yazdıkları her şeyi doğruymuş gibi kabul etmemelisiniz.
Bugün olduğu gibi dün de düşmanın propagandasıyla karşı karşıya kaldığınızı unutmamalısınız.Gençliğimde, İslâm’ın ilk asırlarında fethedilen ama Islâm’a girmeyen halkların soyundan gelen çok sayıda Suriye kökenli Hıristiyan gördüm: Onlar bile, erken Müslüman döneminden bir altın çağ olarak, Halife Ömer b. Hattab (ra)’dan da kendi dinlerinin koruyucusu ve kollayıcısı olarak sözedi- yorlardı. Folklor, bazen yazılı tarihten daha fazla aydınlatıcı olabiliyor.
Yine de yazılı tarihte küçük bir araştırma yaptığınız zaman bile, Hıristi- yanlar, her zaman hoşgörülebilecek kadar kolay bir tebaa olmasa da, Haçlı Savaşlarından sonra bile Sünnî Müslümanların Hıristiyanlara karşı fanatikçe tavırlar takındığına dâir hemen hemen hiçbir hâdiseye rastlayamayacağınızı keşfedeceksiniz..”
Pitckhall,İslam Medeniyetinin Dinamikleri,syf.31-34