Makas

20240202_195936-173x300 Makas

Makas

Sol sayfada gördüğünüz bir makas resmi. Osmanlı dö­neminden kalmış. Makasın kulplarına dikkat edelim. Her iki kulpta da simetrik bir şekilde “yâ Fettâh” yazıyor. “Ey Fettâh” demektir. “el-Fettâh”, Allah Teâlâ’nın bir ismidir. “Çokça açan, hep açan” demektir. Peki, neyi açıyor Allah Teâlâ? Kalpleri açı­yor, imkânları açıyor, yolları açıyor, fırsatları açıyor, nimet ve rahmet kapılarını açıyor. Dertten dermana kapıları açıyor.

Makas kesici bir alet… Açılıp kapanan bir alet… O zaman makasa neden Allah’ın yüzlerce ismi arasından “açmak” ile il­gili ism-i şerifinin nakşedildiğini anlıyoruz. Çünkü makası bir terzi, bir hattat, bir ev hanımı, bir çalışan kullanacak. Allah’ın Fettâh ismini makasın kulpuna nakşedince o kişinin makası eline aldığı vakit hem işini yapmasını hem de Allah’ı hatırla­masını istemişler. Yani “eli kârda, gönlü yârda” olsun istemiş­ler. Makasla da zikredilir mi? Elbette. Bu resimdeki gibi bir makas size zikrettirir. Kul her işte, her halde Rabb’iyle beraber olması gerekendir. Âl-i İmrân sûresinin 191. âyetinde Rabbi- miz buyurur: “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”’ Zikrin gerçek anlamı işte budur.

Allah’ı her an anmak kulluğun esasıdır. Ancak anan uya­nır. Çünkü insan unutkandır, dünya hayatı da bir uyku gibidir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme nispet edilen bir riyavette şöyle buyrulmuştur: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.,>23 O yüzden gerçek uyanık kişi, onun bunun malım ucuza kapatan, bir makamı alavere dalavere ile kapan kişi değildir. Allah’a uyanmış adamdır. Yani nefsinin hâkimi­yetinden, gafletten kurtulmuş insandır. Böyle bir insanın her anı Allah iledir. Ne iş yaparsa yapsın. Zaten Allah’ın dostlan böyle insanlardır.

Zikri sadece dille yapılan bir şey sayıyoruz. Yanlıştır. Zi­kir asıl amelle yapılır. Yani size bağırıp çağıran birine hemen çirkinleşerek cevap vereceğiniz yerde Allah için susarsanız bu da Allah’ı zikirdir. Günlük hayatta, evde, sokakta, iş yerinde, okulda insanın karşısına çıkan tercih anlarında Allah’ın razı olduğu tarzı ve davranışı seçmek de zikirdir. Dille zikir de el­bette zikirdir. Kalbini alıştırmak için dilini, dilini alıştırmak için de kalbini alıştırmak gerekir. O yüzden tevhid kavramları­nı hem düşünce ve ifade arasındaki geçişte kullanmak hem de zikir niyetiylakullanmak gerekir. Çünkü onlar Allah’ın kelamı ve Resûlü’nün sözleridir. Feraset, takva, tevfik gibi tevhid kav­ramlarım böyle bir niyetle kullanmak elbette daha güzeldir.

Bir şeye dikkat edelim. Müminler makas gibi günlük ha­yatta kullanılan bir aleti bile güzelleştirmeye çalışmışlar. Onu süslemişler. Bizim bugün böyle bir çabamız var mı? Benim çocukluğumda radyonun, televizyonun, telefonun yeni girdi­ği mütevazi evlerde bunların üzerine dantelli örtüler yapılıp örtülürdü. O zamanlar çok garipsediğimiz, hatta dalga geç­tiğimiz bu âdetin aslında eşyayı güzelleştirmekle ilgili oldu­ğunu sonradan anladık. Yine eskiden kamyon kasaları, özel arabaların, taksilerin, dolmuşların içleri de böyle süslenirdi. Bize bugün garip hatta komik gelen bu işler de aslında tevhid ehlinin âlemi güzelleştirme çabasının yansımaları…

Tevhid ehlinin âdetlerinin bir kısmı sünnete dayanır. Ama haberimiz yok. Mesela misafire ikram, büyüğe hürmet, çocuk­ları sevindirmek… Allah zikri de günlük dilimizin içine sin­miştir. Mesela “hay hay” deriz. “Hayy”, Allah Teâlâ’nm “diri” anlamına gelen ismidir. “Yâ Hû” deriz, gitgide onu “yav”a çe­virdik. Bu da “Ey Allah!” demektir. Yine “eyvallah” deriz ki “iyi vallahi” demektir. Kızdığımıza bile, “Allah aşkına” deriz.

Evet, cisimlerde de, günlük dilde kullandığımız ifadelerde de Allah Teâlâ her zaman zikrediliyor. Çünkü Rabbimiz Anke- bût sûresinin 45. âyet-i kerimesinde buyurur: “Muhakkak ki Allah’ın zikri çok büyüktür.” Çünkü “zikir”, “hatırlamak” anla­mına gelir. Sürekli Rabb’ini unutan kul ancak Allah’ı hatırla­makla uyanır. Onun için bir insanın söyleyebileceği en büyük söz Allah’ı zikretmek, O’nu hatırlamaktır. Allah bizi hatırla­yanlardan eylesin. Unutanlardan eylemesin.

Kul sadece eşyayı, oturduğu mekânı, kıyafetini değil dav­ranışlarını da güzelleştirendir. Mesela Mevlevîler’de ilginç bir gelenek vardır. Derviş bir su bardağını eline aldığı zaman önce onu öper, öyle içer. Yattığı vakit minderini yastığını öper, öyle yatar. Kaşığını öper, yemeğe öyle başlar. Bu eşyalara, “Bunlar cansızdır, bunlar bizim istediğimiz gibi kullanacağımız, iste­diğimiz zaman atabileceğimiz şeylerdir” diye bakmaz. Çünkü bu edebin yaslandığı bir âyet-i kerime vardır: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu teşbih eder. O’nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız. O Halîm’dir, bağışlayıcıdır* (İsrâ 17/44). Bu âyet-i kerime havadaki zerrelerin, güneşin, yaprakların, otların, di­kenlerin zikrettiği gibi elimizdeki makasın da zikrettiğini bize hatırlatıyor. Allah Teâlâ’nm yarattığı bu sonsuz âlemdeki can­lı ve cansız her şeyin aslında Allah Teâlâ’yı zikretmekte oldu­ğunu bize haber veriyor. O zaman zikredene kıymet verilir.

İnsanlar haricindeki varlıklara da isim vermek bu edebin bir parçasıdır. Allah’ın eseri olan mahlûklara ve eşyaya şahsi­yet vermektir. Bu Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesel- lemin bir sünnetine dayanır. Resûlullah Efendimizin hayvan­cıklarının hepsinin isimleri vardır. Belki duymuşsunuzdur. Mesela kedisinin ismi Müezza’dır, “izzet sahibi* demektir. Bir katırının ismi Düldül’dür, bu “kirpi” demektir. Çünkü bu katır koştukça vücudu hızlı giden bir kirpininki gibi çalkalanırmış. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir devesine “Kasvâ” adını germişti ki “kulağı kesik” anlamına gelir. Sağ­mal develerinin adlan “Hannâ” (inleyen), “Sa‘diyye” (mutlu), “Şakrâ” (alkız), “Aris” (devecik) ve Begüm (hoşses) idi…

Fakat Resûlullah Efendimiz sadece hayvanlara değil eşyalara, bu arada makasına da isim vermiştir. Makasının ismi “câmi” idi. “Câmi” bildiğimiz “câmi” kelimesinin aynısı. “Câmi” ne anlama gelir? “Derleyen, toplayan, bir araya geti­ren” demek. Peki makasın işlevi “derlemek, toplamak” mı? Makas aksine bir şeyi ikiye bölen alettir. Keser, böler, parça­lar, biçim verir. Birleşirip bir araya toplamaz. Ama Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu alete “bölen” demi­yor, “bir araya getiren” diyor. Buradaki ince anlamı çok iyi kavramak lazım. Çünkü ifadesini güzelleştirmek insanı güzel­leştiren bir şeydir. Bir şeyi güzellemek aslında kendini güzel­leştirmektir, âlemi güzelleştirmektir.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu sünneti bu Mevlevi geleneğinde ve diğer tasavvuf kollarında yaşatılmış. Mesela Mevlevîler “kapıyı kapat” demezler, “kapı­yı sırla” derler. Birini “gömmezler”, onu “sırlarlar.” “Lamba­yı söndür” demezler. Çünkü insanın ocağını söndürmek gibi olumsuz bir kelimedir. O yüzden ne derler? “Lambayı din­lendir.” “Lambayı yak” demezler. Çünkü “yakmak” da iyi bir şey değil zira cehennem yakan bir şeydir, onu çağrıştırır. O yüzden onu da güzelleştirir, “lambayı uyandır” derler. Sûfiler genelde “ben” demez, “bendeniz” yani “köleniz” veya “fakir” derler. Hatta “sen” de demezler, “nazarın” derler.

Şimdi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin isim verdi­ği bazı diğer eşyalarını sayalım… Resûlullah Efendimiz sallal­lahu aleyhi vesellemin bir kazanının adı “gadir” idi. Peki, ne demek bu? “Mine, parlak” demek. Resûlullah Efendimiz’in kılıçlarının, oklarının, yaylarının da isimleri var. Palasının adı “zülfikar” (gedikli) idi. Başka bir kılıcının adı “adb” (kes­kin) idi. Yayının adı “sedâd” idi ki “nişancı” demektir. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin matarasının ismi “sâdır” idi ki “kaynak” demek. Muhtelif zamanlarda farklı atlan oldu. Atlarından birinin adı olan “Lahif”, “gök­kuşağı” demektir. Renginden dolayı böyle isimlendirmiş­ti. Başka bir atının adı ise “Mürteciz” idi ki “nida, haykınş” demektir. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin abâsının da ismi var. Bir tanesinin adı “nemir”, yani “kaplan derisi demek. Benekli benekliymiş demek ki. Hatta sarıklarının ve üstüne aldığı örtülerinin, yani ridâlarının da isimleri var. Sarıklarından siyah renkli olanın adı “ukab” idi ki “kar­tal” demektir. Yine, gri renkli olan sarığına da “sehâb”, yani “bulut” ismini vermiş.

Gördüğünüz gibi Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem canlı cansız kendi mülkündeki, elinin altındaki ema­net verilmiş varlıklara isim verirdi. Biz ise bugün pek çok şey gibi bu sünneti de unutmuş durumdayız. Evet, hayvanlarımı­za isim veriyoruz. Fakat Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem gibi eşyalarımıza isim vermiyoruz. Onları “cansız” diye değer­siz görüyoruz. Biz bugün bu güzellik anlayışından uzak oldu­ğumuz için bu gibi isimlendirmeler aklımıza bile gelmiyor. Ne kadar yanlış! Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi veselle- min bu sünnetinin, özellikle makasa onun işlevinin tam zıddı olan güzel bir isim vermesi bizim için bir güzellik örneği ol­malı. Biz de artık eşyalarımıza Resûlullah Efendimiz’e uyarak isim vermeye başlayalım. İllâ beslediğimiz hayvanlara değil. Böylece bir yandan da bir sünneti ihya etmiş oluruz. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurur: “Ümmetimin fesadı zama­nında sünnetime sarılana bir şehid sevabı vardır.

Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sadece doğruluk ve iyiliğin değil güzelliğin de örneği olduğunu unut­mayalım. Çünkü Allah’ın kulu aynı anda hem doğru, hem iyi ve hem güzel olur. Bu üç vasıf birbirinden kopuk ve ayrık de­ğildir. İç içedir. Dinimizde doğru ve iyi olan şey aynı zaman­da güzeldir. Güzel olan şey de aynı zamanda iyi ve doğrudur. Hatta “güzellik” olarak tercüme edilen “hüsn” aynı zamanda “iyilik” demektir. Nitekim aynı kökten gelen “hasene”, aynı zamanda “iyilik” ve “sevap” demektir.

İnceleyin:  Edeb yâ Hû !

Bir de bugünkü halimize bakalım. Biz güzel insanlar mı­yız? Maalesef hayatımızda güzelin bir yeri yok. Üstümüzde, dilimizde, oturmamızda, kalkmamızda, sokakta yürümemiz­de, insanlarla tartışırken, kendi fikrimizi ifade ederken, birine itiraz ederken, ders yaparken, ders dinlerken genellikle doğru, iyi ve güzel değiliz. Ama kulluk aslında bunlardan ibarettir.

Evet, müminin âlemi güzelleştirme görevi var. Bunun içi­ne kıyafetinde, evinde, mimarisinde, mahallesinde, şehrinde ve dünyada güzelliği yaymak girdiği gibi; niyetinde, düşünce­sinde, davranışlarında, bakışında da güzelliği esas alması gi­rer. Mesela mezar taşları…

Mezar taşları sadece insana ölümü hatırlatan işaretler de­ğil. Her biri bir sanat eseri… Medeniyetimizde ölüm korkunç bir şey değildir. Aksine sonsuzluğa açılan güzel bir kapıdır. Onun için ölüm kaçınılacak değil, yaratanın emri geldiğinde “eyvallah” deyip kabul edilecek bir geçiştir. Mezarlar o yüzden şehrin dışında değil içindedir. Hatta mahallede, cami bahçe- sindedir. Kısacası hayatın içindedir.

Ölüm güzel görülünce elbette mezar taşları da güzel yapı­lır. Müminin âlemi güzelleştirmesi ölümü bile kapsıyor. Me­zar taşları o kadar güzeldir ki ülkemizde yakın zamana kadar bazı hırsız çeteleri bunları çalıp Batılı ülkelerde sanat eseri diye satıyorlardı. Sonraki sayfadaki gibi mezar taşları içlerinde birçok sanatı barındırır: Şiir, tarih düşürme, hat, taş işleme, nakış… Mezar taşı yapılmadan evvel bir şair vefat eden kişinin özelliklerini anlatan bir şiir yazar. Bu şiirin sonunda o kişinin ölüm tarihini hicri takvime göre ebced hesabıyla veren mısra­lar vardır. Geleneksel olarak bu şiirler aruz ölçüsüyle yazılır.

20240202_195945-300x221 Makas

Örnek olarak böyle bir şiir verelim. Os­manlI aydınlarından Suûd el-Mevlevî Bey, 1911’de babası vefat ettiğinde şu şiiri ya­zar ve son mısrasında ebced hesabıyla vefat tarihi olan hicri 1329 (milâdî 1911) yılını dü­şürür:

Şair böyle bir şiiri yazdıktan sonra onu bir hattata verir. Hattat şiiri alır, güzel bir hatla kâğıdın üzerine yazar. Bunu bir taş ustasına verir. Bu kez taş ustası o hattı bir parşömen kâğı­da kopyalar, o kâğıdı da yapacağı mezar taşının üzerine sabit­ler. Yazıyı kâğıt üzerinden taşa kopyalayıp, taşa işler. Nakkaş da yazının etrafındaki süsleri yapar. Böylece mezar taşı bir sanat anıtı haline gelir.

Bir de sağ tarafta gördüğümüz gibi günümüzden bir me­zar taşı örneğine bakalım.

Bu mezar taşı günümüzde sıkça rastladığımız türden şe­kilsiz, zevksiz, yazılan genellikle anlamsız, imla hatalanyla dolu, insana Allah’ı hatırlatan bir unsuru olmayan, güzellikle hiçbir ilgisi olmayan mezar taşlarından biri. Osmanlı mezar taşları ile kıyasladığımızda arada fark değil uçurum oldu­ğu belli. Hangisinin bilmede, kılmada, olmada bir tevhid ehline daha yakıştığı açık. O halde bir kul için mezar taşların­da bile güzelliği ara­mak, bulmak ve icra etmek gerekir.

20240202_195948-300x215 Makas

Kişinin güzeli görmesi âlemi güzelleştiren bir şeydir. As­lında âlemde güzellikler çoktur. Ama gören göz için. Gözünüz güzeli görüyorsa her yerde güzeli görürsünüz. Ama gözünüz güzele kapalıysa çevreniz güzellik ile dolsa da yine göremezsi­niz. Bu aynen renk körlüğüne benzer. Renk körlerinin gözleri diğer insanlar gibi görür. Bir farkla… Onlar bazı renkleri bir­birine karıştırırlar. Mesela bir kısmı kırmızı ve yeşil renkleri birbirine karıştırır. O yüzden ehliyet alacakların renk körü ol­mamalarına dikkat edilir, zira trafik ışıklarını karıştırabilirler.

Böyle biri duracağı yerde geçebilir, geçeceği yerde durabilir. O yüzden kazaya sebebiyet verebilir. Bakın iki rengi birbirine karıştırmak bile insanın hayatını ne kadar etkileyebiliyor.

Güzel, göz ile ilgili bir şey. Eski Türkçe’de “güzel” kelimesi “göz’den gelir. Âzerî lehçesinde ve Anadolu’da “gözel” derler. Yani “göze değen, gözü çeken, gözü çelen, göze hoş gelen” de­mektir. O yüzden insanın gönlü güzele düşer, çünkü her insa­nın kendi güzeli kendi gözüne göredir. O yüzden “falanca hiç güzel değilmiş” denmez. O sana göre öyledir. Sevene göre ise güzeldir. Leyla ile Mecnûn’un bir hikâyesi bunu anlatır. Leyla ile Mecnûn’un aşk hikâyesini duyan o yörenin emîri, “Şu Ley­la’yı bir çağırın bakalım, bu Mecnûn’u aşkıyla deliye çeviren kadın herhalde dünya güzelidir” der. Leyla’yı getirirler, emir bakar ki karşısında kara kuru bir kız duruyor. Emir ona der ki: “Ben de seni dünya güzeli bir şey sanmıştım. Ama sıradan bir kız imişsin.” Leyla bunun üzerine şu cevabı verir: “Ama sen beni Mecnûn’un gözleriyle görmedin ki!”

Dolayısıyla güzellik görene ait bir şeydir. Biz de güzeli görmeye alışalım. Güzelliğin baş örneği Resûlullah Efendi­miz sallallahu aleyhi vesellemdir. Varlığıyla, hayatıyla, işiyle, davranışlarıyla, sözüyle, susuşuyla, emirleriyle ve yasakla­malarıyla en güzel zattır. En güzel ahlâkı temsil eden zattır. Dolayısıyla onu örnek alalım. Onun sünneti hayatı yaşama, iş yapma, düşünme, ifade etme tarzı demektir. O zaman kulun sünnete uyması demek, Resûlullah sallallahu aleyhi veselle- min tarzı ve şahsiyetine uymak demektir. Biz de hem sünnete uyalım hem de unutulmuş sünnetleri canlandıralım. Mesela kullandığımız eşyalara, aletlere isim verme sünnetini hemen uygulamaya başlayalım. Oturduğumuz kanepeye, sandalyeye, hatta odaya bir isim verelim. Masanın, halının, aynanın bir ismi olsun. Böylece hem Resûlullah Efendimiz sallallahu aley­hi vesellemin şefaatine nail olma ümidimiz olur hem de dün­yayı, evimizi, hayatımızı bir nebze daha güzelleştirmiş oluruz.

Bizim medeniyetimiz her şeyde en güzeli yapmak, en güzeli olmaktır. Fakat bizim güzellik ölçümüz şunun bunun değil; Allah’ın, O’nun “en güzel örnek” olarak vasfettiği resû- lünün, Allah’ın ve Resûlü’nün ipine sımsıkı sarılan bütün gü­zeller silsilesinin ölçüsüne göredir. Bu ölçüye uymayan her şey sakat, sakil ve çirkindir. İsterse bütün dünya onu güzel görsün.

“Makas” kelimesi Arapça’da “kıssa” kelimesi ile aynı kök ten gelir. Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerîm’de birçok kıssa vardır. Hatta Kasas sûresi vardır ki “kıssalar” demektir. Rabbimiz ‘ahsenü’l-kasas”, yani “en güzel kıssa” diyerek Hazret-i Yusuf aleyhisselâmın kıssasını anlatır. “Kıssa” kelimesinin sözlük anlamı “iz, işaret bırakmak” demektir. Demek ki belirgin kılı­nan, önemli, çarpıcı şeylere “kıssa” deniliyor. Peki, makas ile kıssanın arasındaki ilişki ne? Ben şöyle düşünüyorum: Kıssa gibi makas da aslında bir şeyi belirgin hale getiriyor. Çünkü berber saçımızı makasla kestiğinde kulaklarımızı, alnımızı, yüz hatlarımızı açığa çıkarıyor, belirginleştiriyor. İşte kıssanın bir anlamı da bu. Gerçeği, hakikati, hikmeti açığa çıkarma­ya deniyor. Makas nasıl bir kumaşa, bir kâğıda belirli şekiller vermek için kullanılıyorsa kıssalar da aslında bu dünyadaki sonsuz olaylar kalabalığı içinden bize belli anlamlan çıkarıyor ve önümüze net bir şekilde koyuyor. Öyle ki ondan ibret ala­lım, ders çıkaralım. Ona göre davranalım.

Rabbimiz’in eski zamanlardaki insanların yaptıklarını, et­tiklerini bize bildirmesi bizim hem bilgi kazanmamız hem de o bilgiyle amel etmemiz içindir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadis-i şeriflerinde zik­redilen kıssaların her biri birçok hikmet bildiren cevherlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Musa aleyhisselâmın, Yusuf aleyhis- selâmm, İbrahim aleyhisselâmın kıssası var. Böyle birçok pey­gamberin kıssaları zikrediliyor. Allah Teâlâ neden zikrediyor bunları? Örnek alalım diye. Çünkü bu peygamberler de bizim gibi hayatlar yaşamışlar. Yakub aleyhisselâm evladını kaybet­miş? Peki bugün evladını kaybeden anne baba yok mu? Var. Yu­suf aleyhisselâm kıskanılmış, iftiraya uğramış, zulüm görmüş, hapse düşmüş. En sonunda devlet görevine gelmiş. Bugün buna benzer olayları yaşayan insanlar yok mu? Elbette var. Musa aleyhisselâm, ilahlık iddiasında bulunmuş bir firavun ile müca­dele etmiş. Hızır aleyhisselâm ile seyahat etmiş, ondan hikmet­ler görmüş. Allah Teâlâ nebisine bazı hikmetleri başka bir kulu üzerinden öğretmiş. Dolayısıyla bunların hepsinde çok büyük anlamlar var. Hepsinden biz kendi hayatımız için, günlük haya­tımız için, ahlâkımız için, tuttuğumuz yol için örnek alabiliriz. Mesela Hızır aleyhisselâmm kıssasından dünyada sadece bizim bildiğimiz veya gördüğümüz şeylerin olmadığını, Allah’ın her şeyi ve olayı bir hikmet üzerine yarattığını anlarsak biz de gün­lük hayatımızda insanları ve olayları anlamlandırmada hikmeti ölçü yapmaya başlarız. Kınamadan, yüzeysel kararlar vermeden önce derinlemesine düşünmeyi ve hüsnüzan etmeyi öğreniriz.

Bizde temsil, yani misal, örnek verme sadece görsel sanat­larda değil sözlü sanatlarda da esastır. Masal, fıkra, menkıbe, kıssa bunlar gerçeği temsil eden şeylerdir. Mesela Ferîdüd- din Attâr hazretlerinin güzel eseri Mantıku’t-Tayr’da kuşlar konuşur. Peki gerçekte kuşlar konuşur mu? Eğer dünyadaki nesnelere kalp gözüyle değil de baş gözüyle bakarsak elbette konuşmaz. Ferîdüddîn Attar kuddise sirruhu da bunu elbette biliyordu. Ama bildiği başka bir şey daha vardı: Yaratanın her yarattığı O’nu kendi haliyle, kendi diliyle zikreder. Kâinat, gü­neş, gezegenler, yıldızlar, insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar taşlar, havadaki zerreler, canlı cansız her şey… İsrâ sûresinin 44. âyetinde Rabbimiz buyurur: “Yedi gök, yer ve bunlarda bu­lunanlar O’nu teşbih eder. O’nu hamd ile teşbih etmeyen hiç­bir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız. O Halîm’dir, bağışlayıcıdır.” Ferîdüddîn Attar’ın kuşlan konuştu­rarak bizlere aktardığı gerçekler bu âyetin bir temsili değil mi?

Fıkra da böyledir. “Fıkra”, “fakir” kelimesiyle aynı kök­ten gelir. “Oymak, yerde çukur açmak” demektir. Zaten fık­ra da bizim zihin dünyamızda bir çentik açar. Bir bilgiyi veya duyguyu perçinler. Bunu yapmanın en güzel yollarından biri mizahtır. Nitekim günlük dilimizde kullandığımız bazı hü­küm bildiren sözler de fıkralardan alınmadır: “Ye kürküm ye”, “Hırsızın hiç mi suçu yok?” gibi… Aslında “fıkra” kelimesine eskiden “latife” denirdi. “Latif’, “hoş ve güzel” demektir. De­mek ki “latife” de “hoş olan söz, hikâye, olay” anlamındadır.

İnceleyin:  Nasıl Olduk da Bu Hale Geldik ?

Bizde fıkra denilince akla hemen Nasreddin Hoca gelir. Hoca fıkraları medeniyetimizin her coğrafyasında, her dilde gerçekleri en hoş şekilde ifade eder. Bugün toplumumuzda Nasreddin Hoca fıkrası bilmeyen veya duymayan biri herhal­de yoktur. Bu zat Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinin Hortu kö­yünde doğdu. Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü. Babası­nın ölümü üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e yerleşti, evliyadan Seyyid Mahmud Hayrânî ve Sey­yid Hacı İbrahim’den tasavvuf! terbiye gördü. Medresede ders okuttu ve kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dola­yı kendisine “Nasrüddin Hâce” adı verilmiş, sonradan bu ad “Nasreddin Hoca” biçimini almış…

Nasreddin Hoca’nın mürşidi olan Seyyid Mahmud Hay­rânî hazretlerinin çağdaşı Mevlânâ hazretleridir. Hatta bir menkıbede şöyle anlatılır: Mevlânâ hazretleri, Konya’ya gelip kendisini ziyaret eden Akşehirli Şeyh Sinâneddin’e Mahmud Hayrânî’yi sorar. O da, “Onu tüyleri birbirine karışmış bir tilki gibi bir köşede oturmuş ve sizin âleminize karşı gözlerini kapa­mış bir halde buldum” karşılığını verir. Bu cevap üzerine Mev­lânâ sadece gülümser. Sinâneddin, Akşehir’e gittiğinde çarşıda Mahmud Hayrânî’yi murakabe halinde bulur ve yanına otu­rur. Mahmud Hayrânî hazretleri hafifçe gözlerini açarak ona, “Ey Şeyh Sinâneddin! Eğer biz başların başı ve hür insanların reislerinin sultanı zamanında bir tilki olursak canımıza min­net!” der. Bunun üzerine Sinâneddin onun elini öperek gönlü­nü ahr. Konya’ya gittiğinde Hazret-i Mevlânâ’yı tekrar ziyaret eder. Mevlânâ hazretleri ona, “Dünyada kalbi aydın kimseler çoktur” der ve şu beyitleri okur: “Eğer o Mecnûn sağ ise söyle gelsin, benden benzeri görülmemiş bir Mecnûnluk öğrensin. Eğer sen Mecnûn olmak istersen elbisene benim nakşımı dik. Her Mecnûnluk için bir müddetten sonra şifa bulmak vardır. Ey Mecnûn! Sana ne oldu da bu hastalıktan kurtulmadın?” Sinâneddin bu sözlerden çok etkilenir. Cezbeye kapılarak dağ­lara çıkar, bir yıl oralarda kalıp kendine gelemez.

Nasreddin Hoca fıkraları sadece ülkemizde değil, medeni­yet coğrafyamızın çok geniş bir alanında anlatılır. Ortadoğu’da, Balkanlarda, Orta Asya’da, Kafkaslar’da… Urduca’da “Molla Nasreddin”, Arapça’da “Çuha”, Boşnakça’da “Nasrudin Hodza” diye bilinir. Tarikler ise ona “Müşfiki” derler. Sadece Bulgarlar arasında 2000 dolayında fikrası anlatılır. Tabii ki her halk ken­dinden bir şeyler katarak Nasreddin Hoca’nm kendi versiyonu­nu oluşturmuş. Romen halkı arasında bir zamanlar, “Bir gün dahi Nasreddin Hoca’dan bahsedilmeden geçerse dünya altüst olur” inancı yaygındı. Hoca her yere o kadar etki etmiştir ki bu­gün İtalya’da Sicilya adasındaki fıkralarda ismi geçen “Giufâ” (Ciufa olarak telaffuz edilir) karakteri de Nasreddin Hoca’dan alınmıştır. Hoca o kadar meşhurdur ki, bugün Batı’dan alman fikralar bile ona mal edilerek anlatılır. Günlük hayatta pek çok durumda onun bir fıkrası anlatılarak sohbetler zenginleşir.

Komedi veya mizah en güzel anlam aktarma yöntemlerin­den biridir. Hikmetleri, fikirleri, soyut konulan mizah ile in­sanlara anlatmak ve benimsetmek daha kolaydır. Bunun için her hoca fıkrasının, masalın veya kıssanın sonunda “kıssadan hisse” diye bir cümle vardır. Yani her fıkra aslında bize bir gerçeği latife şeklinde sunuyor. Kısa ve komik bir temsil ile verildiği için o ibreti unutmuyoruz.

Mevlânâ hazretlerinin dediği gibi bir anlamı örnekle an­latmak anlaşılmasını kolaylaştırır ama maalesef çoğu insan ör­neğe takılır da anlama bakmaz. O yüzden biz işin aslına baka­lım. Nasreddin Hoca fıkraları mizah olduğu kadar hikmettir. Bu yüzden dilimizde bu fıkralardan gelen pek çok deyim var. Mesela “dostlar alışverişte görsün, yorgan gitti kavga bitti, ipe un sermek” vb. Bir işi, konuyu, fikri uzun uzun izah etmek ye­rine bu fıkralardan alınmış bu “hisseler”i söyler geçeriz. Yani minyatürde, çinide, şiirde hikmet olduğu gibi birçok fıkrada da hikmetler var. Onun için Osmanlı döneminde Nasreddin Hoca latifeleri, insanlara doğru ve güzel olmayı öğreten hikâ­yeler olarak anlatılırdı. Bu fıkraların gösterdiği yüce değerleri ve ilkeleri şerheden, açımlayan kitaplar bile yazılmıştır.

Bugün Nasreddin Hoca’nm Akşehir’deki türbesi bile bir fıkra gibidir. Türbenin üç tarafı açıktır fakat giriş kapısının üstünde kocaman bir kilit var. Bunda da hikmetler var. İlk ak­lıma gelen şu: Kula pinhan olan Hakk’a ayandır. Yani insan­ların koruduğunu, sahip olduğunu, gizlediğini sandığı her şey Hakk’a açıktır. Bir yandan da insanın nefsine kilit vurduğu zaman ebedî hayatın ona açılacağını anlatır.

Hoca yı bir fıkrayla analım: Nasreddin Hoca bir gün so­kakta hem ezan okuyor hem de bir yandan koşuyormuş. Görenler sormuşlar: “Hocam ne yapıyorsun böyle?” Hoca şöyle cevaplamış: “Sesimin ne kadar uzağa gittiğini öğrenmeye çalı­şıyorum .” Bu kısacık söz üzerinde çok tefekkür etmek gerekir. Bir yandan bize, “İnsan için ancak çalışması vardır” nassını hatırlatın Çünkü ancak hayırlı amelleri kişiyi bulunduğu yer­den yükseğe, öteye, ukbâya taşıyabilir. Aynı latife bir yandan da insanın tûl-i emel ile, yani ulaşamayacağı işlerle ömrünü heba etmesinin, hemen yapması gereken işleri unutmasına yol açacak derecede büyük planlar yapmasının abesliğini gösterir.

Dönelim bahsimize… Nesnelerin üzerine Allah Teâlâ’yı hatırlatacak şeyleri yazmak maalesef bugün pek alışkın oldu­ğumuz şeylerden değil. En dindarımızın bile dünyasında bu tür güzellikler pek yok. Oysa Allah’ın zikrini kullanılan nes­nelere, kitaplara, evlere kadar işlemek medeniyetimizde çok güçlü bîr gelenektir.

Sağ tarafta Ayasofya Camii’nin bahçesinde yer alan ı. Mahmud Kütüphanesi’nin ana kapısının kulpu var. Burada “Yâ Fettâh” yazıyor. Yani Allah Teâlâ açmamıza vesile olan­dır, açma kudretini bize bahşedendir. Bu bilinç günlük hayat­ta kahve fincanlarından tutunuz evlerin cephesine kadar her yere yansır. Hem o nesneyi üreten veya inşa eden, hem o ya­zıyı yazan, hem o yazıyı okudukça Allah’ı hatırlayıp zikir, fikir ve şükredenler Allah’a bağlanır.

Bazı geleneksel evlerin duvarında “Yâ mâlikü’l-mülk”, yani, “Ey mülkün sahibi olan Allah!” yazar. Peki, “mülk” ne demek? Sahip olunan şeyler… “Mâlik” ise mülke sahip olana denir. Bugün bize bakarsanız her yerde, her işte, her sohbet­te mal mülkten bahsedip duruyoruz. Camide, cenaze tâziye- lerinde bile… Oysa bu geçici dünyada malı veren de alan da Allah’tır.

20240202_195956-300x256 Makas

Çünkü her şeyin sahibi Al­lah’tır. Zaten Allah Teâlâ’nm bir ismi şe­rifi de el-Melik veya el-Mâlik’tir. Fâtiha-i şerife’de, “Mâliki yevmi’d-dîn” şeklin­de bir ibare vardır. Yani Allah Teâlâ sor­gu gününün, hesap gününün de sahibi­ evler, daireler vs. bunlar aslında bizim değildir. Var olan her şeyin sahibi Allah’tır. İnsanların, bütün mevcudatın sahibi olan Allah’tır. Müminin sahibi de Allah’tır. O yüzden mümin sahipsiz değildir. Yalnız kalabilir ama kimsesiz değildir. Ken­di başına olabilir fakat ıssız değildir. Zaten “ıs” kelimesi eski Türkçe’de “sahip” demektir. “Issız” da “sahipsiz” anlamına geliyor. “Sahip” dedik. Bu kelime Arapça’da “shb” kökünden gelir ki “yar, arkadaş,, efendi, mâlik” demektir. Bakınız, “sa­hip” kelimesi geliyor “sohbet, sahabe” kelimelerine bağlanı­yor. Demek ki Allah bizden uzak sahibimiz değildir, bize yakın olan dostumuzdur.

O halde yardım arıyorsak en başta Allah’ın yardımını ara­mak lazım. Çünkü yaratan O’dur, sahibimiz de O’dur. İster ora­ya koyar, ister buraya koyar. Bizim tek yapmamız gereken şey Allah Teâlâ’nın lutfuna ve rızasına uygun güzel davranışlarda bulunmaktır.

20240202_200003-300x240 Makas

Geleneğimizde eşyalara isim verilip onlara şahsiyet kazan- dırıldığı gibi, ev eşyası da kişiyi düşündürecek âyetler, beyitler, mıs­ralar ve sözlerle süsle­nir. Mesela şu fincan:

Soldaki kahve fin­canının üstünde, “Âşıka Bağdad yakındır”yazıyor. Bunu bazan

“Âşıka Bağdat sorulmaz, ufukları aşar gider” diye de söyleriz. Bağdat elbette uzaklıktan kinayedir. Çok uzakta olan yer anla­mındadır. Peki, “Âşıka Bağdat yakındır” ne demek? Bu sözün iki anlamı olabilir. Birincisi, bir kişi çabası, emeği ve gayretiy­le çok uzak görünen hedeflere bile ulaşabilir. İkinci anlamı ise daha derindir. Sevgili uzakta olsa bile sevene yakındır. Bazı ârifler demişler ki: “Kimileri vardır ki bize yakındırlar ama bizden uzaktırlar. Kimileri de vardır bizden uzaktırlar ama bize yakındırlar.” Sevene yakın uzak olmaz. Farsça bir şiirde geçtiği gibi: “Der Yemen pîş-i men, pîş-i men der Yemen” (Ye- men’deki önümdedir, önümdeki de Yemen’dedir). Yani asıl mesele göz değil gönül yakınlığıdır. Nitekim büyük veli İmam Şiblî hazretleri kuddise sırruhû, “Allah mahşerde kuluna bir tek soru sorar: Ey kulum dünyada ben seninle idim, ya sen kiminle idin?” demiştir. Demek ki bir kulun başına gelen en büyük bela Allah’ı unutmaktır.

20240202_200006-266x300 Makas

Şimdi yandaki fotoğ­rafa bakalım… Bu resim ı. Dünya Savaşı sırasında bir cephede çekilmiş. Mağlubi­yetten sonra terkedilmiş bir Osmanlı topunun üzerinde, “Allah bizimledir” yazıyor. Çok doğru. Allah elbette inananların yanındadır. Sabredenlerin, şükredenle- rin, fikredenlerin yanında­dır. Bu gerçeği hatırlamak ve hatırlatmak için topun üzerine kahraman askerle­rimiz bu ifadeyi yazmışlar. Ne için, kim için savaştıkla­rını ve can verdiklerini unutmasınlar diye. Ama kullar için o gün de, bugün de, yarın da sorulacak soru aynıdır: Allah bi­zimle ama biz kiminleyiz?

Savaş Ş.Barkçin – Tevhid Medeniyeti,syf:187-206

23 Gazali, İhyaü Ulûmi’d-din, 4/20. Bkz. Aclunî, Keşfu’l-hafa, 2/312).

24 Taberânî, el-Mulcemüî-Eusaf, 2/31.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir