Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası
Özellikle Kilise Babalarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve davranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili olmuştur.
‘ Modernliğin, kadın özgürlüğü, kadın giyimi ve kadının toplumsal hayatta aldığı role göre belirlenmesi dine tepkinin bir sonucudur. Şöyle ki, Yahudilik ile Hristiyanlık gibi aslı itibariyle semavi olan büyük dinlerin bozulmasından sonra oluşturdukları olumsuz kadın imajı tepkiye sebep olmuştur. Özellikle Kilise Babalarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve davranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili olmuştur. İşte yaratılış gerçekliğine aykırı (fıtrat dışı) bu tür tutumlara karşı gelişen tepkisel tavır, “modern kadın” figürünün doğmasına zemin hazırlamıştır. Ancak kadınlar, haklarının peşinden koşarken bir başka aşırılığın kurbanı olmuş ve ev dışındaki bütün etkili güçlerin sömürdüğü bir varlığa dönüşmüştür.
Sonuç olarak denilebilir ki tarihî süreçte Yahudilik ve Hris- tiyanlığın ezdiği kadın, bugün modernliğin öğüten gücü karşısında bir başka kayboluşu yaşamaktadır. Aradaki fark ise önceki konumuna isyan eden kadının modern görüntüsünü benimsemiş olmasıdır. Ailenin iki kurucu unsurundan birisi hatta birincisi olan kadının bu yeni hâli sadece ailedeki konumunu değil bütünüyle sosyal dokuyu etkilemiştir.
Bu tespitten sonra konunun daha açıklığa kavuşması için iki dinin kadına bakışma göz atabiliriz.
Yahudilikte sabah ibadetinde, “Rabbim, beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun.” şeklindeki dua kadına yaklaşımı göstermesi açısından yeterlidir.(Ö. Faruk Harman, “Kadın”, XXIV, İstanbul 2001, s. 84.)
Hristiyanlıkta ise kadın, yasak meyveyi Hz. Âdem’e yedirip insanın cennetten kovulmasına ve insan neslinin günahkâr olmasına sebep olan, bu ilk işlenen günahla sadece şehveti değil günahı da dünyaya sokan, erkeği mahveden, baştan çıkaran bir varlık olarak kabul edilmiştir.(Harman, 85.)
Evliliğin zorunlu bir kötülük olarak görülmesi, kadının melekleri baştan çıkarmak ve insan soyunu kötülüğe itmekle özdeşleştirilmesi de bu savrulmada önemli rol oynamıştır. St. Augustin’in (ö. 430) kadınları kötülük dolu, kıskanç, kararsız ve tutarsız, bütün tartışmaların, kavgaların ve haksızlıkların kaynağı olarak takdim etmesi ve karı-koca arasındaki cinsel ilişkiyi bile günah olarak görmesi zamanla cinsel patlamaya dönüşmüştür. Katolik kilisesinin nikâh töreninde okunan duada, ‘Günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken” denilmesi bu anlayışın ürünüdür.(Harman, 85-86)
Evlilikte bile cinsel birleşmenin günah sayılması evlilikten uzaklaşmaya sebep olmuş, II. yüzyıldan itibaren kendilerini bakire olarak yaşamaya ve kiliseye hizmete adayan kutsal bakireler kurumu ortaya çıkmış, bunları, kadın münzeviler izlemiş ve böylece kadın manastırları oluşmuştur. Manastıra kapanan rahibeler temizlik sembolü olan Hz. îsâ’nın eşleri olmayı arzulamaktadırlar.(Harman, 86.)
Ortaçağ Hristiyan dünyasında kadın ve evlilik kötülenmiş, Macön Konsili’nde (585) kadının ruhunun olup olmadığı tartışılmış, XII. asırdan itibaren Batıda büyücü ve cadı avı başlamış, pek çok kadın cinlerle ilişkisi olduğu iddiasıyla yakılmış veya suda boğulmuştur. Ortaçağ boyunca Hristiyan dünyada, özellikle de kilise muhitinde yaratılış hikâyesinin temel alınarak bütün kadınların insanoğlunun düşüşüne sebebiyet verdiği kabul edilmiş ve kadın düşmanlığı perçinlenmiştir.(Harman, 86.)
Din içinde oluşan bu kadın karşıtlığı, feminist hareketleri tetiklemiş ve büyük mücadeleler sonucunda devre dışı bırakılan dinin ardından günümüzde kadınların sosyal hayatta erkeklerle eşit şekilde yer alabildikleri bir sonuca ulaşılmıştır. Evlilikte bile cinsel ilişkinin günah sayıldığı, bakire kalmanın yüceltildiği, Hz. İsa’nın eşi olabilmek için cinsellikten uzak duran kızların kutsandığı yapı, büyük ölçüde cinselliğin serbestçe yaşanabildiği yeni bir dünyaya doğru savrulmaya sebep olmuş, bir aşırılık diğerini doğurmuştur. Bugün Batı dünyasında bastırılmış arzuların isyan ettiği cinsel patlamanın arka planında bahsi geçen inanç ve tutumların bulunduğu çok kuvvetle muhtemeldir. İnsanın en zayıf olduğu dürtünün şehvet olduğu ve bu alandaki disiplinsizliğin her türlü fesadın kaynağını oluşturduğu, kadın-erkek arasındaki mesafenin neredeyse tamamen kaldırıldığı bir dünyanın inşa edildiği dikkate alınırsa yaşanan problemin kaynağı ve ciddiyeti daha iyi anlaşılabilir.
Geldiğimiz noktada kadın-erkek eşitliğine yapılan vurgu, hayatın her alanında kadın istihdamı, kadın özgürlüğü ve çağdaş görüntüsü modern kültürün öne çıkardığı ve başardığı konulardan birisidir.
Bütün dinlerin kadın-erkek beraberliğini meşru kılan tek yol olarak nikâhı belirlemiş olmalarına rağmen insanın kendi bedeni üzerinde özgürce karar verebilmesi ve seksin (seks hizmeti, seks işçiliği) ekonomik faaliyet alanına çekilmesi, bu bağlamda yargı ifade eden zina vb. gibi dinî engellere takılmadan kadın bedeni üzerinden serbest bir cinsellik düzeni kurulması modern dünyanın öne çıkan özellikleri arasındadır. Bunun aile üzerinde etkilerinin olumsuz şekilde devam ettiğini söylemek bile söz israfıdır.
Ülkemizde modernleşmenin kadın figürü üzerinden nasıl okunduğu aşağıda ele alınacaktır.
III- MODERNLEŞMENİN TÜRKİYE’DEKİ SONUÇLARI
Modernleşme, çok boyutlu bir arka plana sahip olsa da ülkemizde daha çok son dönem Osmanlı aydınlarıyla Cumhuriyet elitlerinin öne çıkardığı ileri teknolojiye ulaşma hedefli Batılılaşma / Çağdaşlaşma projelerinin genel adı olarak kabul edilir. Bu bağlamda modernleşmenin teknolojik ilerlemeyi ifade ettiği aşikârdır. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından Türkiye modernleşmesini şu başlıklar altında ele almak mümkündür:
A- İSLAM’IN KİLİSE KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEN OKUNMASI
Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi,özellikle Hristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir.
Değişim sürecinin hızlandığı ve radikal adımların atıldığı dönemlerde Türk modernleşmesi ya da çağdaşlaşmayı çalıştığı alan itibariyle siyasi, hukuki, iktisadi, askerî, teknolojik, dinî vs. açılardan değerlendiren araştırmacılar vardır. Bu onun çok boyutluluğunu gösterir. Ancak modernleşme ya da çağdaşlaşma ideolojisinin temel tezi, “din terakkiye mânidir” şeklinde ifade edilen klişe cümlede saklıdır. Bu ifade genel anlamda dinin, gelişmenin önünde engel oluşturduğu dolayısıyla onun yön verdiği gelenek içinde kalarak çağdaşlaşmanın, muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın teknolojik gelişmeleri yakalamanın imkânsızlığı üzerine kuruludur. Bu da etkili çevrelerde dine ve dinî olana karşı negatif bir tavrın gelişmesine sebep olmuştur.
Bunda son dönem Batıcı Osmanlı aydınlarının faaliyetleri, Cumhuriyet Türkiye’si üzerinde Batılı güçlerin modernleşme yönündeki operasyonlarının ve etkili araçlarla zihinler üzerinde kurduğu egemenliğin etkisi olsa da Müslümanların da kendileleri doğrultusunda oluşturabildikleri örnekliklerinin olmayışı ve etkin bir aktör olarak dünya sahnesinde yer alamayışlarını tesirinin bulunduğunu belirtmek gerekir.
Modernleşme projesi olarak Batının bilim ve tekniğine sahip olmak gerektiği yönünde iki tutum öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi özellikle Osmanlının son döneminde çok etkili olan Batıcı aydınların tutumudur. Onlar, İslam âleminin teknolojik bakımdan Hristiyan Batı dünyasından geri kalışım indirgemeci bir yaklaşımla dine bağlamışlar ve dinin hayatla irtibatının kesilmesi amacıyla ciddi çalışmalar yaparak Batılılaşmanın zorunluluğu üzerinde durmuşlar, bu sürecin de önünü açmışlardır. Bu tez Cumhuriyet Türkiye’sinin resmî ideolojisi olarak benimsenmiş, bu doğrultuda bir zihniyet inşası hedeflenmiş, devletin temel kurumlan bunu sağlayacak ve koruyacak biçimde yapılandırılmıştır.
Doğal olarak bu tezin oluşmasında, teknolojinin, Batı toplumlarında kilisenin bilim karşıtı duruşuna rağmen gelişebilmiş olmasının etkisi vardır. Batıcıların İslam’a karşı geliştirdikleri benzer yaklaşım İlahi dinin de bu açıdan suçlanmasına sebep olmuştur.
İkincisi, Osmanlının son dönemindeki İslamcıların Batılılaşma yanlılarına karşı savundukları “Batının tekniğini alıp dinî değerlerin korunması” yönündeki tezlerinin çok fazla tutarlı olmadığı, teknolojinin kendi kültürünü de transfer eden ve yepyeni bir yaşam biçimi dayatan özelliğe sahip bulunduğunun görülmesiyle anlaşılmıştır. Hatta teknolojinin dine doğrudan etkisine bakılırsa Arnold J. Toynbeenin isabetle belirttiği gibi bilim ve onun ürettiği teknoloji modern dünyada dinin yerini almış, putlaştırılmış, oluşan zenginlik ve güç dinden soğuma sonucunu doğurmuştur. (Arnold J. Toynbee, Tarihçi Açisından Din (trc. İbrahim Canan), İstanbul 1978,syf;251-254-267)
Bu iki açıdan bakıldığında teknolojinin din ile bir ilgisinin var olduğu hatta aralarında bir gerilimin yaşandığı, diğer bütün sonuçların değerlendirilmesine buradan başlanması gerektiği söylenmelidir. Ancak dinin bilime ve dolayısıyla teknolojik gelişmelere engel olduğu yönündeki Batıcı aydınların iddiası kilise-bilim ilişkisi açısından tarihî bir gerçeklik olsa da İslam açısından sanaldır ve bir geçerliliği yoktur. Çünkü modern teknoloji evrendeki sebep-sonuç ilişkilerini belirleyen İlahi kanunların maddeye uygulanmasından doğmuştur ve bu kanunları koyan da bizzat Allah’tır. Müslüman düşüncesinde bunlara kevnî âyetler denir.
Bunun dinle bir çelişkisi olamaz. Kur’ân-ı Kerîm evrendeki mükemmel denge ve düzenle ilgili olan bu kanunlara işaretle yetinerek insanlardan bu bilinçli tasarımın araştırılmasını talep eder.(Furkân (25), 2; Kamer (54), 49; Rahmân (55), 5-7; Mülk (67), 3.) Çünkü evrendeki düzenin incelenmesi Allah’a götürecek yollardan birisidir. Kâinattaki varlıkların yaratılışı ile işleyişindeki mükemmel uyum ve düzeni gören sağduyulu herkes bu yolla Allah’a ulaşabilir. Tersinden bu denge ve düzenin bozulması hâlinde kim böyle bir yaratma fiilini başarabilir? sorusuna cevap aranması da Allah’ı bulmaya götüren bir yol olabilir. Nitekim birçok âyette bu noktaya vurgu vardır.(Bkz. Kıyâme (75), 8-9; İnsân (76), 8-10; Tekvîr (81), 1-14; İnfitâr (82), 1-9; İnşikâk (84), 1-5). Kur’ân-ı Kerîm insana bu gerçekleri görebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) verildiğini,(En‘âm (6), 104.) sağduyusunu koruması ve peşin fikirli, inatçı olmaması hâlinde bunları görebileceğini söyler.(Müddessir (74), 16) Bu sebeple fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp gibi konusu madde olan ilimlerle uğraşmak İslam toplumunda farz-ı kifâye (toplumsal vecîbe) olarak kabul edilmiş, uğraşı alanının değeri bakımından dinî-dünyevi ilim ayrımına gidilmemiştir, her iki alan da aynı hükme tâbi kılınmıştır. Sonuçta her ikisi de Allah’ın ilmidir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesi insan başarısı olsa da o kanunu koyanın Allah olması Ona şükrü gerektirir ve îlahi bir lütuf olduğundan sadece insanın hizmetinde, onun işini kolaylaştıracak şekilde kullanılmayı zorunlu kılar.
Modern dünyanın, bilgiyi maddeye uygulayarak geliştirdiği göz kamaştırıcı teknolojiyle -ki dini bir kenara bırakacak kadar Batıcıları büyüleyen, hipnotize eden de budur- insana hiçbir çağda görmediği ölçüde maddi refah sağladığı söylenebilirse de dini ve ahlakı ihmali, maneviyatı devre dışı bırakması, zihinle işgal edip bambaşka bir kölelik ve sömürü düzeni oluşturması tabii-fıtri dengeleri altüst etmesi, neredeyse bütünüyle geleneksel yaşam biçimi ve düşünce tarzını değiştirmesi hatta bizzat kendisinin yeni bir din hâline gelmesi sebebiyle içinden çıkılmaz sorunlar ürettiği ortadadır.
Bugün Müslümanların teknolojik açıdan geri kaldıkları bilinmektedir. Bunun tek sebepli olarak izahı güçtür. Matta az önce de işaret edildiği üzere geri kalışın dinle irtibatlandırılması tamamen sorunlu bir yaklaşımdır. Bununla birlikte başta Abdullah Cevdet, Beşir Fuad, Kılıçzâde Hakkı, Baha Tevfik, Tevfik Fikret ve Celâl Nuri olmak üzere Batıcıların önde gelen isimleri yazdıkları birçok yazıda, geri kalış konusundaki temel tezlerini din ve Osmanlı’nın mevcut içyapısı üzerine kurmuşlar, bunun yegâne çözüm yolunun da âbâb-ı muaşeret kuralları da dâhil olmak üzere bütünüyle Batının taklit edilmesi, Asyalı kafaların Batılılaştırılması olduğunu dile getirmişler, kendi yazdıkları dışında din aleyhinde ve özellikle İslam karşıtlığında sınır tanımayan ne kadar Batılı yazara ait kitap varsa Türkçeye kazandırmışlardır. Hatta bunlardan bazıları girdikleri kompleks sonucu o derece ileri gitmişlerdir ki mesela Abdullah Cevdet Avrupa’dan damızlık adam ithal edip neslin ıslahını, Hüseyin Cahit Yalçın da Arap harflerinin atılıp Latin harflerine geçilmesini bile önermişlerdir. Batıcıların din karşıtı bu tür fikirlerine ve tercüme ettikleri eserlerdeki iddialarına karşı oldukça tutarlı ve nitelikli cevapları içeren çalışmalar yapılmış ve İslam klasiklerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Bu hususta aktif rol oynayanlar arasında Ali Suâvi, İngiliz Kerim Efendi, Ahmed Mi- dhat, Harputlu Hoca İshak Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Cevdet Paşa, İsmail Ferid, Harpûtîzâde Mustafa, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İsmail Fennî, Said Halim Paşa, Ahmed Naim, Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, ö. Ferit Kam, M. Ali Ayni, Ahmet Hamdi Akseki, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil sayılabilir.(1)
Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi, özellikle Hristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir. Bu ön yargının oluşmasında Batıda eğitim görmelerinin ve İslam’ı, ana kaynaklarından okuyup anlayabilecek yeterlilikte bir donanıma, birikime, metodolojiye sahip olamayışlarının etkisi büyüktür.(2)
Batıcılar, Batıdaki gelişmelere paralel olarak Müslüman dünyanın içinde bulunduğu sorunların aydınlanma felsefesinin zihniyetiyle aşılabileceğini savunmuşlar ve bu yönde gayret göstermişlerdir. Bunun temelinde yatan sebep, İslâm’ın modernliğe meydan okuyucu tavrı sebebiyle ciddi bir engel, önemli bir sorun ve gerçek bir tehdit olarak algılanıp buna göre tutum geliştirilmesidir. Dolayısıyla zaman içinde İslam’ı değersizleştirmeye yönelik projelerin devreye sokulup bu yolda etkili araçların kullanılmasının ana sebebi budur. Bu süreç hâlâ devam etmektedir.
Batıcıların faaliyetlerinin en dikkat çeken yönü İslam’ı modernliğin ürettiği kavramlarla yeniden tanımlayıp beşerileştirmek, dinin alanını tekrar belirlemek, böylece içi boşaltılmış, hayatla bağları koparılmış, Hristiyanlığa benzer, her şeyiyle tartışılabilir bir din oluşturmaktır. Bazı ilahiyatçıların, modernitenin meydan okuması karşısında takındıkları kompleksle Batı dünyasının otantik olmayan kendi dini metinlerini anlamak için ürettikleri bazı yöntemleri (mesela tarihselcilik) Kur’ân-ı Kerime uygulama çalışmaları, zaman zaman modernist zihniyetle ayetlerin tefsiri, bazı sahih hadislerin inkârı bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramamıştır.
İslâmî hükümlerin, kavramların, temel ilkeler doğrultusunda üretilen kültürel formların tabii ortamından soyutlanarak, dışarıdan bir bakışla ve bugünden yola çıkarak tarih inşa etme (anakronizm) tutarsızlığına aldırmadan ideolojik okumalara tâbi tutulması, istismar edilmesi, Müslümanların hâkim zihniyetini asla yansıtmayan birtakım itici uç örneklerle ya da din hakkında nefret uyandıracak figüranlarla gündem oluşturup İslâm’a karşı linç politikası izlenmesi modernlik projelerinden birisi olarak hep devrede olmuştur. Bu bağlamda Batı dünyasında İslam’ın, terör ve şiddetle özdeşleştirilmesi, bunun aracı olarak da cihâdın gösterilmesi, hadd cezalarının barbarlık olarak nitelendirilmesi, kadın üzerinden yapılan hücumlar en fazla başvurulan yol olarak öne çıkmaktadır. Ülkemiz aydınları da oryantalizmin gönüllü müritleri olarak aynı paralelde aceleci ve hızlı bir refleksle Allah-âlem, din-dünya, dünya-ahiret, din-bilim, din-kadın ilişkisini kurarken özellikle Batılıların ürettiği paradigmaları kullanarak din ve dinî olanı mahkûm etmede kararlı bir tavır takınmışlar ve buna da devam etmektedirler. Özellikle irtica, gericilik, yobazlık, tutuculuk, orta çağ karanlığı, laikliğe aykırılık gibi yaftalarla oluşturulan dogmatik tavırla da tartışmanın önüne setler çekilmiştir. Batının ülkemizdeki proje yürütücülerinden oluşan medyanın kampanyaları da bu konuda etkili olmuştur.
İslam’ın Oryantalizmin etkisiyle oluşturulan kargaşa ortamının en önemli yan etkisi, Müslümanca düşünme biçimi önünde engel oluşturarak İslâm’ın modern dünyaya sunacağı imkânlara fırsat tanımamış olmasında ortaya çıkmıştır. Bunun oluşturduğu korkuyla modernlikle çatışan ve tepkiye sebep olan değerler, ilkeler, davranış kalıpları, hayat tarzındaki ayrıntılar ya mahkûm edilmiş ya da modernleştirilmiştir. Bunun için kavramların gelil netiğiyle oynanması da en kötüsü olmuştur. Geleneksel aileye bakışın da bu açıdan eleştirilmesi ve yadırganması, küçümsenmesi, bozulmada etkili bir güç olarak kendisini göstermiştir.
Modernistlerin, “dinin sabit bir inanç sistemi olarak, kaçınılmaz biçimde sürekli değişen-gelişen hayatın ihtiyaçlarını karşılama imkânından mahrum olduğu, dolayısıyla dinin sahasının genişlemesinin hayatı donduracağı, gelişmeye engel oluşturacağı” yönündeki argümanları, dinin alanının ibadetlerle sınırlandırılması ve günlük hayattaki yapıp-etmelerin bizzat insan tarafından belirlenmesi şeklinde pratiğe dökülmüş, kilise kültürünün en etkili gücü bu tezde kendisini göstermiştir.
Çağdaş Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte özellikle “kamusal alan-özel alan” ikileminin estirdiği fırtına sonucu, bir taraftan camilerin kapısının arkasına kadar açık olduğu teziyle dine saygılı bir devlet portresi çizilirken diğer taraftan kamusal alana gökyüzünün karışmaması ilkesinden taviz vermeme adına, dini hatırlatan, onu görünür kılan en küçük bir sembole, geçici bile olsa dinin kokusunun hissedildiği basit bir düzenlemeye dahi tolerans göstermeyen, çevreden merkeze doğru ilerleme hamlesine sert tepki veren, dini sınırlandıracak kadar da Tanrının iradesine ortak olmuş, demir yumruklu bir devlet aygıtı devreye sokulmuş, devlet buna göre yapılandırılmıştır. Ancak devlet politikalarının desteğe ihtiyaç duyduğu hâllerde Cuma namazlarında bu doğrultuda okutulan hutbeler, özel alan-kamusal alan ayırımının çıkarlar söz konusu olduğunda dikkate alınmadığını göstermektedir. Verginin kutsiyetine dair hutbeler bu konuda örnek olarak zikredilebilir. Uzun zaman kurban derilerinin nereye verileceğini belirleyen devlet tavrı da ibadete müdahalenin ötesinde, İslami vakıf ve derneklerin bu yolla güç kazanmasının engellenmesini amaçlamıştır. Bu durum devletin ideolojisini koruma uğruna birçok açıdan çelişkili tutumları göze aldığını gösteren en önemli örneklerdendir.
Bütün bu gerçeklere rağmen Batıda kiliseyi devre dışı bırakan ve tüm dünyayı etkisi altına alan modernleşme süreciyle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin politikalarının paralellik arz ettiği görülür. Ülkemizdeki modernleşme yanlılarının çabalarına bakıldığında Batıdaki kilise yerine caminin, Hristiyanlık yerine de İslam’ın konulduğunu söylemek hatalı olmaz. Aydın kesimin bu uğurdaki büyük çabası, çok kısa zamanda etkisini göstermiş ve en azından kendisini Batılı olarak tanımlayan bir Türkiye doğmuştur.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde belirlenen çağdaşlaşma hedefi doğrultusundaki projeler, dinin yön verdiği Osmanlı geleneğine karşı bir tepki anlamı taşıdığı için öncelikle çatışan ve yeni ideolojiyi baskın çıkaran bir ortam oluşturma yoluna gidilmiş, dinî değerler istikametinde gelişen ve dinin toplumsal hayatta görünürlüğünü sağlayan kültürel formlar itici hâle getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle radikal Batılılaşma yanlıları yahut serbest değişimi savunanlar ile buna karşı değerlerden kopuk değişime direnenler arasında ortaya çıkan ilericilik-gericilik ayrımında din-bilim, dindarlık-dinsizlik, ulema-aydın, molla-bilim adamı, hoca-öğretmen, doktor-üfürükçü, mektep-medrese, çarşaf-mini etek gibi modernleşme sürecinde yeni ile eski kurum ve değerlerin karşı karşıya getirilmesi yaşanan problemin temel dinamiklerine ve amaca götürecek yöntemlerin kodlarına işaret eder. Özellikle eski eğitim kurumlarının mesela medreselerin masaya yatırılması, âlimlerin eleştirilmesi tesadüfi değildir. Yetişen yeni neslin zihnine nakşedilmeye çalışılan aydın ya da ilerici bilim adamı, gerici ve yobaz molladan veya âlimden farklı olarak vahyin / dinin / dogmaların (!) karanlığından aklın-bilimin aydınlığına çıkmış olan insandır ve yeni neslin bu bilinçte yetişmesi hedeflenmektedir. Bu, kiliseye karşı gelişen ve başarı kazanan hümanist-pozitivist-materyalist zihniyetin ülkemizdeki görüntüsünden başka bir şey değildir.
Çağdaşlaşma ideolojisinin Cumhuriyet Türkiye’sinde yerleşebilmesi için dinî renkli görünürlüğün engellenmesi gerekiyordu. Bunun için taşıyıcı aktörler, gericilik, yobazlık, irtica vs. gibi tanımlanmamış ve dogmatik nitelik yüklenen kavramlar üzerinden yaptıkları operasyonlarla birçok dinî fikir ya da teklifin doğmadan yok edilmesini sağlamışlar, insanların dinî yaşantısından neredeyse utanacakları bir ortam için bütün güçlerini kullanmışlardır. Bu projenin en önemli taşıyıcısı olarak ilköğrenimden yükseköğrenime kadar tüm okullarda kanunla güvenceye alınan inkılap tarihi dersleri geçmişi yok sayma, değersizleştirme, modernliği yüceltme ideolojisine hizmet edecek araç olarak tasarlanmıştır. Hâlâ bu ideoloji doğrultusunda hareket edilmektedir.
Etkili araçların da yardımıyla modernist-aydın kesim ya da Cumhuriyet elitleri, kabullerine yükledikleri mistik hava ya da dogmatik tavır ile itiraza bile yer bırakmadan modern yaşam biçimini yüceltmekle kalmayıp etkili araçların da yardımıyla bunu dayatma yoluna gitmişlerdir. Bu bağlamda dindar kesimin karar mekanizmalarına sahip merkezlere yaklaştırılmaması, buralardan uzak alanlarda tutulması, çevreden merkeze ilerlemenin önüne geçilmesi, dindarların taleplerinin engellenmesi, bu mümkün değilse asgari seviyede tutulması temel hareket noktası olarak belirlenmiştir. Muhafazakâr-dindar birisinin bakanlık, yüksek mahkeme üyeliği, müsteşarlık, genel müdürlük, mülki amirlik, belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü gibi stratejik önem taşıyan bir göreve seçildiği ya da tayin edildiği durumlarda ilk yapılan, dindarlığına vurgu yaparak bu yönde oluşabilecek tercihlerin önünü baştan kesmek olmuştur. Bunun için laikliğe bakışı, haremlik-selamlık konusu, kadın eli sıkma, içki içme, eşinin başının açık olması gibi çağdaşlık kriterlerini devreye sokarak basit bir yöntemle zihniyet tespiti yapılıp ona göre tavır geliştirilerek bir yandan uyarma diğer taraftan sindirme yoluna gidilmiştir. Mesela yakın zamanlarda Cumhurbaşkanınca ataması yapılan yüksek bir bürokratın evinde televizyon olmadığı yönünde yapılan yayınlar, atamayı yapan cumhurbaşkanının “evinde hem de uydu anten var” şeklindeki savunması; bir bakanın eşinin çarşaflı olduğu yönündeki yayınlar üzerine adı geçen bakanın eşiyle basının karşısına geçip böyle olmadığını göstermesi hafızalardaki tazeliğini koruyan sadece iki örnektir Çok ilginçtir birkaç yıl önce askerî hastanede yatan bir sanatçıy ziyaret etmek isteyen TC Başbakanının eşi başörtülü olduğu içil engellenebılmiştir. Bu süreç bugünlerde resmî çevrelerde belli ölçüde zayıflaşa da medya gibi etkin güçlerin hamleleriyle hâlâ devam etmektedir.
Böyle bir tavır doğal olarak İslam’ı kendi değerler bütünlüğü içinde sağlıklı bir yöntemle ele alma, İslam’la modernitenin sağlıklı bir ortamda karşılaşmasının imkânını ortadan kaldırdığı gibi gelenek içinde insan unsurundan kaynaklanan ve bugün de belli ölçüde etkisi devam eden bazı olumsuzlukların gözden geçirilerek ayıklanmasına yönelik çabaları baltalamaktadır. Sonuçta gelenek-modern gerilimi ve bu alanda oluşan karmaşa ülkemizin enerji kaybına sebep olmakta ve faturayı tüm halk ödemektedir. Benzer süreçlerin diğer Müslüman ülkelerde de yaşandığını belirtmeliyiz.
Aydın kesimin zihniyetini, İslam dini hakkındakı bilgilerini özellikle kilise kültürünün zihinlerinin şekillenmesindeki etkilerini yazılarının yanı sıra elektronik ortamda yer alan görüş ve konuşmalarından bile anlamak mümkündür. Mesela bir TV kanalında seçim beyannamesini değerlendiren ve aynı zamanda akademik unvanının zirvesinde bulunan bir partinin Genel Başkan Yardımcısı toplantının cuma namazı ile aynı saate gelmesini eleştirenlere verdiği cevapta: “Siyasal yaşam ile özel yaşamı birbirine karıştırmamalıyız. Bu tartışmayı doğru bulmuyorum. Sıkıntısı olan varsa cumayı kaza yapsın. Her namazın kazası vardır”[http://www.ensonhaber.com/hursit-gunes-cumayi-kaza-yapsinlar- izle-2011-04-22.html]. şeklindeki ifadeleriyle hem modern zihniyetin “din bireyseldir, vicdan işidir, kamuya taşınamaz” dogmasının pratiğini göstermiş hem de dinin kilise kültürü üzerinden ve Batılı paradigmalarla nasıl okunduğunu ortaya koymuştur. Yine bir başka öğretim üyesinin bir yazısında İslam’a göre padişahın yetkisinin Tanrı’dan gelmiş olduğunu, padişahın idari yetkisini şartsız Tanrı’dan aldığını söylemesi (Osman Okyar, “19. Yüzyıl Osmanlı Çağdaşlaşmasında Politikanın Yeri”, Liberal Düşünce, 11/7, Ankara 1997, s. 65,66.)
Cumhuriyet aydınının İslam’a yaklaşımında kilise kültürünün ne derece etkin olduğunu gösteren iyi bir örnektir. Bu yaklaşım, Hristiyanlıktaki Tanrı adına hareket eden, din ve dünyayı yöneten din adamları (ruhban) sınıfının İslam’da da var olduğu ön yargısından kaynaklanan bilgisizliğin ifadesidir. Hâlbuki İslam sadece yönetim ilkelerini belirlemiş, uygulamasını ise zaman-mekânın ihtiyaçlarına göre insanlara bırakmıştır. Bu prensipler de evrensel karakter taşır. Daha da önemlisi yönetim İlâhi değil beşeridir. Her bir yönetici yaptıklarından dolayı sorgulanabilir, gerektiğinde görevden azledilebilir, ispatlanmış olan süistimallerinden dolayı cezalandırılır. Bunun da ötesinde bizzat Hz. Peygamber İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığım beyan buyurmuş,(Dârimî, “Nikâh”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 226….) bu yönde çabası olanları açıkça uyarmıştır. (msl. bk. Kasas (28), 77; Buhârî, “Savm”, 51, 55, “Nikâh”, 89, “Edeb”, 84; Müslim, “Sıyâm”, 182,192.)
Kaldı ki İslam’ın, ruhbanlıkla bağdaşmayacağım gösteren çok önemli esasları vardır. Mesela Hz. Peygamber vahiy alsa da(Kehf (18), 110; Fussılet (41), 6.) bir beşerdir, aldığı vahye o da tâbidir.(Ahzâb (33), 2.) Bunu insanlara okur, onları güzel ahlakla donatır, kitabı ve hikmeti öğretir.(Bakara (2), 129; Âl-i îmrân (3), 164; Cuma (62), 2.) İnsanlar üzerinde zorlayıcı bir yetkisi yoktur, o sadece hatırlatıcıdır.(Gâşiye (88), 21-22.) Bir beşer olarak kişisel taleplerine itiraz edilebilir,(3)insan olarak tercihlerinde hataları olabilir.(4)
Bu ve benzeri kesitler ülkemizdeki bazı aydınların İslam’la ne kadar ilgili olduklarını göstermeye yeter örneklerden sadece ikisidir. Tutumlarına bakılırsa “bu yıl hacc kurban bayramına denk geldi” diyecek kadar dine ilgisiz ve bu yüzden bilgisiz de olsalar dinî bir konuda hüküm vermeye herkesten daha yetkili olduklarını da düşünmektedirler. Bu tutum, dinin alanını daraltma refleksinin yansımasından başka bir şey değildir.
Günümüz Türkiye’sinde din ile ilişkinin cami dışına taşmaması ülküsünü hâkim kılmak için kendilerini görevleri sayanların zihniyetinde dik kut çeken hususlardan bitişi genel anltunda din ile bir sorunlarının olmadığı, temel problemin İslam olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Yahudilik bir ırk dinidir ve diğer in sanlara kapalıdır. Hı istîyanlığın insanlığa verecek bir şeyi yoktur, İslam ise gerçek anlamda çağa meydan okuyan dinamik bir yapıya sahiptir. Hu sebeple diğer dinlere karşı saygılı davranış İslam söz konusu olduğunda esirgenmekte, din ve dini olana karşı çok güçlü bir duyarlılık gösterilmekte, bezdirme politikası izlenmekledir. Esasen bu Batı politikalarının lürkiye deki yansımasıdır. Mesela bazı yıllarda ramazan ayında her hangi bir resmî kurumun idarecisi iftar saatine bağlı basit bir düzenleme yaptığında basında kıyametler kopmuştur. En tabii hak olarak okulda namaz kılan birkaç öğrenci resimleriyle birlikte manşet lere çekilerek linç edilmiş, cuma namazına giden öğrencilerin görüntüleri haber programlarında ve gazetelerde yayınlanarak kendileri ve öğretmenleri hedef hâline getirilmiştir. (http://www.youtube.com/watchivsXJdXUDlebus)Bu okulların gerici kuşatma altında bulunduğu yönünde yorumlar yapılarak, namaz kılmanın skandal olduğu vurgulanmıştır. Bu haberleri ihbar kabul eden ilgili savcılık okul idarecileri hakkında soruşturma açmıştır .(http://www.milliyet.com.tr/2007/06/02/guncel/agun.html)
Namaz kılan öğrenci avına çıkan bir TV muhabiri okulda namaz kılmanın hukuken engeli bulunmamasına rağmen “okulda namaz kılınamayacağı” fetvasıyla okul müdür yardımcısını uyarmıştır.(http://www.youtube.com/watchivslF82qlxieWA)
Kore ve Japonya’da düzenlenen 2002 Dünya Kupasına katılan A Milli Futbol Takımında cuma namazı kılmak isteyen futbolcular yazılı ve görsel medyada kıyasıya eleştirilmiştir. Aynı şekilde Ramazanda oruç tutan futbolcular günlerce televizyon programlarında tenkit edilmişlerdir. Oysa bir dönem ülkemizin bir takımında futbol oynayan Musevî bir oyuncu hamursuz bayramı dolayısıyla maça çıkmayı reddettiğinde geleneksel Türk hoşgörüsünden hareketle takdirkâr ifadeler kullanılmıştır. İlginçtir ramazan ayında oruç tutan oyuncular yüzünden bir futbol takımının performansının düştüğünü belirten bir futbol yazarı ve TV yorumcusu Kur ân daki bir hadisten!” hareketle futbolcuların oruç tutmaması gerektiği yönünde bir içtihat! bile yapmıştır. Herkesin kendisine ait tercihlerine saygı gösterilirken İslam söz konusu olduğunda bir çifte standart geliştirildiğini görmek için özel bir incelemeye bile gerek yoktur. Bununla her an karşılaşmak mümkündür.
Bir dönemler hacc ve umre görevi için kutsal topraklara gidenlerin sayısı artmaya başladığında ülkenin döviz kaybını gündeme getirenler, tatil için Batıdaki merkezlere akın edenleri, bir öğle yemeği için Avrupa ülkelerine seyahat edenleri unutmuşlardır. Basına yansıdığı kadarıyla umreye giden bir başbakana bir general hakaret edip meydan okumuş,(http://videonuz.ensonhaber.com/izle/osman-ozbek-in-erbakan-a-kufrettigi-o-anlar)umre dönüşü Başbakan gereğinin ifası için Genel Kurmay Başkanına yazı yazmış, cevap olarak adı geçen general bir üst rütbeye yükseltilmiştir. Malezya ziyareti sırasında camide namaz sırasında namaz takkesi giyen TC Başbakanı bu sebeple gazetelerdeki köşe yazılarına konu olmuş ve kıyasıya eleştirilmiştir.
Yakın zamanda kutlu doğum haftası ihtifallerinde bazı programlarda ilahi söyleyen küçük çocukların ortaya çıkması askeri darbeye davet sebebi sayılmış ve meşruiyeti için zemin hazırlama yarışına girilmiştir. Oysa benzer yaştaki çocukların TV’lerde düzenlenen müzik yarışmalarmda olumsuz görüntülerle boy göstermesi başarı sayılmış, çağdaş bir faaliyet olarak takdirle karşılanmıştır.
Yakın zamana kadar ülkemizde eğitim-öğretim sorunları mesela üniversiteye giriş sınavlarındaki farklı puan uygulaması hep imam-hatip liseleri odaklı tartışılmıştır. Genel kanı, bu tür tedbirlerle bu okul mezunlarının sınırlı kontenjan ayrılan İlahiyat Fakültelerine girmelerinin sağlanması onun dışındaki okullara girişlerinin engellenmesidir. Bunun gerçekleşmesi için de bütün meslek liselerinin olumsuz şekilde etkilenmesi bile göze alınmıştır.
Aynı şekilde YÖK’ün farklı fakülteler arasındaki geçişe esneklik getireceği yönündeki haberlerin 04.03.2010 tarihli gazete ve TV’lerde “İlahiyat Fakültesine gir Tıp Fakültesinden mezun ol” şeklinde verilmesi oldukça manidardır.
18.01.2011 tarihli gece haberlerinde Türkiye’nin en büyük haber kanallarından birisi polis meslek liselerine bütün lise mezunlarının girebilmesini konu alan düzenlemeyi sadece İmam-Hatip Lisesi mezunlarına özgüymüş gibi takdim etmiş ve konunun özü ancak haberin en son kısmına sıkıştırılan bir bilgi kırıntısından anlaşılabilmiştir.
Bütün bunlar kilise kültürünün oluşturduğu refleksle günlük hayatta dinin görünürlüğünü sağlayan sembollerin ya da tutumların engellenmesi için geliştirilen projenin zikredilen basit ve herkes tarafından bilinen örnekleridir.
Görüldüğü üzere Türkiye’de etkili basın, Batılılaşma hedeflerinin önünü açmak için modern yaşam tarzını yüceltmek, ülke insanının gündemine sokmak ve yaygınlaştırmak, buna yönelecek eleştiri veya tehditleri sindirmek üzerine yapılandırılmış, dinî değerlerin görünürlüğünü sağlayacak pratiklerin ya da kültürel formların kıyasıya eleştirilmesi ve yok sayılması,itici şekilde kurgulanarak gösterilmesi yoluna gidilmiştir. Mesela güçlü bir spor kanalının sürekli olarak saatlerce plajda voleybol oynayan bikinili iki kadının maçını naklen yayınlamasının, filmlerde statüsü yüksek kadınların modern görünümlü olanlardan, hizmetli kadınların ise başörtülülerden seçilmesinin başka bir anlamı olamaz. Batılı yaşam biçimini tercih edenlerin yüceltildiği, dindarların ise cahil ve geri kalmışlık görüntüsüyle sahnelendiği, hoca ve dindar kesimin horlandığı, küçümsendiği film ve tiyatro sahnelerinin bilinçli bir projenin parçası olduğu inkâr edilemez. Bu tür hayat tarzını ve zihniyet dünyasını dayatan medya araçlarının gelişmesine paralel olarak bu yöntem devam etmektedir.
Ülkemizde İslamı kilise kültürü üzerinden okuma projelerinin öyle büyük etkisi olmuştur ki bugün ilericiliğin ifadesi olarak geliştirilen “Müslüman Aydın” tiplemesi neredeyse kabul görmüştür. Oysa “aydını” ortaçağ dininin / vahyinin karanlığından rasyonel aklın ve pozitivist bilimin aydınlığına çıkan düşünürü tanımlayan ve kiliseye tepkiyi ifade eden bir kavramdır. Bu açıdan “Müslüman ile Aydın” yan yana gelemez. Müslüman açısından vahiy» nefsin ve cehaletin sürüklediği karanlıktan aydınlığa çıkaran bir özellik taşır.(Bakara,257-Maide,16-İbrahim,1,5- Ahzab 43-Hadid 9-Talak 11)Ayrıca ortaçağ Müslüman açısından karanlık değil Batıyı da aydınlatan bir ışık çağıdır.
B- MODERN KADININ İNŞASI VE TOPLUMUN DÖNÜŞÜMÜ
Modernliğin, sembol olarak kadını seçmesine paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’si de aynı yönde çaba sarf etmiş, muhafazakâr kesimle Batıcılar arasındaki en gergin ilişki de bu alanda yaşanmıştır. Batıcıların kadınlara çeşitli hakların verilmesi ve dinî makamların bu konuya karışmamaları yönündeki talepleri bu alandaki çatışmaya işaret eder.
Türkiye’de toplumsal sorunların oluşumunda ve bunlara üretilen çözüm önerilerindeki dinamik tartışma ve mücadele ortamı hâlâ modernlik-gelenekçilik geriliminin devam ettiğini göstermektedir. Uzun süre gündemi meşgul eden başörtüsü tartışmaları ve millî eğitim politikalarının önemli bir kısmının İmam-Hatip Liseleri üzerinden tartışılması bu konunun sıcaklığını ve hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye’de modernleşmenin en uygun yolu olarak ‘kıyafet dili’ kabul edilmiş, bu yönde güçlü çaba sarfedilmiştir.Kadın giyimindeki değişim ve erkeklerin şapka giymesine yönelik çalışmalar bu açıdan önemli bulunmuştur. İstanbul’un en ünlü terzilerinin, yöneticileri ve eşlerin giydirmek için seferber olmaları, (Cumhuriyet ve Kızılay balolarında Batılı kıyafetler içinde şıklık yarışma girmeleri, küçük dereceli memurların aldıkları Sümerbank kıyafet yardımına maaşlarının bir bölümünü de ekleyerek, ‘Cumhuriyet Şıklığını’ temsil etme çabaları, modanın çağdaşlaşma sürecindeki rolünün en basit örnekleri olarak gösterilebilir.(Emine Koca-Fatma Koç, “Güzellik Yarışmalarının Türkiye’deki Moda Bilincinin Oluşumuna Etkileri”, Acta Turcica, 2/1 Ocak 2010, s. 263.)
Cumhuriyet döneminde modern Türkiye, kadın figürü üzerinden inşa edilirken millî dava olarak kabul edilen “Türk Modası imajıyla çağdaş giyim tarzını tercih etmiş kadınlarla Batı dünyasına, “kafes arkasında haremde yaşayan Türk kadınının ne kadar şık ve zarif olduğu” mesajının verilmesi hedeflenmiş, bu yolla modernliğin ölçütlerinden olan kadın özgürlüğünün sağlanması, kadının cehaletten, erkek himayesinden kurtarılması, erkek ile eşit noktaya getirilmesi yolunda sarf edilen büyük gayrete dikkat çekilmek istenmiştir. Modern kıyafetlerin uyumu ve farklı şekilleri hususunda çıkarılan kıyafet dergileri yönlendirici işlev görmüşlerdir.(Ş. Karlıklı-D. Tozan, Cumhuriyet Kıyafetleri, İst. 1998, s. 153’ten naklen Emine Koca-Fatma Koç, “a.g.m.”, s. 264, ayrıca bk. 267,271.)
Bu bağlamda modernleşmeyi kadın güzelliği üzerinden sergilemenin, kadının cazibesinin tahrik edici biçimde sunulmasının en pratik aracı “güzellik yarışmaları” olmuştur. Bu yarışmalar kadın özgürlüğünün bir göstergesi sayıldığı gibi bu anlayışın geniş kitlelere yayılmasının bir basamağı olarak da görülmüştür. Daha sonraları defileler, moda ve spor müsabakaları, ayrıca reklam sektörü ve görsel araçların yaygınlaşmasıyla müzik küplerindeki görüntüler ve sinema endüstrisi gibi kitlelere hitap eden etkinliklerin de eklenmesiyle bu yarışmalardaki mesaj daha da güçlenmiştir. Sonuçta bu tür araçlarla bir yandan kadın bedeninin güzelliği ve baştan çıkarıcı cazibesi sergilenirken diğer taraftan erkek zihni üzerinde bilinçli oynamalarla doğulu güzellik anlayışı, tarzı, zevki, beğeni ölçütlerinin değiştirilerek bütün bunların Batılı kadın tipine göre belirlilik kazanması için zihniyet dünyası üzerinde bir bütün hâlinde operasyonlar yapılmıştır. Bu noktadan da geçmişle bağlantının bütünüyle koparılması hedeflenmiştir. Çağdaş Türk kadınının da artık güzelliğini sergilemek, çağdaş normları yakaladığını ispat etmek için gerektiğinde bu yarışmalara katılıp mayo giymekten bile çekinmeyerek ulusal bir görev yapmanın onurunu taşıyacak bir zihniyete sahip olması gerektiği sürekli canlı tutulmuştur.(Bk. Emine Koca-Fatma Koç, 264,267,271.)
1888 yılında 350 aday ile Belçika’da düzenlenen modern zamanın ilk güzellik yarışmasıyla başlayan sürecin Türkiye’deki ilk uygulaması 1929*da Cumhuriyet Gazetesi tarafından yapılmıştır. 125 adayın katıldığı ön elemeden 48 aday çıkmış ve 60 kişilik büyük jüri tarafından Feriha Tevfık birinci seçilmiştir. İkinci güzellik yarışması yine Cumhuriyet Gazetesi tarafından 9 Ocak 1930 tarihinde düzenlenmiştir. Oluşan bazı tepkilere karşı 13 Ocak 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde asırlardan beri bir nevi esaret mahkûmu olan Türk kadınlığının özgürlüğünü iade edecek bu fırsatın değerlendirilmemesinin günah olacağını vurgulayan bir bildiri yayımlanmış ve nihayet 1932 yılında Belçika’da düzenlenen uluslararası güzellik yarışmasına katılan Keriman Halis dünya güzeli seçilmiştir. Bundan tam 20 yıl sonra (1952) da İtalya’nın Napoli kentinde yapılan Avrupa güzellik yarışmasında Günseli Başar birinci olmuştur. Keriman Halis’in birinciliği organizatörler ve katılımcılar açısından iki taraflı bir başarı sayılmıştır. Yarışmayı düzenleyenler, bu sonuçla Batılı olmayan kadınların da Batılı kadınlar gibi giyindiğinde onlar kadar hatta onlardan daha güzel, şık ve çekici olabileceği mesajını vermişler, bu yöndeki tercihler övgüye değer bulunarak teşvik edilmiştir. Nitekim daha sonraki yıllarda yapılan güzellik yarışmalarında “en iyi kostüm yarışması” da yapılmıştır. Eski Fransız başbakanlarından Edouard Herriot, Aralık 1933’de Paris’te verdiği bir konferansta, Türkiye’de peçe takmayı, çarşaf giymeyi yasaklayan hiçbir yasa olmamasına karşın Türk kadınının çağdaş giyım-kuşamı tercih ettiğini anlatmış, ayrıca 1927 yılında kadınların hâlâ peçe taktıklarını, ancak kadının çalışma yaşamında erkeğin yerini alması yönünde başlatılan seferberliğin bu eski âdete büyük bir darbe indirdiğini ve Türk kadınlarının yavaş yavaş örtülerini çıkarmaya, tayyör giymeye başladıklarını hatırlatmıştır. Bu ifadeler az önceki tezi güçlendirmektedir. Türk modernitesi ise Batı dünyasına ülke kadınının modernleşmede kat ettiği düzeyi ve Batılı kadınlardan farksız hâle geldiğini kanıtlamada bir argüman olarak kullanmıştır. Nitekim bu başarı! ulusal bir sevince dönüşerek Keriman Halise Atatürk tarafından “Ece” soyadı verilmiş, Cumhuriyet Gazetesi de konu ile ilgili özel baskı yaparak onu Batılı güzellerle kıyaslamıştır. Bu aşamadan sonra “dünya güzeli” unvanıyla Keriman Halis, halkın ilgisi ve sevgisini kazandıracak faaliyetler ve dönemin modasını yansıtan modern giysileriyle özellikle şehirli kadınların idolü hâline getirilmiştir.(age-s. 263 vd. ve buradaki kaynaklar.)
Daha sonraları uluslararası güzellik yarışmalarına Türk kızları katılmış ve belli aralıklarla birinci olmuşlardır. Aynı yöndeki operasyonlar hâlâ devam etmektedir. Mesela Almanya’nın başkenti Berlin’de doğup büyüyen 25 yaşındaki Türk kızı Sıla Şahin Türk kızları içinde ilk olarak erkek dergisi Playboy a soyunarak verdiği çıplak pozlarıyla ilgili olarak muhafazakâr Alman yorumcu Richard Herzinger, Sıla’nm verdiği pozların, genç göçmen kadınların kültürel geçmişinden sıyrılarak Alman yaşam tarzına yaklaştığının göstergesi olduğunu ileri sürmüştür.(http.//www.nethaber.com/video/2702/sila-ailesini-sucladi.html erişim: 20.04.2011)
Ailesiyle çatışma hâlinde olan Sıla, Almanya’da en çok satan dergilerden TV Digital tarafından 2011 yılının en iyi pembe dizi oyuncusu seçilerek ödülünü almış, verdiği demeçte de mutluluğunu dile getirerek kendisiyle ilgili projeler İçin sabırsızlandığını belirtmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada artık kızlarımız Batılı güzellik formlarının birer taşıyıcısı olarak sadece güzellik yarışmaları, defileler, podyumlar, reklam araçları ve spor müsabakaları gibi özel faaliyet alanlarında değil aynı zamanda sokaklarda da çağdaş kıyafetleriyle, Batılı modacıların belirlediği saç modelleriyle, makyajlarıyla, üzerlerindeki etkileyici parfümleriyle çağdaş Batılı kadından geri kalmayan görüntüleriyle modern Türkiye’nin yeni yüzü olmuşlardır. Bu konuda hemen hemen her köşe başında yer alan ve kadın bedeninin güzelliği üzerine faaliyet gösteren profesyonel güzellik salonları, estetik operasyon merkezleri, güzelliği konu alan TV programları, kadın dergileri kendilerinin hizmetindedir, özellikle sürekli göz önünde bulunan sinema yıldızları, spor dünyasındaki şöhretli aktörler, modern müzisyenler, mankenler, modacılar, tasarımcılar, reklam sektörü ve görsel medyadaki aktörler, yarışma programlarındaki sorularla öne çıkarılan ve idealize edilen isimlerden oluşan rol modellere özenti, güzelleşme üzerine kurulan ekonomi sektörü de “modern kadın zihniyetinin kalıcılığını sağlayan önemli araçlardır. Sonuçta modern kodların tanımladığı özgür, erkek ile eşit, kocasına mahkûm olmayan, itiraz edebilen, kendine güvenen, toplumsal alanın her yerinde rol alan, tam anlamıyla birey tanımına uygun kadın tipine ulaşılmıştır. Karma eğitim ve iş hayatındaki etkin kadın istihdamı ile de kadın-erkek arasındaki mesafe kalkmış, kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşmasıyla da yepyeni bir aile hayatı doğmuştur.
Modern kültürün kadın özgürlüğünü ve çağdaşlaşmayı onun giyimi üzerinden ölçtüğünü bilmeyen neredeyse yoktur. Nitekim yakın zamana kadar Türkiye’nin sürekli gündeminde olan başörtüsü sorununa yaklaşımda bunun izlerini görmek mümkündür. Müslüman açısından başörtüsü dinî bir vecibenin yerine getirilmesi ve dolayısıyla özgürlüğün simgesi iken seküler Batıcı aydınlar açısından tutsaklığın sembolü olarak görülerek çağdaş Türkiye’nin görüntüsüne yakıştırılamamıştır. Bu kabulün motive ettiği faşizan tutum ülkeyi uzun süre meşgul etmiştir. Bu zihniyeti en iyi yansıtan örnek Azerbaycan’ın başke Bakü’nün merkezî noktalarından birisinde örtüsünü atan kad heykelidir. Bu heykelin adı Âzâd (özgür) Kadın’dır ve örtüsünü çıkaran kadının özgürlüğüne kavuştuğunu resmetmektedir. Aslında tersinden tesettürlü kadının esaretini sembolize etmektedir. Nitekim bu zihniyetin Türkiye’deki örneği bunu açıkça ifade etmektedir. Bir partiye mensup kadınlar, 03 Mart 2010 tarihinde Mersin’de hilafetin kaldırılışının yıldönümünü kutlamaları sırasında “Aydınlık Türkiye İçin Kara Çarşafları Yırtın” sloganıyla çarşaf yırtmışlar, hatta bir kadın sembolik olarak üzerine aldığı çarşafı çıkarıp yere atarak öfkeyle çiğnemiş, kadınları özgürlüğe davet etmiştir. Bu da göstermektedir ki başörtüsü karşıtlığının sebebi de onun Batılılaşmaya / çağdaşlaşmaya bir tepki şeklinde algılanarak modern yaşam biçimi önünde engel görülmesindendir. Aslında çağdaş kadının inşasında önemli bir yere sahip olan hatta dindar kızları bile belli ölçüde dönüştüren modern üniversitelere girmeye bile bu görüntünün engel olması oldukça ilginçtir. Dindarlık sembolleriyle çağdaşlaşmanın olmayacağına dair bir tepkidir.(5)
Kadın üzerinden kışkırtılan cinselliğin ve serbest cinsel yaşamın post-modern dönemde hem bireysel özgürlük kapsamında görülmesi hem de ekonominin alanına dâhil edilmesiyle oluşan ilişkiler ağı modern toplumun ana karakterini oluşturan temel parametrelerden birisidir. Seksin ekonomik faaliyet olarak görülmesinden sonra da haber doğruysa kayıt dışı / merdiven altı fuhuş yapanların vergi açısından maliye tarafından takibata alınması ilginçtir.(http://www.khaber.com.tr/haber/guncel/maliye-hayat-kadinlarinin-pesinde-33623.html erişim: 28.10.2013)
Modern kapitalizmin ağında olmaktan son derece mutlu olan çağdaş Müslüman kesimin de bu yapıya çabuk adapte olduğunu söylemeliyiz. Tesettür defileleriyle Hz. Peygamber’in örtülü çıplak(Müslim,Libas,125) ifadesine aldırmadan diktikleri kıyafetleri pazarlayarak Müslüman sosyeteyi üretebilmeleri son derece takdire şayan bir başarıdır!
Tesettürün kadın özgürlüğü önünde bir engel oluşturduğu ve mahremiyet anlayışının gericilik olarak sürekli işlendiği bir dönemin zihinsel arka planında modernlik paradigmaları vardır. Bu da ailede ve toplumda kadın-erkek eşitliği, kadın üzerinden kışkırtılan cinsellik ve bu alandaki gevşeme ya da serbestlik, kadın bedeninin sömürüldüğü ve kadın mahremiyetinin kaldırılıp gözlerin beğenisine sunulduğu, bir başka ifadeyle gözün bedendeki sınırının kalktığı bir yapının egemenliğini ifade etmektedir. Kadım beceri ve üretkenliğinden yararlanmadan daha çok evin sıkıcı ortamından ve koca baskısından kurtarmayı hedefleyen toplumsal projeler sonucu kadın, tüm toplum kesimlerinin sömürüsüne açık bir figüre dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda geleneksel kadın tipinin giyimi ve rolleri değersizleştirilirken yeni bir kadın imajı oluşturulmaya çalışılmakta ve “yeni kadın” yücel- tilmektedir. Bundan dindar çevrelerin bile etkilendiğini, İslâmî kıyafet defilelerinden, tesettür içinde bile kadın bedeninin çekiciliğini ortaya koyacak giysi tasarımlarından anlamaktayız. Bu zihniyetle üretilen elbiseye karşı klasik kıyafet isteyen genç kızlara söylenen “siz anne pardesüsü mü istiyorsunuz” şeklindeki ifadeleriyle psikolojik baskı ve sindirme politikası dahi izleyenler ortaya çıkmıştır. Bu söz, herhâlde dindar kızları gericilikle, çağdışılıkla suçlamanın müslümancasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, bedenin sergilenmesini, baştan çıkaran ve kışkırtan yönünü merkeze alarak sömürüye alet edilmesini tasvip etmemektedir. Gizlenen (mahrem) beden zinetinin sadece karşı bedeni örten bir elbise indirildiğini, insanın bedeni üzeri deki giysinin örtünme için yeterli olmadığını, buna takva / iffet dokusunun kazandırılması gerektiğini de ifade eder. Elbisenin indirildiğine yapılan vurgu da çıplaklığın yaygınlaşmasının ortaya çıkaracağı felakete işaret eder:
Ey Âdemoğulları! Size hem avret mahallinizi örtecek hem de güzel görünmenizi sağlayacak elbiseler bahşettik. Hayırlı olan var ya işte o takva elbisesidir. İşte bunlar Allah ın kulluğunuzu ölçtüğü sembollerindendir (âyât). Umulur ki bu öğüdü ciddiye alırlar. Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, avret mahallerini açıp utandırmak için elbiselerini soyarak cennetten çıkmalarına vesile olduğu gibi sizi de ayartıp açılıp-saçılmanızı sağlayarak böyle bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve avanesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler ve fark ettirmeden size gelirler. Biz, şeytanları, inanmayanlara dost kıldık.”(Araf,26-27)
Ayetten anlaşıldığı kadarıyla elbisenin gerektiği şekilde bedeni örtmemesi, örtse bile ona yön verenin iffet olmaması hâlinde aile düzeninin korunamayacağına çok güçlü bir işaret vardır.
C- İTHAL ÇÖZÜMLER YA DA ÇÖZÜMSÜZLÜKLER
Türk modernleşmesindeki en büyük sancı, sosyolojik ve psikolojik şartlar dikkate alınmaksızın doku uyuşmazlığına rağmen dayatmacı bir yöntemle çözüm olarak Batılı paradigmaların, kurumların, zihniyet dünyasının olduğu gibi veya oryantalist söylemin sorgulanmaksızın ithalinde yaşanmıştır. Bu yolda yüzlerce yıllık rafine olmuş ve dinin değerleri doğrultusunda ilmek ilmek örülmüş gelenek hedef alınarak değersizleştirme politikaları devreye sokulmuştur.
Batılılaşma yönündeki tercihle birlikte resmî olarak stratejik önem taşıyan eskiye ait ne varsa çağdaşlaşma adına Batılı olanlarla değiştirilmiştir. Bu bağlamda hukuk reformu çerçevesinde şer‘î hukukun ilga edilerek Batılı kanunların iktibası, sosyo-kül- türel hayatta devrimlerin devreye sokulması, eğitim sisteminin modern Batılı değerlere göre şekillendirilmesi zikre değer uygulamalardır. özellikle harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi, şapka kanunu, hilafetin kaldırılması, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yanı sıra hayatın bütün alanlarını kuşatacak biçimde laiklik ideolojisinin devreye sokulması, maneviyata karşı seküier kültürün yüceltilmesi, görgü kurallarına varıncaya kadar Avrupa’yı taklit ve benimsetme çabaları çağdaş medeniyet! seviyesine ulaşma hedefine giden yolun açılması için gerekli görülen en önemli faaliyetler olarak dikkat çekmiştir.
Türkiye’deki değişimin örgüsüne bakıldığında çağdaşlık yanlısı entelektüel kesim, dünyadaki evrilmenin de rüzgârını arkasına almak suretiyle akademik ve popüler çalışmalarla ve modern iletişim araçlarının güçlü desteğiyle Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Batıcı aydınların doğrudan yapmak isteyip de başaramadıkları Türkiye yi dönüştürme hamlelerini, kavramların genetiğiyle oynayıp düşüncelerine masum bir görüntü vererek toplumumuzu ikna etmiş gözükmektedirler, îkna olmayanlar da yaratılan! seküier kutsallar, çağdaş dogmalar ve klişe cümlelerle bastırılmaktadır. Bunun oluşturduğu ürkeklik sebebiyle ülkemizin aile de dâhil aktüel sorunlarına üretilen neredeyse bütün çözüm arayışlarında Batılı kodlar kullanılmaya çalışılmakta, melez kavramlar merkeze alınmakta, ailenin bütün aşamalarında geçerli olan değerler dizisi bir yana bırakılmakta, bu da çözümden ziyade çözümsüzlükleri beslemektedir.
Gençliğimizin, bütün zevk alanlarında yaratılan idollerle kuşatıcı ve egemenliği altına alıcı hatta boğucu bir kültürel sarmal içine sokulduğu gözlemlenmektedir. Üniversite eğitiminin dönüştürücü özelliği, sinema, tiyatro, müzik, sporun bütün alanlarından oluşturulan yıldızlar ve bunların sürekli gündemde kalmasını sağlayan görsel ve yazılı medyadaki programlar, açık hava ve salon programları, yarışmalar ve tartışmalarla idol hâline getirilen modeller bu noktada etkili araçlar olarak öne çıkmaktadırlar. Çocukların bile odalarında bu yıldızların posterleri, ağızlarında isimleri, arkadaşıyla sohbetlerinde konuları gündemlerini oluşturmaktadır. 14 yaşında bir kızın Ramazan programında bir ilahiyat profesörüne “Duvarıma Justin Bieber posteri asıyorum, günah mı?” diye sorduğu soru, herhangi bir konserde popüler bir ses sanatçısını gören gençliğin taparcasına kendinden geçtiği anları görmek aslında başka söze hacet bırakmayacak açıklıkta her şeyi anlatmaktadır.
Görüldüğü gibi yönünü Batıya çevirmiş ve kızlarımıza Batıdan erkek getirilerek neslin ıslahını savunacak kadar kendi kültürüne yabancı ve Batı hayranı son dönem Osmanlı Batıcılarının Projesi, Cumhuriyet Türkiye’sinde popüler kültür araçları ve toplum mühendisliği ile günden güne etkisini hissettirmektedir. Bireysel hayatta Batılı yaşam tarzına adapte olmak bir yana kurumsal olarak da modern Batının kendi sorunlarına ürettiği çözümler ülkemizdeki benzer problemlere uygulanmakta, doku uyuşmazlığına bakılmaksızın çözüm diye dayatılan uygulamalar daha büyük sorunlara sebep olmakta, işin içinden çıkılmaz hâle dönüşmektedir.
D- “DİNSELLEŞTİRİLEN MODERN YAŞAM” VE ENTELEKTÜEL ÇELİŞKİ: DOGMATİK MODERNİZM
Ülkemizde modernizmin temsilcileri dogmatik karakterli yeni bir din üretmişlerdir.
Müslüman açısından din hayatın merkezindedir. İlişkilerini din belirler. Din olarak İslam, insanlığa verilen en son şanstır.
Dinin özünde de evrensellik ve süreklilik özelliklerine uygun biçimde bu dinamizm vardır. Batı modernizminin odağında da din vardır. Roma da devlet dinine dönüştüğü andan itibaren Hristiyanhk ile yüzyıllar boyunca başı dertten bir türlü kurtulamayan insanlık, Aydınlanma zihniyetiyle birlikte dini devre dışı bırakmayı başarmış ve yepyeni bir zihin inşa etmiştir. Daha çok kiliseye tepki olarak doğan din karşıtlığı gittikçe diğer dinleri, özellikle tslamiyeti de hedef alan bir projeye dönüşmüştür. Kilise dininin olumsuz hatıraları, oryantalizmin İslam karşıtı politikaları sonucu teknolojinin de gücüyle Müslüman dünya üzerinde bilinçli oynamalarla seküler alanları genişletmeyi başarmıştır. Sonuçta mabet dışında dini renk bulunan, sembol karakteri taşıyan, inancı görünür kılan ne varsa ona karşı peşin bir tepki oluşmuştur. Bu tutum bizim ülkemize daha sert bir şekilde sirayet etmiştir. Ülkemizde modernleşme projelerinin mimarı olan Batıcı Aydınlar dinî içerik taşıyan ya da ilgisi bulunan bütün kültürel formlara tepki vermekle kalmamışlar, tepeden inmeci yaklaşımla çağdaş yaşam tarzının kökleşmesi hatta neredeyse din hâline gelmesi için bütün çabayı göstermişlerdir. Mesela şehit cenazelerinde askerî bandonun Polonyalı Chopin in bestesini çaldığı Eylül 2012’deki bir şehidin cenaze töreninde “şehidi tekbirlerle uğurlayalım” diyerek susturan dönemin Kültür Bakanının tepkisi dikkat çekmiştir.()
Yine resmî törenlerde dahası Diyanet İşleri Başkanlığının en önemli etkinliklerinden olan Kutlu Doğum programlarında bile saygı duruşu süresince Amerikan kültürüne ait ağıt müziğinin çalınması bir gelenek hâlini almıştır. Bir Anadolu kasabasında peygamberini anmaya gelen insanları, ölen büyüklere ve şehitlere bu müzikle saygı duruşunda bulundurma zulmü hâlimizi anlatmaya yeter iyi bir örnektir. Onların ruhu için bir Fatiha okunması, onların rahmetle yâd edilmesi, dualarla hatırlanması yerine Batılı bir tarz olarak saygı duruşunda bulunulması ve Hristiyan-Amerikan ağıt müziğinin ikame edilmesi, şehit cenazelerinde Chopin bestesinin yankılanması gelenek-modernlik zihniyetini anlama açısından gerçekten manidardır!
Din karşısında yüceltilen seküler kültür ve seküler kutsallar İslamın tark edilmesini engellemekte, onun değerlerini, ilkelerinin yön verdiği kültür ve medeniyeti perdelemektedir. “Bu çağda bu kafa” gibi klişe dogmalarla âdeta dinin temel umdeleri daha baştan mahkûm edilerek gündeme getirilmesi bile engellenmektedir. Din içindeki her konunun çağdaş kabullerin terazisinde değerlendirilerek eleştiriye tâbi tutulabilmesi ancak dinî değerler merkeze alınarak modern kabullerin tenkit edilememesi onun dogmatik bir hüviyet kazandığının göstergesidir.
2013 yılı Kasım ayının ilk haftası içinde Türkiye’nin gündemine oturan üniversite yurtlarında kız-erkek karışık ikametin dindarlık ölçütleri açısından bir sorun olduğunu dile getirenlere karşı çağdaş yaşam tarzını savunanların demokratik kazanımlar, bireysel tercihler, özgürce yaşam gibi referanslarına bakıldığında modernlik ya da çağdaşlığın yeni bir inanç hâlini aldığını söylemek mümkündür. Modern yaşam biçiminin hem bu şekilde yüceltilmesi hem de tartışılmasının engellenmesi yönünde dogmatik bir duruşun sergilenmesi bu düşünceyi haklı kılan bir özellik arz etmektedir.
Modern dünyanın oluşturduğu kavramların yön verdiği hayatı merkeze alarak dinî değerleri tartışma konusu yapıp dışarıdan bir bakışla gericilik, tutuculuk gibi yaftalarla değersizleştir-me yoluna gidilmesi, gerektiğinde Islami kavramların modernitenin yoğurduğu zihniyet dünyası doğrultusunda tanımlanarak ele alınması da çağdaşlığın dine tahakküm eden yeni bir inanç formu olduğuna işaret eder. Mesela başörtüsünün bir Fransız giysisi olan türbana dönüştürülerek tartışma alanına çekilmesi, ilahiyat çevrelerinde bazı ilim adamlarının modernlikle çelişen Kur ân ahkâmını otantik olmayan kutsal metinlere uygulanan tarihselcilik üzerinden okumaları bu konuda örnek olarak zikredilebilir.
(1)-Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, DİA, İstanbul 1992, V, 148-152; Mehmet Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, Konya 1999, s. 63-66. Bu iki çalışma Türkiye’nin modernleşme / Batılılaşma macerası hakkında oldukça kıymetli bilgi vermektedir.
(2) İslam hukukunun yetersizliği, Müslümanların içtihat kapısını kapattıkları, birtakım hile-i şer’iyyelerle Allah’ın emir ve yasaklarının ters yüz ettikleri şeklindeki oryantalistlerin iddialarını doğru kabul ederek ya dini dışlayan ya da dinde reform isteyen Türk aydınlarının fikirleri şayan-ı dikkattir. Konuyla ilgili iddialar ve değerlendirmeleri için bk. Saffet Köse, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku, İstanbul 2004, s.9-42.
(3-) İbn Mâce, “Talâk”, 29; Nesâî, “Kudât”, 28; Dârimî, “Talâk”, 15; Tahâvî, Şerhu Me’âni’l-Asâr (nşr. Muhamed Zührî en-Neccâr), Beyrut 1399, III, 82; ajnlf., Şerhu Müşkili’l-âsâr (nşr. Şuayb el-Amaût), Beyrut 1415/1995, XI, 194.
(4)İbn Sa‘d, et-Tabakûtii l-kübrâ (nşr. İhsan Abbâs), Beyrut 1388/1968, II, 15; III, 567; Hakim, el-Müstedrek, Kahire 1417/1997, III, 524, nr. 5872-5873; Halebî, es-Siretü’l-Halebiyye, Beyrut 1400, II, 393,
(5)Burada bir hususa daha işaret etmek gerekirse Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir ihtimale açık kapı bırakmayacak şekilde başörtüsünün farz olduğu anlaşılabilirken (Nûr, 24/ 31; Ahzâb, 33/ 59) ve dolayısıyla din özgürlüğü çerçevesinde ele alınması gerekirken ona karşı bir tavrın gelişmesinin sebebi bu açıdan anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bazı ilahiyatçıların Kur’ân’da başörtüsünü farz kılan bir emrin bulunmadığı yönünde bir görüşü savunmalarının bir izahı yoktur, öte yandan başı açık olanların başını örtenlerden psikolojik baskı hissettikleri gerekçesiyle başörtüsüne karşı çıkan ve yasaklanmasını savunan kalem sahipleri yanında idari mekanizmada en katı biçimde bu yasağı uygulayanlar başörtülülere fiilî baskı yaparak müthiş bir çelişki içine düşmektedirler. Güya hissedilen baskı temel alınarak fiilî baskıyı meşrulaştırma…
————————-
Prof.Dr. Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu