Modern Müslümanın En önemli Problemi Kimlik Arayışından Uzaklaşmasıdır
İnsan, kimliğini ararken sadece bu âyet üzerinde teemmül, tedebbür ve tefekkür edecek olsa dahi, kendi aslının nereye dayandığını görecektir. “Ben ona, kendi ruhumdan üfledim/’ diyen O Allah, bir başka âyette “el-Evvelu, ve’l-Ahiruf ve’z-Zâhiru ve-l Bâtinu” demektedir. Yani ilk Benim, son da Benim. İç Benim, dış da Benim, demek. Muhyiddin-i Arabi bu âyetle ilgili olarak, “Öyle bir kuşattı ki, bir beşinci oluşuma yer bırakmadı.” der. Bir daire düşünün. Bunu mitolojik şekillerde, kendi kuyruğunu ağzına almış bir yılan olarak görürsünüz. Yani başlangıç ve son bir noktada birleşir. Eğer baş ve son Allah ise, sûfîler sorar: “Orta kimdir, nedir?” Onlara göre, bir şeyin başı ve sonu neyse, ortası da odur.
Burada insan kendi kimliğini aramaya başlayacaktır. Modern Müslümanın en önemli problemlerinden birisinin bu kimlik arayışından uzaklaşması olduğu kanaatindeyim. Kendi kimliğini, Öz değerleri üzerine inşa etmek, reconstruction yapmak, var olan üzerinden yeni bir oluşum yapmak. Âyetler, hadisler, sahabeden görüşler var. Bu yöne doğru bizi düşünmeye sevk eden, tahrik eden düşüncelerimizin bir temeli var. Bir düşünce silsilesini görmekteyiz. Bunlar, birbirinden kopuk şeyler değil. Ben burada kendimden yeni bir şey inşa etmiyorum. Var olanı anlamak ve sürdürebilmek önemlidir. Bu süreç zaten devam ediyor. Sen bu süreç içerisinde bir enstrüman olabilirsen, bu şeref sana yeter. Yeter ki çizgiden çıkmaya vesile olma. Zaten var olan o sünnetullah, o âdetullah, sen olmasan da işleyecek. Sen, eğer ona tercümanlık edersen, -ki buna sûfîler “tercüman-ı Hakk” derler- bu bizim geleneksel anlaşıyımızda büyük arif ve hekim tanımlamalarının içerisine giriyor. Hz. Ali’nin şiirlerinden birinde, “İlacın sendedir de sen farkında değilsin” ifadesi geçer.
Bu şiir, aradığın şey sende aslında, derken, acaba bir âyetin devamı olmuyor mu? Yıllar sonra gelen, bizim Anadolu İslâm anlayışının yorumcularından birisi olan Yunus Emre de aynı şeyi söylemiyor mu? Bu manada yaşanılan İslâm, 1920’lere gelinceye kadar bu âlimlerin ilmek ilmek çözdüğü irfanî İslâm idi. Yunus Emre, “Bir ben vurdur bende, benden içeru” derken, benden içeru yedi tane daha ben vardır, demek ister. Biz derslerimizde bunları anlatırken Rusya’dan matruşkalar alırdık. İçinden üç tane, beş tane çıkan matruşkalar var. Ben onların özel yedilisini yaptırmıştım. Karşınızda bir kişi var ama onu açarsanız içerisinden bir tane, bir tane daha çıkıyor, toplam yedi tane.
Nefs-i emmâreden başlayıp nefs-i kâmileye kadar çıkan yedi kimliktir bu. Burada, Rabb’i tanıyan asıl ben, Rabbimizin “Elestü bi-Rabbikum?” sorusuna “Belâ, tamam sensin”, yani “Elbette ki, sensin!” diyen nefs-i kâmile’dir. Nefs-i emmâre ise şeytanî aklı kullanan, neden, niçin, niye öyleymiş diyen kimliktir. Yani tefrik edici, ayırıcı aklı kullanan kimlik. Nefs-i kâmiledeki akıl, kalbî’dir. Allah’tan gelene, “Eyvallah!” der. İlk düzey, nefs-i emmâre olduğu için sarsılıyor. Anlam kaymaları genişliyor. Nefs-i kamile, anlam kaymalarını terk edip doğruda ilerliyor. Bunun için, nefs-i kamile insanının nasıl bir insan olduğu, felsefi anlamda, sosyolojik anlamda fazla incelenmiş de değildir.
Hz. Ali’nin, “Vefîenfusikum efelâ tubsirûn” “O sîzdedir, görmüyor musunuz?” âyetinin tevili olan bu “ilacın sendedir amma görmüyorsun” sözü ile Şeyh Galib’in,
Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem’sin sen
beyti, aynı geleneğin farklı linguistik tarzlarda devam eden aynı damar olduğunu, aynı anlamı taşıdığını ifade ediyorum.
Bizim âlemimiz, yaratılmış, sınırlı bir âlem. Biz, mutlaklar âlemi, sınırlı bir âlem içinde ne kadar ifade edebiliriz ki? Bizim ifadelerimiz, ancak sınırlı bir ifade olur. Yani aslında hiç ifade edemiyoruz, demektir. Bir yerde durdurmak gerekiyor. O zaman sadece işaretler kalıyor. Biz de bu işaretlerin izlerini sürmeye çalışıyoruz
Mahmud Erol Kılıç – Tasavvuf Düşüncesi