Kültürel Kapitülasyona Hayır – İstanbul Sözleşmesine Reddiye

toplum-nedir-300x168 Kültürel Kapitülasyona Hayır - İstanbul Sözleşmesine Reddiye

TAKDİM

“Kadınlara karşı şiddetin önlenmesi” gibi bir başlık, muhtevasından bağımsız olarak ele alındığında çok masumdur. Hem dünyada hem de ülkemizde böyle bir meselenin olduğu aşikârdır. Bu meselenin üzerinde tetkik ve tefekkür faaliyetlerinin sürdürülmesi, “içtimai meseleler” üst başlığı altında lüzumlu ve faydalıdır. Fakat unutulmamalıdır ki tüm ifsat teşebbüsleri, meşru ve makul meseleler üzerinden sürdürülmekte, özellikle meşru başlık altında ifsat edici muhteva neşredilmektedir. Meseleler slogan seviyesinde ele alındığında sadece başlıklara dikkat edilmekte, muhtevanın tetkik ve tahlili ihmal edilmekte, böylece muhtevadaki ifsat operasyonu maksadına ulaşmaktadır. Malumdur ki en tehlikeli yanlış, “doğru” ile harmanlanmış olandır.

Erkek ve kadın bahsi, içtimai meselelerden birisidir, içtimai meseleler haritasından azade şekilde tetkik edilemez. Külli tetkik ve idrak şarttır. Keza erkek ve kadın bahsi, aile meselelerinden birisidir ve aile müessesesi dışında tetkik edilmemelidir. Aile müessesesini parçalarına ayırıp birini (erkek veya kadını) bağımsız şekilde “mevzu” haline getirmek, aileden bahsetmediğimiz, aileyi umursamadığımız manasına gelir. Aileden bahsetmeden ve aileyi umursamadan münferiden erkek ve kadın meselesini ele almak, bunlardan birine imtiyaz (pozitif ayrımcılık) tanımak, otomobile, daha sağlam ve dayanıklı olacağı iddiasıyla traktör lastiği takmaya benzer, bunu yaparsanız artık otomobil asli vazifesini yerine getiremeyecektir.

Parça-bütün meselesi hassastır ve çok ince bir muvazene ister. Aile bütünlüğü, onu oluşturan unsurların tamamının (erkek, kadın, çocuk) iştirakini sağlayan belli bir irtibat ağı ile inşa edilebilmektedir. Unsurlar arası irtibat ağı, haklar ve mükellefiyetlerden oluşur. Haklar ve mükellefiyetler ise belli bir kültürün önce “insan anlayışı”na, sonra erkek ve kadın şahsiyet tariflerine dayanır. Bu temel başlıklar altında çok sayıda mesele olduğu ise malumdur.

Kendi medeniyeti olduğunu iddia eden bir millet, medeniyet tasavvurunun temel bahislerinden olan “insan telakkisi”ni, yabancı kültür ve bilgi evreninden alamaz. İnsan bahsi, medeniyet fikriyatının temel mevzularındandır ve ithal edilebilir mahiyet taşımaz. Kültürün en küçük unsuru bile ithal edilemez ama “insan bahsi” asla ithal edilemez. İnsan bahsi, ona istinat eden erkek ve kadın şahsiyet tarifleri, bunlarla inşa edilen aile müessesesi fikriyatını ithal eden bir millet, kendi medeniyeti olduğunu iddia edemez, tam aksine yabancı kültür evrenini kabul etmiş demektir.

Erkek ve kadın şahsiyet tariflerini yabancı kültür evreninden ithal etmek, “kültürel kapitülasyon”un kabulüdür. Bu tarifler üzerine aile müessesesi bina etmek, kültürel kapitülasyonun derinleşmiş halidir. Kültürel kapitülasyon, maddi-ticari kapitülasyondan çok daha tehlikelidir. Başka bir ifadeyle, Müslümanlar için manevi kıymetler maddi kıymetlerden daha üstün olduğu için kültürel kapitülasyon, maddi-ticari kapitülasyondan daha büyük bir felakettir. Nitekim maddi kapitülasyonlar maddi-dünyevi, manevi kapitülasyonlar ise hem dünyevi hem de uhrevi yıkımlara sebep olmaktadır.

İstanbul sözleşmesi, mahiyeti gereği “insan telakkisi”, erkek ve kadın şahsiyet tarifi, aile müessesesi fikriyatı gibi meseleleri ihtiva etmemekte ve kadına yönelik şiddetle mücadele başlığını taşımaktadır. Oysaki Batı kültürünün eseri olan sözleşme, kadına karşı şiddet meselesindeki tüm muhtevasını, Batı kültüründen ve onun insan telakkisinden almaktadır. Bununla beraber doğrudan insan telakkisinden bahsetmiyor olması, metnin illiyet irtibatını takip etmemize mani değildir. Maalesef bir muhtevanın (metnin, fikrin) anlaşılması için illiyet silsilesini takip etme lüzumundan habersiz gafil kişiler, sadece kelime anlamlarına bakmakla yetinmektedir. Hâlbuki kelimeler ve mefhumlar, mensup olduğu kültür ve bilgi evreninin muhteva haznesinin temsilcileridir.

İstanbul sözleşmesi, bir taraftan erkek ve kadın cinslerinin dışında cinsiyet iddialarının yolunu açmak ve meşrulaştırmak, sonra erkek ile kadını birbirinden tefrik etmek, aralarındaki uçurumu derinleştirmek, her birini diğerinden müstakil hale getirmek, nihayetinde birbirine hasım kılmak üzerine kurulu bir muhteva haritasına sahiptir. Meselenin sadece şiddet olduğunu zannedenler ise militanca savunma mevzilerine yerleşmektedir.

İstanbul sözleşmesi; aileden bahsetmeyen, “aile” mefhumunu sadece şiddet bahsinin mütemmim cüzü olarak kullanan, “aile içi şiddet” ifadesiyle aileyi kadına şiddet meselesinin sebebi gibi gösteren, sonra aile dışında “hane” ifadesiyle nikâhsız (gayrimeşru) beraberlikleri tanıyan ve makbul gösteren, “cinsel tercih” ve “cinsel kimlik” ifadeleriyle erkek ve kadın dışında başka cinsiyet iddialarına imkân tanıyan ve cinsiyet değiştirmenin yolunu açan sinsi bir muhteva örgüsüne sahiptir. Tüm kültürlere, kültürleri oluşturan örf, adet, gelenek, ahlak ve namus gibi mefhumlara savaş açan, dinleri tasfiyeye matuf sinsi üslupla kaleme alınmış, milli kültürlere meydan okuyan bir “Batılı Beyanname”dir.

Batı, genel olarak “insan hakları” başlığı altında, özel olarak da “kadın hakları” başlığı altında hızlı şekilde ahlaksızlaşmakta, sınır tanımadığı ahlaksızlaşma sürecini de “üstün kültür” propagandasıyla dünyaya yaymaya çalışmaktadır. İnsanlık; nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlardan daha ağır bir tehditle, Batı’nın ahlaksızlaşma ve ahlaksızlaştırma kültürüyle karşı karşıyadır. Maalesef dünya, bu sürece karşı mukavemet ve mücadele etmek yerine, süreci kendi ülkelerine ve halklarına taşıyan, bundan da gurur duyan siyasi rejimlerle dolu bir vaziyettedir.

Batı’nın, esasen tüm sapkınlıklarını ihtiva eden bu beyannamesine karşı, “insanlığa hitabe” mahiyetinde bir “Ahlak Beyannamesi” telif ve neşredilmelidir. Türkiye’nin bunu yapacak tefekkür kaynakları ve kadroları mevcuttur. Türkiye, sahip olduğu nazari kaynak ve imkânlardan dolayı tüm insanlığa karşı sorumludur.

Bu çalışmada, öncelikle kültürel kapitülasyon müvâcehesinde İstanbul sözleşmesine ilişkin on yedi maddelik bir beyanname ortaya konulacak; ardından bu maddeler sırayla ve İstanbul sözleşmesinin ilgili maddelerine yapılacak atıflar eşliğinde izah edilecektir. Yapılacak izahlarda gerek sözleşmenin maddeleri, gerekse onlara ilişkin mülahazalardaki tekrarlar şuurlu bir şekilde yapılmıştır. Nitekim farklı açılardan bakıldığında, bazen aynı maddelerin aynı fıkralarında düğümlenen yaptırım esaslarının olduğu görülecektir. Bunlara yapılacak itirazlar da bazen aynı zâviyeden bakmayı gerektirmektedir. Ayrıca verilen bazı -rahatsız edici- misallere, meselenin ciddiyet ve ehemmiyetinin iyice kavranması için gerek görülmüştür.

Hatırlatılması gereken diğer bir husus da “Kültürel Kapitülasyona Hayır-İstanbul Sözleşmesine Reddiye” ana başlığını taşıyan bu çalışmada tetkik edilen sözleşme metninin, TBMM’de görüşülen ve kanunlaşan metin olduğudur. Elden ele dolaşan çok sayıdaki metinde farklılıkların mevcut olduğu bilinmektedir. Doğru olan, TBMM’de görüşülen ve kanunlaşan metin üzerinden çalışmaktır. Zira o, tercüme hataları olsa bile kanunlaşan, geçerli olan ve uygulanan metindir. Farklı metinlerden hareketle beyannamenin tenkit edilmesi yanlış olacaktır. Bu husus önem arz etmektedir.

BEYANNAME

1. Kültürel istiklal esastır; her sahadaki istiklalin ön şartı kültürel istiklaldir.

2. Kültürel istiklalin temini; asli medeniyet esaslarımıza avdet ederek, kültürel kapitülasyonların reddiyle mümkündür.

3. İslam, milletimizin ruhudur; İslami kültür, milletimizin varoluş teminatıdır.

4. Asırların tecrübesiyle teşekkül eden İslami geleneklerimiz, Batı hayranlığına feda edilemez.

5. İthalat maddi kıymetlerle mahduttur, manevi kıymetler ithal edilemez; kültürün ithali ruhi intihardır.

6. İnsan tabiatına dönük tüm taarruzlar reddedilmeli, “insani sınır” muhafaza edilmelidir.

7. İnsan, erkek ve kadın cinslerinden oluşur; suni cinsiyet inşası, insanlığa açılmış bir savaştır.

8. Haklar insanın varoluş imkânları, mükellefiyetler “insani sınır”ın muhafaza tedbirleridir.

9. Mükellefiyetten bahsetmeyen hak iddiası, mütemadi çatışma (şiddet) sebebidir.

10. İnsanın varoluş süreci “şahsiyet” inşasıdır; şahsiyet, kültürün, insan ferdinde vücut bulmuş halidir.

11. Erkek şahsiyeti ve kadın şahsiyeti tariflerimiz kendi medeniyet esaslarımıza tabi olmalıdır; dolayısıyla yabancıların insan tarifi reddedilmelidir.

12. Aile, cemiyet ve milletin tohumudur; tohum neyse mahsul odur.

13. Cemiyet, kültür evrenimizin hayat bulmuş beşeri iklimidir; her türlü kültürel taarruza karşı mukavemet, milli vazifedir.

14. Devlet, milletin kurduğu en büyük teşkilattır; milletin asli merkezine bağlı olmalıdır.

15. Devletin ilk vazifesi, kültürel kapitülasyonları reddetmek, kültür emperyalizmine karşı her türlü tedbiri almaktır.

16. Yabancı ülkelerin emir veya tavsiyeleriyle Anayasa ve kanun yapmak, kültürel işgalin zirvesidir.

17. Türkiye’nin devlet ricali, yabancı kültürlerin “icra memuru” değildir.

BEYANNAME MADDELERİNİN GEREKÇELİ İZAHATI

1-Kültürel istiklal esastır; her sahadaki istiklalin ön şartı kültürel istiklaldir.

Kültür, bir milletin manevi kıymetler haznesidir. Manevi kıymetler haznesi, milletin tarifinden başlar ve her sahadaki varoluş süreçlerinin haritasını oluşturur. Manevi kıymetler, milletin ruhudur, ruhu kabzedilen insanın kadavra haline gelmesi gibi, manevi kıymetleri elinden alınan millet de cesetler toplamı haline gelir.

Milletlerin varoluş şartı, kendi kültür haznesidir, ondan asla taviz veremez. Kültür haznesinin muhafaza edilebilmesi, onun istiklalinin teminiyle kabildir. Yabancı kültürlere karşı mukavemet etmek, kültürel istiklalin ön şartıdır. Bugün itibariyle tüm dünyaya yayılan ve tüm kültür ve medeniyetleri katleden Batı kültürü, her milletin asli mihverine bağlı varoluş sürecine dönük tehdit ve tehlikenin zirvesidir. Yaşadığımız çağda milletlerin istiklal iddiaları, kültür emperyalizmine mukavemet şuur ve dirayetiyle gerçeğe dönüşür.

İstanbul Sözleşmesi, kültürümüze saldıran ve kültürel istiklalimizi vesayet altına almaya çalışan bir muhtevaya sahiptir. Öyle ki, sözleşme, daha birinci maddesinde, sözleşme hükümlerinin izlenmesi için bir izleme mekanizması kurulmasından bahsetmektedir.

Madde 1-Sözleşmenin amacı

2-Sözleşme hükümlerinin taraflarca etkili şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla, işbu sözleşme özel bir izleme mekanizması kurar.

Kültür emperyalizmi, izleme mekanizması kurarak, müstemleke idaresinde olduğu gibi “vesayet komiserliği”ni sözleşmenin birinci maddesine koymuştur. Batı, kendi kültürünü ihtiva eden sözleşmenin tatbikatını, sözleşmeyi imzalayan tarafların inisiyatifine bile bırakmamıştır. Sözleşmenin 1. Maddesinde, umumi olarak “izleme mekanizması” ifadesi kullanılmaktadır ancak 66. Maddesinde bu mekanizma ortaya konulmakta ve tafsilatıyla tanzim edilmektedir:

Madde 66-Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddete karşı eylem uzman grubu

1. Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddete karşı eylem uzman grubu (bundan sonra GREVIO olarak anılacaktır) Sözleşmenin Taraflarca uygulanmasını izler.
2. GREVIO, cinsiyet ve coğrafi dağılım dengesine ek olarak, çok disiplinli uzmanlık bilgileri de dikkate alınarak en az 10, en fazla 15 üyeden oluşur. Üyeleri, Taraflar Komitesi tarafından Taraflarca aday gösterilenler arasından, bir kez yenilenebilir dört yıllık görev süresi için Tarafların vatandaşları arasından seçilir.
5. GREVIO’nun üyelerinin seçim yöntemi, sözleşmenin yürürlüğe girmesini müteakiben altı ay içerisinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından, Taraflarla istişare edildikten ve oybirliği sağlandıktan sonra belirlenir.
6. GREVIO kendi usul kurallarını belirler.
7. Sözleşmenin 68. maddesinin 9 ve 14. Fıkralarında ayrıntılarına yer verilen ülke ziyaretlerini gerçekleştiren GREVIO üyeleri ile heyetlerin diğer üyeleri, Sözleşmenin ek bölümünde kabul edilen imtiyaz ve muafiyetlerden yararlanır.

Öte yandan sözleşmenin 12. maddesi; erkek ve kadın meselelerinin, imzacı milletlerin “örf ve adetlerine, geleneklerine”, yani kendi kültürlerine göre izah edilmesini engellemekte, bunların “sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır” ifadesiyle bir hayat felsefesi ve yaşam tarzı dikte etmektedir. Buna göre imzacı hiçbir millet, insan tarifini ve insanların nasıl yaşayacağını kendi kültürüne göre tespit edemeyecektir. Sözleşmenin dili o kadar cüretkar, o kadar amir, o kadar sınır tanımaz bir mahiyet taşımaktadır ki; bir ülkenin bunu imzalaması için kendini, kültürünü ve hayat tarzını son derece aşağılaması ve adeta öz benliğinden iğrenmesi gerekmektedir. Bahsi geçen maddenin ilgili fıkrası şöyledir:

Madde 12-Genel yükümlülükler

1-Taraflar, kadının aşağılık bir cins olduğu veya kadın ve erkek için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.

Bu madde, doğrudan doğruya “kültürel kapitülasyon” kurulduğunu göstermektedir. Batı kültürünün tartışmasız üstün olduğu, onun tereddütsüz kabul edildiği, buna mukabil bizim kültürümüzün hiçbir kıymet taşımadığı ve onun bu sözleşmeyle terk edildiği ilan edilmektedir. Bu maddeyi (ve tabii ki sözleşmenin tamamını) imzalayan bir ülke, asla kültürel istiklal iddiasında bulunamayacaktır.

Dolayısıyla mesele kadın, erkek ve aile değildir; kadına yönelik şiddet de değildir; bunların ötesinde baştan sona bir kültürel kapitülasyonun sözleşme ile imza altına alınmasıdır. Hâlbuki hiçbir milletin kültürü, sebebi ne olursa olsun bu kadar aşağılanamaz ve yine hiçbir millet, kendi kültürünü bu kadar aşağılayan bir sözleşme metnini kabul edemez. “Kadına yönelik şiddetle mücadele” şeklindeki kamufleli bir başlık altında kültürümüzün tahkir edilmesine rıza gösterilemez.

Neyin, hangi rollerin değiştirilmesi önerilmektedir? Babaya ve anneye hürmet mi değiştirilecektir? Ebeveynin ve çocukların; birbirinin namus, şeref, haysiyet gibi manevi kıymetlerini muhafaza etme hassasiyeti mi değiştirilecektir? “Aile reisi babadır” esası mı, annenin çocuk terbiyesinde ilk muallim/mürebbiye olması esası mı değiştirilecektir? Kadınların bir nevi erkekleştirilmesi, erkeklerinse kadınlaştırılması mı teklif edilmektedir?

2-Kültürel istiklalin temini; asli medeniyet esaslarımıza avdet ederek, kültürel kapitülasyonların reddiyle mümkündür.

Bizim bir medeniyetimiz var mı yok mu? Bu soruya müspet cevap verenler, kültür emperyalizmine ve kültürel kapitülasyonlara karşı net, keskin ve şiddetli bir tavır takınmalı, bu tavrın icaplarını yerine getirmelidir. Kadın ve aile meselesi de dâhil olmak üzere tüm beşeri meselelerimizi izah ve tanzim edecek bir medeniyet müktesebatımız mevcuttur. Bunlara avdet etmezsek, yabancı kültürlerin sirayet etmesini, hatta açıktan taarruzunu önlemek kabil değildir.

Sözleşmenin 34, 35 ve 36. Maddelerini kabul etmek ve bunlar için hukuki tedbirler alınması emrine rıza göstermek, o fiillerin bu ülkede yaygın olduğunu, onlara karşı da hiçbir hukuki, ahlaki ve içtimai tedbir bulunmadığını ilan etmektir. Mezkûr maddeler, fıkralar ve bentler şöyledir:

Madde 34-Taciz

Taraflar, başka bir kişiye yönelik kendi güvenliği için korku duymasına neden olacak şekilde tekrar eden, kasıtlı ve tehditkar davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki ve diğer tedbirleri alır.

Madde 35-Fiziksel şiddet

Taraflar, bir başka bireye yönelik kasti uygulanan fiziksel şiddet eylemlerinin cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.

Madde 36-Tecavüz dahil olmak üzere, cinsel şiddet

1-Taraflar, aşağıda belirtilen kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır
a-herhangi bir organıyla veya bir cisimle bir başka kişiyle, rızası olmadan vajinal, anal veya oral olarak cinsel nitelikli eylemlerde bulunma,
b-kişiye karşı rızası olmaksızın diğer cinsel nitelikli eylemlerde bulunma,
c-rızası olmayan bir kişinin üçüncü bir kişiyle cinsel nitelikli eylemlerde bulunmasına neden olma

İfade edilen fiillerin mevcut ve yaygın olduğunu, buna karşı hukuki ve sair tedbirler alınması gerektiği nasıl izah edilebilir. Muhakkak ki her toplumda suç işleyenler mevcuttur ama onlara karşı -her ne kadar caydırıcılık düzeyi tartışmaya açık olsa da- Türk Ceza Kanunu’nda cezalandırıcı maddeler bulunmaktadır. Bu çerçevede, sözleşmedeki ifadelerin normal karşılanması ve imza altına alınıp “tamam gereğini yapacağım” denilmesi, milletin ağır bir şekilde tahkir edilmesidir.

Öte yandan sözleşmenin 12. Maddesine itiraz edilmemesi; kendi kültür ve medeniyetimiz için muhafaza ve müdafaa hattı kurmadığımızı, yabancı kültür evrenlerinden ülkemize yönelen kültürel tesire karşı bir gümrük uygulamadığımızı, tam aksine bu tesirin Batı’dan gelmesi halinde onu başımıza taç ettiğimizi göstermektedir. Yabancı kültürlere karşı bir müdafaa hattımız yoksa kendi kültür ve medeniyetimiz de yok demektir. Tersinden söylemek de mümkündür; kendi medeniyetimizi umursamadığımızda her türlü yabancı kültüre kapımız açık demektir. Maddi kıymetler için gümrük noktaları kurulurken; toplu iğneden bile gümrük vergisi alınırken manevi kıymetlerimizi imha eden kültürel değerlerin girişine karşı hiçbir gümrük duvarının örülmemesi nasıl izah edilebilir! Bahis mevzuu maddenin birinci fıkrası şöyledir:

Madde 12-Genel yükümlülükler

1-Taraflar, kadının aşağılık bir cins olduğu veya kadın ve erkek için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.

Meselelerimizi çözmenin yolu öncelikle tefekkürden geçmektedir. Tefekkürün temelleri ve kaynakları ise kuşkusuz kendi medeniyet müktesebatımızdır. Kendi müktesebatımıza avdet edilmediği takdirde yabancı kültürlerin kopyalanması ve ithal edilmesi mukadder olacaktır. Kopyalama, taklitçilik ve ithal etmek ise tefekkürü öldüren unsurlardır. İçinde bulunduğumuz bu acz durumunun temel sebebi de tefekkürün ölmesidir. Erkek, kadın ve aile gibi bir meselelerde Batı kültürüne dayalı sözleşmenin “amir-emredici hükümlerine” rıza göstermek, aynı zamanda tefekkür zafiyetimizi de göstermesi bakımından manidardır.

“Batı kültürü üstündür ve orada her şey mevcuttur” hezeyanının süreklilik kazandığı ve Batıdan kültür ithalatının itiyat haline geldiği bir vasatta, meseleler üzerinde tefekkür faaliyetinde bulunmak ve tefekkürü teşvik etmek muhaldir. Dolayısıyla İstanbul sözleşmesinin kabul edilmesi, bir taraftan kendi medeniyet haznemize hakaretken diğer taraftan kendi ilim ve tefekkür adamlarımızı tahkir etmektir. Zira Türkiye, mezkur sözleşme metninden çok daha iyisini hazırlayacak ilim ve tefekkür kadrolarına sahiptir.

Diğer taraftan bu milletin asil kadınları, tüm ülkede “kültürel kapitülasyon” kurulmasının malzemesi veya vasıtası olmayı kabul etmeyecektir. Bir avuç azınlıktan ibaret ve maalesef neye hizmet ettiğinin farkına varamayan kadın kuruluşları, dışarıdaki karanlık mahfiller ile içerideki gafil kuvvet merkezlerine yaslanarak, tarihte benzeri görülmemiş bu kültürel kapitülasyonun icra memurluğuna soyunmaktadır. Ne ki seksen küsur milyon nüfusa baliğ bu milletin yarısını teşkil eden kadınlarımız asla böyle bir ihanetin manivelası olmayacaktır. O halde, kültürel kapitülasyona karşı sürdürülen asil mücadelede, güç merkezlerine dayandığı için sesi fazla çıkan kapitülasyon memurlarının gürültüsüne pabuç bırakılamaz ve bırakılmayacaktır.

3-İslam, milletimizin ruhudur; İslami kültür, milletimizin varoluş teminatıdır.

İslam bizim her şeyimizdir, Müslüman bir millet o olmadan nefes bile alamayacaktır. Çünkü milletimiz varoluş sürecini İslam ile gerçekleştirmiştir. Bin yıldan fazla bir zamandır İslam’ın muhteva haznesinden elde edilen mana ve hikmetler örf, adet, gelenek ve hayat tarzı haline getirilmiştir. Son bir-iki asırdır İslam anlayışımızdaki gerilemeden kaynaklanan bir takım yanlış geleneklerin oluşması, İslam’ı “nihai kaynak” olmaktan çıkarmanın mazereti değildir. Örfümüzdeki sapma, savrulma ve hurafelerin sebebi İslam değil, tam aksine ondan uzaklaşılmasıdır. Hayat anlayışımız ve tarzımızda ortaya çıkan yanlışların temel sebebi ise Batı kültürüdür. Hal bu iken, bazı geleneklerin tashih edilmesinin yolu asla Batı kültürünün ithali değildir.

Sözleşmenin 42. Maddesi; kültürümüze, geleneklerimize, dinimize (İslam’a) ve bunların teklif ettiği “namus” mefhumuna adeta savaş açmış vaziyettedir. Mezkûr madde ve birinci fıkrası şöyledir:

Madde 42-Sözde “namus” adına işlenen suçlar dahil olmak üzere kabul edilemez gerekçeler

1-Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, gelenek, din, görenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken hukuki ve diğer tedbirleri alır. Bu, özellikle mağdurun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiği iddiasını da içerecektir.

Bu ifadelerle çerçevelenen muhtevanın kabul edilmesi, İslam’ın reddedilmesidir. Bir insanın (ve kadının); kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiğini ileri sürememek, hayatın hiçbir sahasında ve hiçbir insan davranışında İslam’ın esas alınmaması demektir.

Meselenin sadece kadına şiddet konusuyla izah edilmesi mümkün görünmemektedir. Nitekim sözleşmenin “Tanımlar” başlığını taşıyan 3. maddesinde, “psikolojik şiddet” gibi sınırları belirsiz bir suç üretilmiştir. Bir insana “psikolojik olarak acı veren” ifadesi, “yanlış yapıyorsun” sözünü bile kapsayabilecek şekilde suistimale açık görünmektedir. Mesela buna göre, karısının başka bir erkekle kendi evinde zina ettiğini tespit eden bir erkek, ona “ahlaksız” diyemeyecek ve bu tavrını İslam’a, İslam’ın namus mefhumuna dayandıramayacaktır. Zira bu tavır hem psikolojik şiddet içermiş; ayrıca yapılan fiilin ahlaksızlık olduğunu söyleyen İslam’a dayanılmış olacaktır. Sözleşmenin 3. Maddesinin a fıkrası şöyledir:

Madde 3-Tanımlar

a. “kadına yönelik şiddet”, bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadına fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayalı her türlü eylem ve eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.

Bu madde, erkeğin, hanımına; “yemek neden gecikti?” şeklindeki soruyu ciddi bir tavırla sorması veya “keşke şu yemeği yapsaydın” türünden fikrini beyan etmesi bile “psikolojik şiddet” tabirinin muhatabı olabilir. Erkeğin hanımına veya ebeveynin evladına karşı sesini yükseltmesi halinde müeyyideye muhatap olması mümkündür. Kadın veya kız çocuğu ahlaki veya gayrıahlaki ne yaparsa yapsın, baba müdahale edemeyecektir, zira psikolojik şiddet müeyyidesi başının üstünde bir kılıç gibi sallanmaktadır. Ailedeki en küçük meseleyi bile “ihtilaf” haline getiren ve müeyyideye bağlayan bu madde, muhakkak ki aile müessesesini imha eder.

Hiçbir sözleşme; bu milleti ve milletin sahip olduğu örf, adet ve gelenekler ile bunların kaynağı olan İslam’ı, İstanbul Sözleşmesi kadar tahkir etmemiştir. Hiçbir sözleşme veya kanun, İslam’ın bir ülkeden tasfiye edilmesi için bu kadar açık şekilde “yabancı kültür iktidarı” kurmamış, kültürel kapitülasyonları kabul etmemiştir. Dünyada birçok ülke yöneticilerinin kültürel kapitülasyonlara razı olacağı, hatta bunu vazife kabul edeceği aşikârdır. Bunun misalleri de çoktur. Fakat “insanlığın son umudu ve son karargahı” olan Türkiye’nin böyle bir şeye alet olmamasını ve Hükûmetin bu hususta son derece hassasiyet göstermesini beklemek Müslüman milletimizin en tabii hakkıdır. Zira hem ülkemizin hem de milletimizin, mazide gerçekleştirdiği ve istikbalde üstleneceği “insanlığı temsil” vazifesine uygun olan da budur. Müslümanlar, hem İslam’ı tasfiye etmeye yönelik bu tür küresel çaptaki operasyonlara karşı mukavemet etmeli hem de bunu makbul ve meşru gören içerideki mahfillere karşı uyanık olmalıdır. Bu çerçevede hükûmetin sözleşmeden çekilme yönünde vereceği karar aciliyet kazanmış durumdadır.

4-Asırların tecrübesiyle teşekkül eden İslami geleneklerimiz, Batı hayranlığına feda edilemez.

İslam, bin yıldan fazla süredir milletimizin ruhudur, kültür kodlarının tamamı İslami muhteva ile inşa edilmiştir. İslami gelenekler, bu milletin ruh haritasını oluşturacak kadar derine inmiştir ve milletimizin yegâne tarif muhtevasını (kaynağını-ölçülerini) oluşturur. Aile müessesesi, hayatın tamamına şamil bir içtimai meseledir. İslam’ı ve İslami geleneklerimizi aile müessesesinden tasfiye etmek, tüm hayatımızdan tasfiye etmektir. İslam’a karşı açılan savaşı, “kadına şiddet” başlığı altında kamufle ederek meşrulaştırma teşebbüsleri sinsi bir operasyonun habercisidir. Meselenin esasını görmeyeceğimizi düşünenler, bizleri ahmak yerine koymaya çalışan ahmaklardır. Böyle bir operasyona bu millet tarafından müsaade edilmesi asla beklenmemelidir. Nitekim Müslümanlar basiret ve feraset sahibidir, elbette kendine kurulan sinsi tuzakları bertaraf etmesini bilir.

Kültür ve geleneklerimizin bir-iki asırdır nispeten bozulması veya yanlış muhtevaya sahip yeni birtakım geleneklerin oluşması İslam’dan kaynaklanmamakta; tam aksine İslam ile irtibatımızın zayıflamasından kaynaklanmaktadır. Bozulma sürecine giren gelenekleri tashih etmek, muhtevası ve tatbikatı yanlış yeni gelenekleri tasfiye etmek bizzat Müslümanların vazifesidir. Yanlış birtakım geleneklerin tasfiyesi ve bozulan geleneklerin tashihi, İslam’ın hayattan tasfiyesi ile gerçekleşmeyeceği gibi, İslam’ın tasfiyesi için asla mazeret de oluşturmaz. Tarih göstermiştir ki, ne zaman İslam medeniyeti dünyada müessir ise insanlık huzur bulmuştur, aksi ihtimalde ise dünya kan deryasına dönmüştür. İslam medeniyetinin içtimai temeli ise aile müessesesidir. Aile müessesemiz, İslami geleneklerle inşa edilmediği takdirde, içtimai varoluş süreci inkıtaa uğrar.

Bozulan geleneklerimizi nasıl tashih edeceğimiz ve yanlış gelenekleri nasıl tasfiye edeceğimiz meselesi, kendi fikir ve ilim adamlarımızın mevzuudur. Bu meselelerin Batı kültürünü ithal ederek halledilmesi mümkün olmayıp hâlen sürüklendiğimiz sosyolojik kaos buna şahittir. Yine bu meseleler, Batı’nın kültür kapitülasyonu kurmasına mazeret de yapılamaz. Bunların kendi içimizde çözülmesi yerine Batı kültürünün ithal edilmesi, aynı zamanda bu milletin ilim ve tefekkür kadrolarına itimat edilmemesidir ve ağır bir hakarettir. Devlet erkânının böyle bir tavrı benimseyip sürdürmesi, milletle ve “milli” olmak iddiasıyla tüm irtibatların kesilmesi anlamına gelecektir.

Beyannamenin bu maddesi için sözleşmenin herhangi bir maddesini delil göstermek gerekmemektedir. Çünkü tüm sözleşme metni, baştan sona Batı hayranlığını ilan etmekte, Batı kültürünün “üstün kültür” olduğu kabulüne yaslanmaktadır. Bu milletin hiçbir evladının buna razı olması ve tahammül etmesi beklenemez.

5-İthalat maddi kıymetlerle mahduttur, manevi kıymetler ithal edilemez; kültürün ithali ruhi intihardır.

Bir milletin varoluşu, kendi kültürel kıymetleriyle mümkün ve kaimdir. Milletlerin varoluşları, bedenlerinin yaşamalarıyla ilgili değil, kendini tarif ettiği kültür kodlarını muhafaza etmesi ve hayata geçirmesiyle ilgilidir. Bunun en bariz ve müşahhas misali, kültür ithaline karşı takınılan tavırdır.

Kültür ithalini arzulayan, rıza gösteren, müsaade eden veya göz yuman bir millet “kendi” olmaktan çıkar, asli varlığını kaybeder ve yabancı kültürün laboratuvarı olur. Kültür ithaline razı olan ve bunu kültürel kapitülasyon derekesine kadar indiren yöneticiler, “yabancı kültürlerin misyoneri” haline gelir. Nitekim sözleşmeyle bağlayıcı kayıtlar oluşturan ve onun tatbikatını takip etmek için mekanizmaların kurulmasının sözleşmeyle imza altına alınması, milletin ruhuna kastedilmesidir.

Millet olabilmek, kendi asli kültürüne dayanmakla; millet kalabilmek ise kültürel ithalatı en şiddetli şekilde engellemekle mümkündür. Kadın, erkek ve aile tariflerini Batı’dan almak, bunlarla ilgili tüm kıymet ölçülerini, mesela “namus” mefhumunu yabancı kültürlere emanet etmek ruhi intihardır. Bu zâviyeden İstanbul sözleşmesi, kadın ve aile meselesinden hareketle tüm hayata şâmil bir kültür ithalatıdır.

6-İnsan tabiatına dönük tüm taarruzlar reddedilmeli, “insani sınır” muhafaza edilmelidir.

İstanbul sözleşmesi, imzacı tarafların dinlerini tasfiyeye matuftur, Hıristiyan bir ülke imzaladığında sözleşmedeki “din” kelimesi Hıristiyanlığı, Müslüman bir ülke imzaladığında İslam’ı ifade etmekte, böylece sözleşmeyi imzalayan ülke sayısınca dinleri tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Fakat mesele bundan ibaret değildir, sözleşme aynı zamanda insana ve insan tabiatına açılmış bir savaşın da mevcut olduğunu göstermektedir. Haddizatında dinin en büyük görevi fıtratı (insan tabiatını) korumaktır. Fıtratı ifsat etmeyi hedefleyen milletlerarası mahfiller, önce insanlar tarafından mukaddes bilinen “din” kavramını ve dini hassasiyetleri yok etmeye yönelmiştir.

İnsan iki cins olarak yaratılmıştır; erkek ve kadın. İnsan tabiatının cinsiyet sınırı bundan ibarettir. Cinsiyet ise insan tabiatının vazgeçilmez bir hususiyetidir. Zira “insan”, iki cinsin (erkek ve kadının) vuslatı ile doğmakta, dünyaya gelmektedir. Bunlar dışındaki muhayyel (ve suni) cinsiyet ihdası, insanın doğumuna engel olacaktır. İnsanın doğumuna, yani yeni nesillerin yetişmesine engel olan herhangi bir özelliğin kabulü, insana kastetmek, insan neslinin devamını engellemektir. İnsanın doğumuna mani olacak her türlü fikir ve tavır, insanlığa ve insan tabiatına açılmış bir savaştır.

Sözleşmenin 4. Maddesinin 3. Fıkrası, iki cinsiyet dışındaki tüm sapkın eğilimleri “cinsel kimlik” veya “cinsel tercih” ifadeleriyle meşru göstermekte ve kabul edilmesini sağlamaktadır. Erkek ve kadın cinsiyetleri dışındaki sapkınlıkları meşru kabul etmek, insana ve insan tabiatına savaş açmak, insan neslinin devamına ve sağlıklı nesillerin yetişmesine engel olmaya çalışmaktır. Bahsi geçen fıkra şöyledir:

Madde 4-Temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme

3-İşbu sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel tercih, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın Taraflarca uygulanması güvence altına alınmıştır.

Erkek ve kadın cinsiyetinin dışındaki sapkın eğilimlerin “cinsel kimlik” ve “cinsel tercih” ambalajıyla yaygınlaştırıldığı düşünüldüğünde, insan neslinin sıhhatinden bahsedilebilir mi? Mesela homoseksüellik ve lezbiyenlik tüm insanlığa yayılırsa; sebepler noktasında erkek ve kadının beraberliğiyle yaratılan “insan” neslinin istikbali teminat altına alınabilir mi? Batı’nın, Yunan mitolojisine kadar geri gidilse bile sapık ve sapkın eğilimlerle memlû olduğu görülmektedir. Batı’nın kendi sapkınlığını insanlığa yayma teşebbüsü karşısında sessiz kalmak, başta insanlığa karşı vazifenin yerine getirilmemesidir ve fıtrata ihanet kabilindendir. Dünyada hiçbir millet bu operasyona karşı mukavemet göstermese bile genelde bütün Müslüman ülkeler, özelde Türkiye buna karşı şiddetli bir mücadele yürütmek zorundadır.

Sözleşmenin 4. Maddesinin 3. Fıkrası ve daha birçok maddesi yerinde dururken; hem sözleşmenin müdafaa edilmesi hem de sapıklıklara taraf olunmadığının, hatta karşı olunduğunun iddia edilmesi imkânsızdır. Kaldı ki sözleşme, tüm maddeleriyle birlikte “kültürel kapitülasyon” mahiyeti taşımaktadır, sözleşmeyi kabul ve müdafaa etmek; erkek, kadın, çocuk ve aile fikriyatını Batıdan ithal etmektir. Oysa Batıda aile çökmüş vaziyettedir.

Sözleşme, insanın tabiatına karşı açtığı savaşta hiçbir sınır tanımamaktadır. İnsan tabiatına aykırı her sapıklığın, sadece zorla yapılması yasaklanmıştır. Bunun özerllikle vurgulanması, söz konusu fiillerin rızaya dayalı şekilde yapılmasını meşrulaştırmakta, serbest bırakmakta hatta bunları “hak” addetmektedir. 36. Maddenin 1. Fıkrası ve bentleri şu şekildedir:

Madde 36-Tecavüz dahil olmak üzere, cinsel şiddet

1-Taraflar, aşağıda belirtilen kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır
a-herhangi bir organıyla veya bir cisimle bir başka kişiyle, rızası olmadan vajinal, anal veya oral olarak cinsel nitelikli eylemlerde bulunma,
b-kişiye karşı rızası olmaksızın diğer cinsel nitelikli eylemlerde bulunma,
c-rızası olmayan bir kişinin üçüncü bir kişiyle cinsel nitelikli eylemlerde bulunmasına neden olma

Maddenin (a) bendinde sapıklıklar sadece zorla yapılması halinde yasaklanmıştır. Bu tarif, aynı zamanda ilgililerin bunları rızalarıyla yapabileceğini söylemektedir. 36. Madde bununla da iktifa etmemiş, (b) bendindeki “diğer cinsel nitelikli eylem” ifadesiyle, yazılı olarak kayıt altına alınmayan her türlü sapıklığın önünü de açmıştır. Buna göre, mesela hayvanlarla cinsel ilişki kurmaya kadar giden bir sapıklık alanı oluşturulmuştur. Sözleşmenin üzerinde durduğu tek husus, zorlama olup olmamasıdır. Adeta “Zorlama olmaksızın, gönüllü bir şekilde her türlü sapıklığı yapabilirsiniz!” denilmektedir.

İnceleyin:  ''Tanrı'nın Ölümü''nün Politik Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme

Oysaki insan tabiatına savaş açmak, aynı zamanda “insan”a savaş açmaktır. İnsana savaş açmanın ana cephelerinden biri ise neslin devamına engel olmaktır. Sözleşmenin 39. Maddesi, kürtaj ve kısırlaştırmayı da dolaylı olarak meşru hale getirmektedir, yine tek şart zorla olmamasıdır.

Madde 39-Zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma

Taraflar aşağıdaki kasti davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır:
a-kendisinin daha önceden bilgisi ve rızası olmaksızın kadın üzerinde kürtaj gerçekleştirilmesi,
b-kendisinin daha önceden bilgisi ve rızası olmaksızın ve süreci tam olarak anlamaksızın kadının doğal üreme kapasitesini sonlandırma amacı veya etkisi taşıyan cerrahi operasyon gerçekleştirilmesi

7-İnsan, erkek ve kadın cinslerinden oluşur; suni cinsiyet inşası, insanlığa açılmış bir savaştır.

Sözleşme maddelerinde, sadece sapkın cereyanlar müdafaa edilmek ve dokunulmaz kılınmakla iktifa edilmemiş, aynı zamanda yeni sapıklıkların üretilmesine vasat hazırlanmıştır. Sözleşmenin dil ve üslubundaki sinsilik, metnin “kadına şiddet” başlığı altında okunmasını ve asıl meselenin fark edilmemesini sağlamaktadır. Sözleşmenin 4. Madde 3. Fıkrasındaki “cinsel tercih” ve “cinsel kimlik” vurguları, hem mevcut sapıklıkları koruma altına almakta hem de yeni sapıklıkların uydurulmasına fırsat ve imkân sağlamaktadır. Homoseksüellik, lezbiyenlik, biseksüellik gibi sapıklıklar sayılmış olsa, yazılı kayıt bu sayılanlardan ibaret olacaktır. Fakat sözleşmede, sapkın eğilimleri dile getirmeyerek “cinsel tercih” ve “cinsel kimlik” gibi genel ifadeler kullanılmaktadır. Böylece, üretilmesi muhtemel yeni sapıklıklar da bu ifadelerin koruma şemsiyesi altına girmiş olmaktadır. Başka bir ifadeyle, bir insan, herhangi bir sapıklık için, “benim cinsel tercihim bu” dediği takdirde sözleşmenin koruması altına girmektedir. Kimin ne türlü sapıklıklar üreteceğini önceden tahmin kabil olmadığına göre, sözleşme ile önü açık bir sapkınlığa zemin hazırlanmış olmaktadır.

Madde 4-Temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme

3-İşbu sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel tercih, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın Taraflarca uygulanması güvence altına alınmıştır.

Böylece sözleşmeye göre “cinsel kimlik” ifadesi, herhangi bir sapıklıkta istikrar kazanmak anlamına gelmekte, “cinsel tercih” ifadesi ise günlük hayatta her türlü sapkın eğilimi deneme, istenilen her şeyi yapma imkânı oluşturmaktadır. Örneğin bir sapık şahıs, annesiyle veya kızıyla cinsel ilişki kurmak istediğini söylediğinde, “cinsel tercih” ifadesi ona koruma sağlayacaktır. Sapkınlığın boyutu artıp annesi yahut kızı da aynı eğilimi gösterirse, sözleşme bu sapkın ilişkiyi her iki tarafı da koruyacak şekilde teminat altına almaktadır. Burada ihtimalleri tek tek saymak kabil olmadığı gibi lüzumlu da değildir. Kaldı ki sadece ihtimalleri saymak bile insanın ruh dünyasını tahrip edecek kadar iğrençtir.

Sözleşmenin 3. Maddesinin (f) fıkrası, tüm bu sapıklıkların 18 yaşından küçük kız çocukları için de geçerli olduğunu, yine dolaylı ve sinsi bir dille “kadın” kelimesi, 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da kapsar” şeklinde ifade etmektedir. Reşit olmamış kız çocuklarının da “kadın” kelimesine dâhil olduğunu ifade eden hüküm, küçük yaşlardaki çocukların istedikleri gibi “cinsel tercih”te bulunabilmesini veya “cinsel kimlik” sahibi olmasını koruma altına almaktadır.

Kız çocuklarının reşit olmadan önceki yaşlarında koruma altına alındığını iddia eden sözleşme, aynı zamanda küçük yaşlardaki çocukların her türlü sapıklığa meyletmesinin yolunu da açmış olmaktadır. Koruma altına aldığı nokta ise şiddet ve zorlama unsurunun men edilmesidir. Yani yaşları ne olursa olsun şiddet uygulanmamak kaydıyla, çocuklar da tüm sapkın eğilimler konusunda serbesttir. Öte yandan suni cinsiyet inşası ve sapık cinsel tercihlerin her yaşta serbest bırakılması ve koruma altına alınması, “psikolojik şiddet yasağı” ile bunlara karşı ebeveynin tedip etmesinin, hatta öfke emaresi bile göstermesinin yasaklanması, açık şekilde insan tabiatına karşı açılmış bir savaştır. Batı’da pedofiliyi meşru gören ve meşrulaştırmak isteyen kişi ve kurumların var olduğu âşikârken böyle bir sinsi dil örgüsüyle kamufle edilen sözleşmenin mazur görülebilecek ve savunulacak hiçbir tarafı bulunmmaktadır. Sözleşme kız çocuklarını “kadın” olarak kabul ettiği için “pedofili”nin yolunu açmaktadır.

8-Haklar insanın varoluş imkânları, mükellefiyetler “insani sınır”ın muhafaza tedbirleridir.

Haklar, insanın varlığını gerçekleştirmek ve şahsiyetini inşa etmek için ön şarttır, hak sahibi olmayan kişinin “insan” olma iktidarı da yok demektir. Hakların her biri, hayatın bir sahasına veya tamamına şamil olmak üzere, hayatı insani çerçevede ve seviyede yaşamayı mümkün kılmaktadır. Mesela tüm hakları elinden alınmış bir insan, eli ve ayağı bağlanmış ve bir noktaya raptedilmiştir. Her hak, insanın hayat alanını derinliğine ve genişliğine doğru büyütür ve kendi istidat ve hususiyetlerini gerçekleştirme imkanı tanır.

İnsanlara haklarını tanımak mücerret olarak kafi değildir, devlet denilen teşkilat, her vasıta ile insanların haklarını muhafaza altına almak ve kullanılmasını mümkün kılmakla sorumludur. Devletin kurulmasındaki temel sebep, milletin tüm mensuplarının haklarını tanımak ve korumaktır. Devletin olmadığı yerde hakların kullanılması kabil değildir, zira keşmekeş (kaos), en azından zayıf insanların haklarını kullanmasına manidir.

Haklar ile mükellefiyetler, bir paranın iki yüzü gibidir, yani birbirinden ayrılması imkânsızdır. Haklar ve mükellefiyetler birbiriyle o kadar mümteziç iki kavramdır ki bir insanın hakkı, diğer insanda mükellefiyet olarak zuhur etmektedir. Mesela bin liralık alacak-borç ilişkisinde, alacaklının bin liralık hakkı, borçlunun bin liralık mükellefiyetidir. Haklar haritası ile mükellefiyet haritası birlikte hazırlanmadığında, herkes kendi hakkının peşine düşecek fakat hiç kimse mükellefiyetini yerine getirmeye yanaşmayacaktır. Bu sebeple sadece haklardan bahsetmek ve herkesi sadece kendi hakkının peşinden koşmaya teşvik etmek, kavga ve çatışmadan başka bir netice doğurmayacaktır.
Hayat, haklar ve mükellefiyetler haritasının terkibinden oluşmaktadır.

Siyasi, hukuki, içtimai, ahlaki nizam, sadece haklar üzerine inşa edilemez. Nizamın tesis ve temadi etme şartı, haklar ve mükellefiyetlerin birlikte bulunması şartına bağlıdır. Sadece mükellefiyetler üzerine nizam ve hayat bina edilebilir, zira bir insanın mükellefiyeti, diğerinin hakkıdır. Fakat sadece haklardan bahsetmek, mükellefiyetten bahsetmek anlamına gelmez. Haklardan bahsedilmesiyle mükellefiyet şuuru ve hassasiyeti oluşturulmadığında nizam tesis edilemez. Nitekim mükellefiyetler, hakları doğrudan muhtevi olsa da haklar mükellefiyetleri doğrudan muhtevi değildir. Tabii ki sıhhatli olan ve yanlış anlamalara fırsat vermeyen usul, haklar ve mükellefiyetler haritasının birlikte bulunması ve cemiyette her ikisinin de şuurunun oluşmasıdır.

İstanbul sözleşmesinde, öz itibariyle bir hak ve mükellefiyet listesi yapılmamıştır. Zira bu sözleşme, “İnsan Hakları Sözleşmesi” nevinden bir metin değildir. Bu durumda neden haklar ve mükellefiyetler listesinden (haritasından) bahsetmediğini sormak ve bu zaviyeden tenkit etmek doğru değildir. Ancak bununla birlikte sözleşmenin muhtevası, bir kısım haklara atıf yapmakta, buna mukabil tüm mükellefiyet listesini imha etmektedir. İşte meselenin hassas noktası, tüm mükellefiyet haritasının imha edilmek istenmesidir.

Sözleşmenin 4. Maddesinin 3. Fıkrası, erkek ve kadınların her türlü “cinsel tercih” ve “cinsel kimlik” sahibi olacağını söylemekle hiçbir hukuki ve ahlaki mükellefiyetin bulunmadığını ilan etmektedir. Erkek ve kadın bahsi ile bunlardan teşekkül eden aile meselesini mükellefiyetlerden tecrit etmek, hayatın tamamına derece derece tesir etme istidadına sahiptir. Bu ihtimalde mükellefiyetleri hayatın ciddi bir kısmından çekmiş olmak, aynı zamanda insan ve şahsiyet tarifinde de mükellefiyetleri ortadan kaldırmak demektir. Hayatta sınır yoksa, “insani sınır” da yok demektir.

Madde 4-Temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme

3-İşbu sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel tercih, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın Taraflarca uygulanması güvence altına alınmıştır.

Sözleşmenin 42. Madde 1. Fıkrası, içtimai hayatta “kültür, gelenek, din, görenek veya sözde “namus”un şiddet eylemlerinin gerekçesi olamayacağını ifade ediyor. Sözleşmenin 3. Maddesindeki “psikolojik şiddet” tabiri de hatırlanırsa, milletin hiçbir asli kıymetini ihlal, kızmanın (öfkelenmenin) bile mazereti olamayacaktır. İnsan fıtratı ile robotu karıştıran bu bakış, öfkelenmeye bile müsaade etmemekte, öfkenin makul şekilde boşalmaması halinde birikerek büyük patlamalara (yani şiddete) yol açacağı anlaşılmamaktadır.

Hatta sözleşmenin 42. Madde 1. Fıkrasındaki ifadeye göre millet, kendini oluşturan tüm asli ölçülerinin ihlal edilmesine karşı herhangi bir tavır alamayacak, kişi bu minvaldeki gerekçelerle eşine ve çocuğuna kızamayacak ve onların ıslahı için sözlü yahut fiili bir tedbir uygulayamayacaktır. Mezkûr fıkra şu şekildedir:

Madde 42-Sözde “namus” adına işlenen suçlar dahil olmak üzere kabul edilemez gerekçeler

1-Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, gelenek, din, görenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken hukuki ve diğer tedbirleri alır. Bu özellikle, mağdurun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiği iddiasını da içerecektir.

Anlaşılacağı üzere sözleşme, tüm mükellefiyetleri kaldırmakta, mükellefiyetlerin kaynaklarını tahkir etmekte ve onları yok saymaktadır. Sözleşmede, açıkça kadınların her türlü ahlaksızlığı yapabileceği, milletin kabul ettiği tüm kıymet ölçülerini ihlal edebileceği; buna karşın söz konusu ihlali yapan kadınların hiçbir müeyyide ile karşılaşmayacağı dikte edilmektedir. Metinde, namus mefhumundan “sözde namus” diye bahsedilmesi, namus mevzuunu tamamen imha edici niteliktedir. “Sözde” tabirinin anlamı, aslında olmayan ama muhayyel olarak kabul edilen şey demektir. “Sözde namus” ifadesini kullanmak, namusu yok saymaktır. Elbetteki namus mefhumunu, haksız yere şiddet göstermenin ve hatta cinayet işlenmenin gerekçesi olarak kabul etmek mümkün değildir ancak münferit şiddet olayları bahane edilerek kutsal mefhumlarımıza savaş açılmasına da asla razı olunamaz. Sözleşmenin dil ve üslubundaki bu tür sinsi manevralar, okuyucular tarafından onun net bir şekilde anlaşılmasına, amaç ve kapsamının tam olarak idrâk edilmesine mani olmaktadır.

Unutulmamalıdır ki mükellefiyetsiz hak sadece hayvanlara mahsustur. Hayvanların da mesela yaşama hakkı vardır ama o hakkın karşılığında hiçbir mükellefiyeti bulunmamaktadır.

9-Mükellefiyetten bahsetmeyen hak iddiası, mütemadi çatışma (şiddet) sebebidir.

Bir milleti (ve cemiyeti) birbirine düşürmek ve mütemadi çatışma (şiddet) sarmalına teslim etmenin yolu; hakları dağıtıp, mükellefiyetleri imha etmektir. En tehlikeli insan, sadece hak verip tüm mükellefiyetlerden azade hale getirilmiş kişidir. Bu ihtimalin en meşhur misalleri siyasette görülmektedir. Siyasette, sadece haklara sahip olduğuna ama hiçbir mükellefiyeti olmadığına inanan sapkın insan tipolojisi, diktatörlerdir. Diktatörler, milletine karşı hiçbir mükellefiyeti kabul etmeyen, tam aksine halkın tamamının kendisine karşı mükellefiyetleri olduğuna inanan, muvazenesini kaybetmiş tehlikeli insanlardır. Mükellefiyetsiz hak sahipliği yaygınlaştığında, hayatın her sahasında (mesela içtimai-iktisadi alanda) da mükellefiyetten azade insanlar zuhur eder. Böyle bir anlayış ve kişilik (şahsiyet değil) yaygınlaştığında, hayatın her alanında büyük ya da küçük iktidarlar kurar ve kendilerine köleler edinir.

İstanbul sözleşmesi, zımnen kadınların tüm mükellefiyetlerini ortadan kaldırmakta, buna mukabil onları her türlü ahlaksızlığı yapabilme hakkıyla teçhiz etmektedir. Hak ve mükellefiyet kaynağı olan dini (İslam’ı), kültürü, örfü, adeti, geleneği, namusu herhangi bir davranışının sebebi olmaktan çıkarmakta, onları ihlal etme hürriyeti tanımaktadır.

Sözleşmeye göre, örneğin bir kadın, evine yabancı bir erkeği alıp onunla zina edebilecek; fakat karısını bu ahlaksız fiili gerçekleştirirken yakalayan koca, “psikolojik şiddet” yasaklandığı için öfkelenemeyecek ve ses çıkaramayacaktır. Yani bu örnekteki erkek eşine, “Ne yapıyorsun? Bu ne namussuzluk?” diyemeyecektir. Dahası kadın, cinsel tercihinin kocası dışındaki erkeklerle de istediği zaman ilişki yaşama şeklinde olduğunu beyan ederse, İstanbul sözleşmesine göre yapılan fiil çirkin de suç da değildir. Böyle bir durumla karşılaşan bir erkek, bu sözleşmesi ile bağlanır ve tepkisizliğe mahkum edilirse; kuşkusuz tabiatı bozulacak ve bir müddet sonra etrafa her türlü tehlikeyi saçması mümkün bir bomba haline gelecektir. Yine bir kadının, örneğin lezbiyen ilişki şeklindeki sapıklığına, başta kocası olmak üzere bütün toplum -İstanbul sözleşmesine göre- gülümsemek zorundadır. Kezâ on sekiz yaşından küçük kız çocuğu, eve bir erkek alsa ve onunla zina yapsa, hatta sapık cinsel ilişkilere girse, -şayet rızası ile yapıyorsa- annesi ve babası buna müsaade etmek zorundadır.

Bu çerçevede İstanbul sözleşmesi şiddeti önlemeye değil; aile ve cemiyeti kesintisiz bir şiddetin içine düşürerek çatıştırmaya sebep olacak bir muhtevaya sahiptir. Hatta çatışmayı sadece teşvik eden değil, çatışmaya icbar eden bir sözleşme hüviyetindedir. Halihazırda, çok şükür ki milletimiz İstanbul sözleşmesiyle alan açılan ahlaksızlıklara meyletmediği için yukarıdaki misaller gerçekleşmemekte veya istisna kabilinden çok az gerçekleşmektedir. Fakat diğer yandan, hukuk ve polis yoluyla uygulanan İstanbul sözleşmesi ahlaksızlığın yolunu açmakta ve fuhşiyatı yaygınlaştırmakta; fuhşiyatın türlü çeşidine meyledecek olanları da teminat altına almaktadır. Milletimizin ahlaki yapısının halen ayakta durmasından dolayı ağır zararları şimdilik ortaya çıkmayan bu sözleşme bir an önce iptal edilmelidir. Aksi takdirde sözleşmenin uygulanması yaygınlaştıkça milletin yok oluş süreci hızlanacaktır.
Sözleşmenin birçok maddesi yukarıda bahsi edilen misallerin gerçekleşmesini mümkün kılmaktadır. Burada iki tanesini tekrar hatırlatalım;

Madde 4-Temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme

3-İşbu sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel tercih, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın Taraflarca uygulanması güvence altına alınmıştır.

Madde 42-Sözde “namus” adına işlenen suçlar dahil olmak üzere kabul edilemez gerekçeler

1-Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, gelenek, din, görenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken hukuki ve diğer tedbirleri alır. Bu özellikle, mağdurun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiği iddiasını da içerecektir.

10-İnsanın varoluş süreci “şahsiyet” inşasıdır; şahsiyet, kültürün, insan ferdinde vücut bulmuş halidir.

Şahsiyet, temelde üç şeyin terbiyesine dayanır; kalb (zihin), akıl, his (duygu). Kalb-zihin, insanın iç alemini temsil eder, insanın iç aleminde ne varsa orada mevcuttur ve orada hareket halindedir. Kalbi-zihni evrenin sıhhatli ve temiz şekilde inşa ve muhafaza edilmesi ön şarttır. İslami ıstılah buna “kalb-i selim” ismini vermiştir. Kalb-zihin, zemindir, temeldir, aynı zamanda insan davranışları için umumi kaynak konumundadır. Kalb-zihin kirli ve illetli olunca keşmekeşe (kaosa) mahkum olur; nihâyet insanın hissi ve fikri (akli) melekeleri ve davranışları da ondan etkilenir ve bozulur.

Hisler (duygular) müspet ve menfi çeşitlere sahiptir. Bunlar terbiye edilmez ve serbestçe tezahürüne fırsat verilirse her iki çeşidi de “davranış” olarak ortaya çıkar. Menfi hislerin en meşhur gurubu şehevani olanlardır. Şehvetin meşru çerçevesi ve sınırları doğru tespit edilmez ve o çerçeve içinde tutulmazsa insan, en vahşi hayvandan daha vahşi bir varlık haline gelebilir. Hisler, aklın ötesinde (altında) olduğu için aynı zamanda aklın kaynağıdır. Hisler terbiye edilmediğinde akıl, özellikle şehvetin peşinde gitmek ve şehvetin tatbikatında yeni ve sapık yollar bulmak için çalışır. Çünkü insanın diğer hisleri gibi şehvetinin de bir sınırı yoktur ve makul ölçülerde kayıt altına alınması gerekmektedir. Bu itibarla hissî terbiye, şahsiyetin inşasında asla vazgeçilmeyecek temel şarttır ama insanın en çabuk unuttuğu (unutmak istediği) bir meseledir. İslam irfanı, terbiye edilmiş hissi, “hiss-i selim” veya “zevki selim” olarak isimlendirmiştir.

Akıl, insani çerçeveyi anlayacak, insani sınırı bilecek, bunlara göre tefekkür faaliyetinde bulunacaktır. Bunun için aklın terbiye edilmesi gerekmektedir. Akıl, esasları ve sınırları keskin şekilde idrâk ve muhafaza edebilme mahareti kazanmalıdır, bunun yolu kalb-i selim ve zevk-i selim ile kuşatılmasıdır. Fakat kalb-i selim ve zevki selim zayıf olduğunda veya hiç olmadığında, aklın bünyesinin muhkem şekilde kurulması ve doğru faaliyet göstermesi sağlanmalıdır. Yani hislerin (mesela şehvetin) baskısına dayanmalı ve sıhhatli şekilde tefekkür faaliyetinde bulunabilmelidir.

Şahsiyet; kalb-i selim, hiss-i selim ve akl-ı selimin mütekamil terkip kıvamıyla oluşur. Bu üçü arasındaki irtibat ve muvazene haritası, bir ölçüler manzumesini icbar eder. Müslümanlar için ölçüler manzumesi İslam’dır. İslam olmadığında, hangisinin ölçüsü nedir, sınırı nerede biter gibi soruların cevabı yoktur. Bu itibarla Modern Batı kültürü, kalb-i selim, zevk-i selim ve akl-ı selimi bilmemektedir. Batı kültürü, insan tabiatında ne varsa onu hak olarak görmekte ve ona hürriyet tanımaktadır. Bir ölçüler manzumesi olmadığı için şehvetin tüm çeşitlerini de sınırsız şekilde hak ve hürriyet olarak görmektedir. İstanbul sözleşmesi ise, her türlü sapıklığı meşru hale getirmiştir. Zira hissi terbiyeden habersiz olan Batı, hiçbir şehvet türünün meşru çerçevesini bilmemekte ve her türlü şehveti hiçbir sınır tanımaksızın makbul ve meşru kabul etmektedir. İşte İstanbul sözleşmesi tam olarak budur. Diğer bir deyişle Batı’nın dayattığı sapıklığın, kadına şiddet kamuflajıyla takdim edilmiş manifestosudur.

İnsanın varoluş süreci, şahsiyet inşasıdır. Şahsiyeti olmayan insanın ölçüsü yoktur. Ölçüsü olmayan insanın hayvandan farkı kalmaz. Hak ve mükellefiyet bahsindeki zafiyet, ihmal veya kasıt, insani varoluş sürecini inkıtaa, şahsiyet inşa sürecini akamete uğratacaktır. Şahsiyet, haklar ve mükellefiyetlerin muvazenesiyle kaimdir, bu kanatlardan birisinin yokluğu, muvazenenin inşa ve muhafazasına mani olacaktır.

Şahsiyet inşasında kalb-i selim, zevk-i selim ve akl-ı selim sütunlarının “esaslar haznesi” ise ahlaktır. Ahlak, İslam’ın hayat anlayış ve esaslarının toplamıdır. Keza İslam, kendi kültürünü, örf ve adetini, itiyat ve geleneklerini üretir ve yaygınlaştırır. Bunlar vasıtasıyla hayatın teferruatına kadar sirayet eden bir ölçüler manzumesi ortaya çıkar. Öyleyse şahsiyet; kültür, örf, adet, gelenek, itiyat gibi esaslar haznesinin bir insan ferdinde tecessüm ve tezahür etmesidir. Namus, ahlakın özet ifadesi, ahlak ise namusun tafsilatlı izahıdır. Sözleşmede, -yukarıda bahsi geçen- “Sözde namus” tabiriyle namus mefhumunu ve mükellefiyeti safdışı bırakılmakta, insanın şahsiyet inşası engellenmektedir. Dolayısıyla İstanbul sözleşmesi, milletimizin tüm ölçülerini, ölçü haznelerini iptal eden, imha eden, yok sayan, tesirini ortadan kaldırmaya çalışan bir muhtevaya sahiptir.

Esasen “şahsiyet”, zaten kavgayı, çatışmayı, şiddeti reddeden bir insani varoluş seviyesidir. İnsanları şahsiyetten mahrum bırakmak, şahsiyet inşa yollarını ve kaynaklarını kesmek, onları menfi hisleri ile baş başa bırakmaktır. Hissi terbiyeyi bilmeyen Batı kültürü; milletleri sahip oldukları ölçüler manzumesinden uzaklaştırdığında, onları vahşi duygularının esiri haline getirecektir. Bu noktadan sonra şiddeti önlemek kabil değildir. Tam aksine insanı bu noktaya getirmek, şiddeti teşvik ve tahrik etmektir.

11-Erkek şahsiyeti ve kadın şahsiyeti tariflerimiz kendi medeniyet esaslarımıza tabidir; yabancıların tarif ettiği insan olmayı reddediyoruz.

İnsan iki cins olarak yaratılmıştır, insanın tarifi, iki cinsin birbirini ikmal edici tarifiyle mümkündür. İki cinsi (erkek ve kadını) ayrı ayrı tarif etmek, birbirinden müstakil hale getirmeyi gerektirmez, iki cinsin birbirinden müstakil hale getirilmesi, insan bütünlüğüne ve toplam insan tarifine ulaşmaya mani olacaktır. İki cins birbirinden bağımsız olarak tarif edilirse varoluşları da bağımsız olacaktır. Birbirinden müstakil olarak gerçekleştirilmesi teşvik edilen varoluş ise, insanın toplamına ulaşmayı imkansız kılacaktır.

İki cinsin olması, iki şahsiyet tarifini ihtiyaç haline getirir. Bununla beraber erkek ve kadın şahsiyetlerinin tarifleri, aynı iki cinsin tarifinde olduğu gibi birbirini ikmal etme şartına bağlıdır. Zira erkek ve kadın şahsiyetlerinin birbirini ikmal edici şekildeki tarifleriyle birlikte aile ve cemiyet meydana gelmekte, yani hayatın altyapısı oluşmaktadır. Birbirini ikmal edici tariflerden uzaklaşılır ve müstakil tariflere ulaşılırsa, birbirine olan ihtiyaçları insani çerçeveden çıkar ve ticari sahaya intikal eder. Batının bugün geldiği nokta da tam olarak budur. Batı kültürü, erkek ile kadın arasındaki irtibat ve münasebeti profesyonel sahaya taşımakta, birbirine olan ihtiyaçlarını ticari bir mesele haline getirmektedir. Gece kulüplerinden eskort servislerine, reklam malzemesi olarak kullanmaktan düşük ücretli iş gücü sağlamaya yönelik sömürüye kadar; Batı, erkek ile kadın arasındaki münasebeti ticari alana taşımış ve iki cins arasındaki “insani” bütünlüğü tamamen kaybetmiştir. Müslüman milletimiz böyle bir şeyi asla kabul etmeyecektir.

İstanbul sözleşmesinde “şahsiyet” meselesinden bahsedilmemekte fakat erkek ve kadın tariflerine dolaylı olarak temas edilmekte; bu arada onların neleri yapıp neleri yapamayacağının listesi dikte edilmektedir. Sözleşmenin sadece kadından bahsediyor gibi görünmesi aldatıcıdır. Zira kadını tarif eden bir sözleşme, aynı zamanda erkeği de tarif etmektedir. Nitekim hayat birlikte yaşanmaktadır ve birinin ne olduğunun söylenmesi, diğerinin de ne olduğunun veya ne olması gerektiğinin söylenmesidir. Kısacası kadından bahsediyor gibi lanse edilen sözleşme, baştan sona erkeklerin neleri yapmaması gerektiğine dair emirlerle doludur.

Bu itibarla İstanbul sözleşmesini imzalamak, Batı kültürünün erkek ve kadın tariflerini kabul etmektir. Zira neticede Batı kültürünün insan telakkisini kabule kadar giden illiyet silsilesi mevcuttur. Yabancı kültürün insan telakkisini ithal etmek ve onu “üstün ölçüler manzumesi” olarak kabul etmek bir millet için intihardan başka bir şey değildir.

Müslüman Anadolu halkı olarak, erkek şahsiyeti ve kadın şahsiyeti tariflerimizin kendi medeniyetimizden ve medeniyetimizin kaynaklarından alınmış olması gerekmektedir. Bizim bir medeniyetimizin olduğunu kabul etmeyen Batı hayranı, aşağılık kompleksiyle malûl bazı kimselerin İstanbul sözleşmesini kabul ve müdafaa etmesi anlaşılabilir bir durumdur. Zira onlar, kendi kültür ve medeniyet havzamızdan ayrılmış ve Batı kültür havzasına taşınmıştır. Fakat Müslümanların, kendi medeniyetlerinin farkında olarak İstanbul sözleşmesini imzalamaları ve müdafaa etmeleri mümkün değildir. Bir kısım Müslümanların İstanbul sözleşmesini, hem de militanca bir tavırla müdafaa edebilmesi, kendi medeniyetini inkâr etmektir. Müslümanların bir kısmının bu noktaya gelmiş olması ise şuurlu Müslümanların büyük bir cehdle mücadele yürütmesinin lüzumunu göstermektedir.

12-Aile, cemiyet ve milletin tohumudur; tohum neyse mahsul odur.

Aile müessesesi içtimai meselelerden birisidir ama cemiyetin temelidir. Cemiyet ve hayatın “mevzu haritası” çıkarıldığında, “aile” meselesi de başlıklardan bir başlık olarak görünür ama kıymet ve tesiri bakımından “tohum” mahiyetindedir. Bu sebeple aile meselesini, içtimai meselelerden “birisi” olarak görmek, kıymetini ve tesirini anlamamaktır.

Bir insan kendi ailesiyle ilgilenirken “bir aile” söz konusudur ama aile müessesesini kanunla tanzim ettiğinizde tüm milletten ve tüm hayattan bahsediyorsunuz demektir. Hukuki tanzim bakımından aile meselesi, cemiyet meselesine denktir. Aile cemiyetin tohumudur. Ailede ne varsa, ne olması isteniyorsa, cemiyette de görülecek olan odur. Zira tohum ile mahsul arasında fark olmasını beklemek, yani buğday ekip elma beklemek ahmaklık alametidir. Aile meselesini cemiyet çapında bir mevzu olarak görmemek, hem aileyi hem cemiyeti hem de hayatı anlamamak demektir.

İstanbul sözleşmesi hem aileden ve ailenin bir unsuru olarak kadından bahsetmekte hem de aile olmamış (evlenmemiş) kadın ile hayatın tamamından bahsetmektedir. Aileden bahsettiği yerde tabii olarak erkekten de söz etmekte; aile dışındaki tüm maddeleriyle erkeklerin kadınlara ve sair “cinsel tercih” ve “cinsel kimlik” gibi sapkınlıklara nasıl davranması gerektiğini dikte etmektedir. Özet olarak sözleşme, tüm milletten ve milletin tüm hayatından bahsetmektedir, yani içtimai meselelerin “birisinden” bahsetmemektedir. Bu sebeple sözleşmeyle, tüm millete şamil bir kültürel kapitülasyon kurmuştur. Dolayısıyla buna, sadece kadına şiddeti önlemeye yönelik bir sözleşme olarak bakmak imkan haricindedir.
Sözleşme; dinin, kültürün, örf ve adetin aile müessesesi üzerindeki her türlü tasarrufunu ortadan kaldırmakta ve kendi tasarrufunu inşa ve ilan etmektedir. Böylece aile müessesesi ve ailelerden oluşan millet toplamı, kendi milli kıymet ölçülerinden uzaklaştırılmakta ve Batı kültürünün hakimiyetine emanet edilmektedir.

Sözleşmede, “Tanımlar” başlığını taşıyan 3. Maddenin (a) fıkrasında “psikolojik şiddet” tabiri teklif edilmekte, bununla aileyi oluşturan unsurların birbiri üzerindeki tüm takip, tashih, tenkit, teftiş ve teklif imkanı ortadan kaldırılmaktadır.

Madde 3-Tanımlar

a-“kadına yönelik şiddet”, bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadına fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayalı her türlü eylem ve eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.

İfadelerin muğlak bırakıldığı ve içeriğin, sözleşmeyi üreten Batı’nın genel hayat anlayışı doğrultusunda keyfemâyeşa bir biçimde doldurulduğu ve doldurulacağı âşikârdır. Örneğin “cinsiyete dayalı her türlü eylem” ne demektir? Eylem nasıl olunca cinsiyete dayanmaktadır? Bunlar müphem bırakılmıştır ve her türlü ifsada açık şekilde yorumu kabildir. Sözleşme bir bütün olarak kadını “mutlak dokunulmaz” kılmaktadır. Mutlak dokunulmazlık veya mutlak imtiyaz kimse için hak değildir. Örneğin trafikte bir serseri, diğer otomobildeki erkeği öldürse ve kadını da eliyle itse, hadisenin “kadına şiddet” kısmı ayyuka çıkarılmakta ama erkeğe matuf cinayet umursanmamaktadır. Oysa mesele kadın veya erkekle değil, o serserinin ahlak ve şahsiyet zafiyetiyle ilgilidir.

Aynı maddenin (b) fıkrası, “hane” ifadesini kullanarak, aile olmadan, yani nikahlanmadan aynı evde yaşamayı meşru ve makbul kabul etmekte, böylece erkek ve kadının birlikte yaşamasının tek yolunun aile müessesesi olmadığını zihinlere yerleştirmektedir.

b-“Aile içi şiddet”, aile içerisinde veya hanede, mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir.

Aynı maddenin (c) fıkrası ise “toplumsal cinsiyet” tarifini yapmaktadır.

c-“Toplumsal cinsiyet”, kadın ve erkek için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve nitelikler anlamına gelir.

Toplum tarafından uygun görülen rolün ne olduğu muğlaktır. Söylenmek istenen şeyin; toplumun sinsi planlarla yavaş yavaş değiştirildiği ve bu operasyon bitince, toplumun uygun gördüğü rol neyse herkesin ona bürünmeye icbar edileceği olduğunu düşünmek için pek çok sebebimiz bulunmaktadır. Operasyondan geçmiş; İslâmi bakış açısı, zihnî yapısı ve cinsel kimliği kısmen bozulmuş, kısmen tahrip edilmiş bir toplumdaki kadınlara kadın, erkeklere erkek rolü biçilmeyeceğini öngörmek zor değildir.

Öte yandan “Partner” kelimesiyle gayrimeşru olan meşru ilan edilmektedir. Yine sözleşmenin ihtiva ettiği sinsi dilin bir gereği olarak; Aile müessesesi çözülmek, çökertilmek istendiği halde “aile” gibi kutsal bir kavramın kapsamına nikahsız birliktelikler de dahil edilmektedir. İlk hedef olarak aile mefhumu çiğnenmek istenildiği halde, bu kudsî kavram yine sözleşme lehine kullanılmış ve alet edilmeye yeltenilmiştir.

Gayet tabiidir ki, her millet, kendi kültürüne göre erkek ve kadın şahsiyet tariflerini yapacak ve bunlarla ilgili belli bir çerçeve oluşturacaktır. Fakat sözleşme bu tarifi peşinen yapmakta ve 12. maddesinde bu tarife uygun davranışları değiştirmeyi emretmektedir. Aynı maddenin (f) fıkrasında, “kadın” kelimesinin 18 yaş altı kız çocuklarını da kapsadığı “kadın” kelimesi, 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da kapsar.” ifadesiyle kaydedilmiştir.

Tanımlar başlığı taşıyan 3. Maddede, içtimai meselelere dair muhtelif tarifleri yapan sözleşme, aslında kültürel kapitülasyonu, tarifler kısmında başlatmaktadır.

Sözleşme, 12. Maddesinin 1. Fıkrasında, devletin, milli kaynaklara dayalı asırlar boyunca oluşan davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri almasını emretmektedir. Fıkra şöyledir:

Madde 12-Genel yükümlülükler

1-Taraflar, kadının aşağılık bir cins olduğu veya kadın ve erkek için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.
Sözleşmenin 3. Maddesi (c) fıkrasındaki tarifin neden yapıldığı bu maddeyle anlaşılmaktadır. Maddeler arasındaki irtibatı kurmaksızın, yani muhteva terkibini yapmaksızın metni okumak, kültürel kapitülasyonu görmeyi ve bu millete açılmış savaşı görmeyi engellemektedir.

Görüldüğü gibi fıkra metninde apaçık bir cüretkarlık ve hatta onun ötesinde bir taarruz mevcuttur. Örf ve adetlerimize, geleneklerimize ve bunlara dayalı davranış şekillerimize açıktan saldırılmaktadır. Tüm hayatımızı kuşatan örf ve adetlerimize ve bunlara dayalı olarak geliştirdiğimiz ve tüm hayatı yaşamamızı mümkün kılan davranış şekillerimize, bazıları yanlış diye toptan savaş açan bir sözleşmeyle karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılmaktadır. Maalesef bu durum idrâk edilemeden sözleşme imza altına alınmıştır ve hâlen de bunun farkına varmadan sözleşmeyle gurur duyan bazı kimselerin olması esef vericidir.

Sözleşmenin 12. Maddesinin 5. Fıkrası daha ileri gitmekte ve bu saldırıyı daha da kışkırtıcı bir şekilde muhataplarının adeta gözüne sokmaktadır:

5-Taraflar, kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde “namus”un işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlar.

Bu fıkrada, din (İslam), kültür, örf ve adet, gelenekler ve namus potaya dahil edilmekte; tüm bunların şiddet eylemi için mazeret oluşturamayacağı buyurgan bir dille ifade edilerek devletin gereğini yerine getirmesini emretmektedir. “Herhangi bir şiddet” ifadesi kapsamına “psikolojik şiddet” tabiriyle mutlak bırakılan şiddet çeşidinin dahil olduğu hatırlanmalıdır. Bu bakımdan, istenirse “yanlış yapıyorsun” sözü bile psikolojik şiddet tarifine girdiği için “şiddet” bahsi kültürel kapitülasyona kamuflaj yapılmaktadır.

İnceleyin:  Osmanlı Ailesi

Sözleşmenin 36. Maddesinin 1. fıkrası, muhtelif sapıklıkları, şiddet kullanılmama şartıyla meşrulaştırmakta ve kabul edilebilir saymaktadır. Yani ilgililer, rızalarıyla bunları yapabilirler.

Madde 36-Tecavüz dahil olmak üzere, cinsel şiddet

1-Taraflar, aşağıda belirtilen kasıtlı davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır
a-herhangi bir organıyla veya bir cisimle bir başka kişiyle, rızası olmadan vajinal, anal veya oral olarak cinsel nitelikli eylemlerde bulunma,
b-kişiye karşı rızası olmaksızın diğer cinsel nitelikli eylemlerde bulunma,
c-rızası olmayan bir kişinin üçüncü bir kişiyle cinsel nitelikli eylemlerde bulunmasına neden olma

Sözleşmenin 36. Maddesi 1. Fıkrasının (a) bendinde bir kısım sapıklıklar sayılmış, (b) fıkrasında ise “…diğer cinsel nitelikli eylemler…” ifadesiyle her türlü sapıklığın yolunu açmıştır.
Tanımlar başlığını taşıyan 3. Maddenin (f) fıkrasında “kadın” kelimesinin 18 yaş altı kız çocuklarını da kapsadığı ifadesi hatırlandığında, tüm bu sapıklıkları onların da yapabileceği ve ebeveynin hiçbir müdahalede bulunamayacağı öngörülmektedir. İstanbul sözleşmesi, bu yıkıcı ve buyurgan diliyle meşru hakları korumanın değil, milleti ifsat ve imha etmenin örgütlü manifestosu görünümündedir.

Namus mefhumunun aileden çekilip alınması, “namussuz” bir aile mehfumunun tasarlandığını ve bunu gerçekleştirmek için faaliyete geçildiğini göstermektedir. Sözleşmenin 42. Maddesi ve 1. Fıkrası, namustan “sözde namus” diye bahsedecek kadar sinsi bir anlatıma sahiptir. Sözleşmenin 3. Maddesinde “kadın” kelimesinin 18 yaşından küçük kız çocuklarını kapsadığı da hatırlanırsa, “namus” mefhumu, hem evli kadın hem de reşit olmayan kız çocukları için geçersiz hale gelmektedir. “Psikolojik şiddet” tabiri de buna eklendiği zaman; sağlıklı bir toplumun temelini oluşturan sağlıklı aile yapısına yönelik saldırı ve taarruzun boyutları daha net görülmektedir.

Madde 42-Sözde “namus” adına işlenen suçlar dahil olmak üzere kabul edilemez gerekçeler

1-Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, gelenek, din, görenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken hukuki ve diğer tedbirleri alır. Bu özellikle, mağdurun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiği iddiasını da içerecektir.

Şayet bir baba, kız çocuğuna ahlak ve namus terbiyesi veremeyecek duruma gelirse; hatta örneğin bu çocuğun yabancı bir erkekle aile meskeninde zina etmesi durumunda ona kızmak bile yasaklanırsa; bu şartlarda zaten aile yok olmuş demektir. Sözleşmede hiçbir ihtimal es geçilmemiş 39. Maddenin (a) fıkrasında kürtajın da serbest olduğu kayıt altına alınmıştır. Malum olduğu üzere tek şart, bunun zorla olmamasıdır.

Madde 39-Zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma

Taraflar aşağıdaki kasti davranışların cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır:

a. kendisinin daha önceden bilgisi ve rızası olmaksızın kadın üzerinde kürtaj gerçekleştirilmesi,

Böylece bütün kadınların ve -reşit olan yahut olmayan- kızların sapkın ilişkilere meyletmesinin yolu açılmakta, yapılması muhtemel sapkınlıklar koruma altına alınmakta, zina yapması mümkün ve meşru hale getirilen kadına/kız çocuğuna üzerine bir de rızasıyla kürtaj yaptırabilme fırsatı tanınmaktadır. Böylece sistem tamamlanmakta, çocuk doğurma zahmetine de girmeden her türlü melaneti işleme imkanı oluşmaktadır. Söz konusu maddeyi hüsnüzan ve iyi niyetle yorumlamak mümkün değildir. Türk hukukunda kürtaj, kadının rızası olsa da yasaktır. Bu sebeple mezkûr maddenin, bir suçu önlemekten çok daha ileri düzeyde kürtaj ve kısırlaştırmayı meşrulaştırmaya yönelik olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Sözleşme, aile müessesesinin asli unsurlarından olan kadını tüm mükellefiyetlerden tecrit etmekte, “aile müessesesi” için ihtiyaç duyulan mükellefiyet kaynakları imha edilmektedir. Bu noktadan sonra kadın, hiçbir müeyyide ile karşılaşmaksızın istediği gibi yaşama imkânına kavuşmaktadır. Oysa bir müessese, ona mensup olan herkesin mükellefiyetleriyle ayakta durabilecektir. Mükellefiyet olmaksızın müesseselerin kurulması da sürdürülmesi de kabil değildir. Mükellefiyetlerin kaynağı ise Müslüman bir millet için İslam’dır; İslam’ın muhtevasından süzülmüş ve asırlar süren tatbikatla tecrübe edilmiş örf ve adet, gelenek ve görenektir. Sözleşmeye göre, kadın aile meskenine yabancı bir erkeği alıp zina etse, bunu ailenin diğer unsuru olan erkek bizzat görse, “yanlış yapıyorsun”, “ahlaksızlık yapıyorsun”, “namussuzluk yapıyorsun” gibi tepkiler bile veremeyecektir. Hatta kadın, daha ileri giderek aile meskenini “genelev” haline getirse, erkek yine hiçbir tepkide bulunamayacaktır. Zira “psikolojik şiddet” tabiri buna manidir.

Aile müessesesinin asli unsurlarından olan çocuklar üzerindeki ebeveyn tasarrufu tamamen kırılmakta, terbiye mesuliyeti kaldırılmakta, tesir yolları kapatılmaktadır. “Kadına karşı şiddetle mücadele” başlığı altında, ailedeki kız veya erkek çocukların her şeyi (mesela tüm sapıklıkları) yapabilmesi için bir koruma şemsiyesi oluşturulmakta, öyle ki annelerinin bile tesir ve müdahalesi engellenmektedir. Sözleşmede, “kadın” kelimesinin 18 yaş altındaki kız çocuklarını da kapsadığı dikte edilmekte, kız çocuklarının tüm sapıklıkları hem de evde yapabilmesi halinde ebeveynin müdahalesi engellenmektedir. “Cinsel tercih” ve “cinsel kimlik” vurgularıyla 18 yaşın altındaki kız ve erkek çocuklara sapkın eğilimlerin alanı açılmakta ve hatta teşvik edilmektedir. Örneğin evden oğlan çocuğu olarak çıkıp, ameliyat sonrası kız çocuğu olarak geri döndüğünde ebeveyne tanınan tek hak, “hoş geldin kızım” demesidir. Keza bunun tersi de mümkündür.

Ebeveynin çocuklar üzerinde hiçbir tesir ve tasarruf sahibi olmadığı ama aile ve çocuklar üzerinde Batı’nın (Batı kültürünün) tam tasarruf sahibi kılındığı sözleşmenin adı maalesef İstanbul sözleşmesidir. Ailemizi elimizden alıp, yabancı bir kültüre teslim etmek “Kültürel Kapitülasyon” değilse, nedir?

Aileyi oluşturan unsurları birbirinden tefrik etmekte ve aralarına tefrika sokmakta, her birini müstakil hale getirmekte ve aile müessesesini imha etmekte, reşit olmamış çocukların bile sapıklıklara meyletmesini koruma altına almaktadır. Reşit olmayan çocuklar, kanuni hakları bile kullanamazken, onlara her türlü cinsel sapıklık hürriyeti tanınmış olmaktadır.

Sözleşmeyle karı-koca arasında cereyan eden meselelerin aile içinde halledilmesine müsaade edilmemekte, hakem (uzlaşma) müessesesi yasaklanmakta, hatta ihtilafı duyan birisinin ilgili mercilere bildirimde bulunmasına matuf kanuni düzenleme yapılmasın dikte edilmektedir. Yani taraflar arasındaki herhangi bir ihtilafın husumete dönmesi için gerekli tüm şartları oluşturulmakta, çatışma (şiddet kullanımı) kaçınılmaz hale getirilmektedir. Maddenin ilgili fıkrası şöyledir:

Madde 48-Zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm usulleri veya hükümlerinin yasaklanması

1-Taraflar, işbu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin olarak arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.

Halbuki tüm beşeri münasebetlerde ihtilaflar olabilir, ihtilafın sıfıra indirilmesi zordur. Her cemiyet, muhakkak ki ihtilafları azaltmak ve tabii ki sıfıra doğru indirmek için tüm tedbirleri almalıdır ancak ihtilafların zuhur ihtimali için uygun çözüm yollarının bulunması da fevkalade mühimdir. İhtilafların çözüm yolları aranırken en çok dikkat edilecek husus, ihtilafların husumet oluşturacak kadar derinleştirilmemesidir. Zira ihtilaflar çözülebilir insani meselelerdir ama husumetler kahir ekseriyeti itibariyle çözümü olmayan meselelerdir.
İhtilafların çözüm yollarından birisi ve aslında en mühim olanı hakem (uyuşmazlık) müessesesidir. Zira hakem müessesesi, ihtilafı husumete dönüşmeden ve karşılıklı rızaya dayalı şekilde çözecektir. Müslümanlar için en mühim kısmı ise, rızaya dayalı çözümde, karşılıklı “helalleşmek”tir. Tarafların rızalarıyla ihtilafı çözmesi ve helalleşmesi, o ihtilafın tamamen bittiği manasına gelir. Hakem müessesesini yasaklamak, ihtilafların çözülmesinin yolunu kapatmak ve tarafların rızasını iptal etmektir. Bunları yaptığınızda ihtilaflar hızlı şekilde husumete dönüşecektir. Aile müessesesinde ihtilafların husumete dönüşmesi, o ailenin yıkılması anlamına gelir. İstanbul sözleşmesi ise milleti açık şekilde mahvetmeye matuf bir operasyonun anlaşma metni mesabesindedir.

Ayrıca meselenin sadece hakem müessesesinin yasaklanmasından ibaret olmadığı görülmektedir. Sözleşmenin 18. Maddesinin 3. Fıkrası ile 27. Maddesi, aile müessesesinde ihtilaf haline gelmeyen davranışları bile ihtilaf kabul etmekte ve meseleyi aile efradının dışına taşımakta, onları söz sahibi bile addetmemektedir.

Madde 18-Genel yükümlülükler

3-Hizmetlerin sunulması, mağdurun şikayette bulunmasına veya failin aleyhinde tanıklık etmesine bağlı olmayacaktır.

Madde 27-Bildirim

Taraflar, bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin ifasına tanık olan veya eylemin gerçekleşeceğine yönelik makul gerekleri olan veya bir şiddet eyleminin daha gerçekleşeceğini öngören herhangi bir kimsenin bunu ilgili kuruluşlara veya makamlara bildirmesini teşvik etmek amacıyla gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.

Sözleşmenin 18. Madde 3. Fıkrasıyla, ilgili aile efradının şikâyette bulunması şartı bile ortadan kaldırılmakta, onların şahitlik yapmasını bile ihtiyaç olmaktan çıkarmaktadır. Yani aile efradı arasında “ihtilaf” olarak kabul edilmeyen bir mesele, sözleşmenin “Tanımlar” başlığını taşıyan 3. Maddesindeki “psikolojik şiddet” tabirine dahil edildiği takdirde, ilgilinin şikayette bulunmasına gerek kalmamakta; yani erkek kadına, “bu yanlış, bu örfümüze yakışmaz, bunu yapma” dese, kadının şikayet etmesine gerek kalmadan taraflar arasında ihtilaf (şiddet) olduğu kabul edilmekte ve devlete gereğinin yapılması emredilmektedir.

Sözleşme meseleyi burada da bırakmayıp 27. Maddede, böyle bir söze veya davranışa şahit olan herhangi birinin, mesela alışveriş esnasında aile efradı arasında yaşanan bir tartışmaya şahit olan yabancı bir kişinin meseleyi ilgili kuruluşlara bildirmesi için kanuni düzenleme yapmasını emretmektedir. Bu minvâlde örneğin aile efradı, mizaç ve şahsiyetleri gereği birbirine karşı biraz yüksek sesle konuşsalar, bunu duyan-gören 3. şahıs ilgili mercilere (polise, savcılığa) bildirebilecek ve aile efradından (ve kadından) habersiz şekilde erkek için işlem yapılabilecektir. Sözleşme bu yönüyle tüm milleti muhbir addetmekte ve kıyasıya husumeti yayma çabasına girmektedir.

Bu maddeler bir araya getirilip birlikte okunduğunda, ortada bir ailenin olmayacağını/kalmayacağını anlamak zor değildir. Aile ile birlikte milletin hiçbir kıymet ölçüsü kalmamakta, hiçbir mükellefiyet ve mesuliyet bırakılmamakta, buna mukabil tüm sapkın yollar açılmakta ve koruma altına alınmaktadır.

13-Cemiyet, kültür evrenimizin hayat bulmuş beşeri iklimidir; her türlü kültürel taarruza karşı mukavemet, milli vazifedir.

İnsan kalabalığı ile cemiyet (ve millet) arasındaki fark; “müşterek ölçüler manzumesi”ne tabi olmaktır. “Müşterek ölçüler manzumesi” milletin ruhudur, o ölçülere bağlılık, insan kalabalığını “millet” haline getirir. Müşterek kıymet ölçülerinin bulunmadığı insan toplulukları, her ferdin istediği gibi yaşayacağı bir kalabalıktan ibarettir.
“İnsan hakları” sürekli gündemde tutulmakta ama “millet hakları” başlık olarak bile bilinmemektedir. Oysa insanlar, ferdi varoluş süreçlerine ihtiyaç duydukları kadar içtimai varoluş süreçlerine de ihtiyaç duyarlar. Zaten ferdi varoluş süreci ile içtimai varoluş süreci birbirini ikmal etmiyorsa keşmekeşten (kaostan-çatışmadan) bahsediliyor demektir. İçtimai varoluş süreci, milli (millet çapında) varoluş sürecine kadar yükseltilmelidir.

İçtimai (milli) varoluş süreci, müşterek kıymet ölçülerine tabidir. Müşterek kıymet ölçüleri haznesinin umumi ismi kültürdür. Kültür; ahlak, örf, adet, gelenek, itiyat gibi farklı tezahürlere sahiptir ve bunların toplamından oluşur. Kültürün kaynağı ise Müslüman milletlerde İslam’dır. Bu sebeple milletimizin ruhu, İslam’dır.

Kültür; hassasiyet ve hareket (her türlü davranış) kaynağıdır. Her insan topluluğu, kendi kültürüne sahip ve bağlıdır. Zaten milletlerin farkları, kendini inşa ve muhafaza eden kültürlerinin farklılığından doğar. Mesela Almanlardan farklı bir millet olduğumuz iddiası, kendi kültürümüze bağlılığımızla izah ve ispat edilir.

İnsan topluluklarını, asırlardır tatbikat ve tecrübe süzgecinden geçerek oluşan kültürlerinden koparmak, o topluluğu imha etmektir. Kendi kültürüne karşı savaş açmak, bir milletin ruhi intiharıdır. Milli varoluşu mümkün kılan milli kültür imha edildiğinde, insan topluluğunun nasıl yaşayacağı, nasıl davranacağı soruları cevapsız kalır. En küçük içtimai münasebetten en büyük milli hamleye kadar kendi kültürüne bağlı içtimai nizam tesis eden insan toplulukları, kendi kültüründen koparıldığında içtimai (ve siyasi, iktisadi ila ahir) keşmekeşe savrulacaktır. Nizam hayattır, keşmekeş (kaos) ise ölüm! Bu tespitler dahiyane mahiyet ve kıymet taşımaz, tarih boyunca binlerce defa tecrübe edilen bilgilerdir. Fakat bir ülkede kültürel işgal ve kültürel kapitülasyon gerçekleştiğinde, binlerce yıldır bilinen hakikatler, “yeni fikir” zannedilmeye başlanır.

Milli kültür; millet olmanın, milli varoluş sürecini işletmenin, milli bir hayat yaşamanın ön şartıdır ve vazgeçilmezdir. Hiçbir sebep, milli kültüre karşı savaş açmayı meşru gösteremez. Milli kültürümüzü oluşturan örf ve adetlerimizdeki bir takım yozlaşmalar veya yanlış tortulaşmalar, milli kültürün tamamına savaş açmayı gerektirmez. Tam aksine, bir takım yanlış veya yozlaşmış örf ve adetlerimiz mevcutsa, bunlar yine milli kültürümüz esas alınarak tashih ve ıslah edilir, bu mümkün değilse milli kültürümüzden hareketle yenileri inşa ve ikame edilir. Fakat asla yabancı kültür ithal edilemez.

Bir devlet, milli kültüre savaş açarsa, meşruiyetini kaybetmiş demektir. Zira devlet, milli kültürün siyasi sahadaki vücut bulmuş halidir. Keza devlet, kuvvet ve salahiyeti kendinde cem ettiği için milli kültürü muhafaza etmek ve yabancı kültürlerin ithal ve işgalini engellemekle mesuldür. İstanbul sözleşmesi tam aksi istikamette bir muhtevaya sahiptir ve bununla kültürel kapitülasyonun teşkilatlanmış hali kaydedilerek devlet güvencesi altına alınmıştır.

Aile müessesesi, milletin tohumu, milli kültürün teminatıdır. Yabancı kültürün verileriyle aile müessesesini ve hayatını tanzim teşebbüsü, tohum üzerinde operasyon yapmaktır. Batı kültürü, “insani” her meseleyi ifsat eden, zirai tohumdan içtimai tohuma kadar tamamını değiştiren, insani sınırları yıkıp şeytani muhtevayı hayata geçiren ve insan fıtratına savaş açan bir ihanet hareketi görünümündedir.

Batı’ya karşı istiklal mücadelesi vermiş bir millet; şayet Batı işgali sürseydi bizzat onlar tarafından tatbik edilecek olan kültürü kendi eliyle bu topluma uygulayamaz. Mesele sadece İstanbul sözleşmesi de değil, umumi manada kültürel işgaldir. Kültürel işgal yaygınlaştığı ve derinleştiği için İstanbul sözleşmesi kabul edilip imza altına alınabilmiştir. Sadece İstanbul sözleşmesine karşı değil, milletlerarası bir sözleşmeye dayansın veya dayanmasın tüm kültürel kapitülasyonlara karşı şiddetli bir mücadele başlatmanın zamanı gelmiş ve hatta geçmiştir.
Kadına karşı şiddeti önleyecek tedbirler alınmalı, bunun için yapılması gereken her şey yapılmalıdır. Fakat mesele, aile müessesesini yıkacak, dağıtacak ve insanların artık evlenmekten ikrah etmesini sağlayacak noktaya taşınmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, Batı için aile müessesesinin hiçbir önemi kalmamıştır. Onların kültürünü kabul etmek ve bu millete tatbik etmek, bize özgü aile müessesesini de yıkmakla sonuçlanacaktır.

Her ailede bir takım meseleler yaşanır, tartışmalar olur ve aileyi inşa eden unsurların birbirine karşı öfkelenmesi mümkündür. Tarafların birbirine yanlış yaptığını söylemesini bile, “psikolojik şiddet” tabiriyle “şiddet” sayan bir metin; kişilerin, ailevi meselelerini başkalarına “naklen yayın” haline getirecek kadar çok sayıda “diğer insan”ın müdahalesine açacaktır. Bu durum ise aile müessesesini kökten yıkıcı bir mahiyet taşımaktadır.

Bir millet, içtimai meseleleri, özellikle de aile meselesini kendi kültür kaynaklarıyla tanzim edemiyor ve ortaya çıkan ihtilafları kendi kültürüyle çözecek usul ve yolu bulamıyorsa iki ihtimal söz konusu olacaktır: Ya o milletin kültürü yoktur ya da millet kendi kültürünü inkar etmektedir. Şâyet içtimai meselelerini çözecek bir kültürü yoksa o insanlar topluluğu zaten millet değildir. Eğer bir millet kendi kültürünü inkar ediyorsa, o zaman da millet olmaktan zaten vazgeçmiş demektir. Bu, tahammül edilebilir bir vaziyet değildir.

14-Devlet, milletin kurduğu en büyük teşkilattır; milletin asli merkezine bağlı olmalıdır.

Devlet ile milleti birbirinden müstakil hale getirmek siyasi cinayettir. Devlet, milletin teşkilatlanmış halidir, bu sebeple milletin kültürünü olduğu gibi bünyesinde taşır. Devlet, milleti kültür haznesine aykırı hale geldiği nispette millet için “keen lem yekun” demektir, yani yok hükmündedir.

Devlet ile millet arasındaki irtibat, ikisinin de aynı ülkede olmasından ibaret değildir. Esas olan milletin kültür haznesinin devlette aynıyla temsil edilmesidir. Tüm dünyanın bildiği ve hakkında belki de milyonlarca ciltlik bir külliyat telif edilmiş olan “kültür emperyalizmi”, devlet eliyle ithal edilemez ve uygulanamaz. Zira kültür, milletin ruhudur, öyleyse devletin temel metni olan anayasasının üzerindedir ve anayasa ile kanunların bizzat kaynağıdır. O halde milletin kültürüne uygun olmayan anayasa ve kanunlar, o millet için meşru değildir. Bir millet, yabancı bir ülkenin anayasasına ve kanunlarına uymak zorunda değildir. Bunun temel sebebi, o anayasanın ve kanunların, yabancı kültür haznesinin eseri olmasıdır. Öyleyse bir millet, kendi anayasasına ve kanunlarına da, kendi kültürüne uygun olmadığında “itiraz etme hakkı”na sahiptir.

İstanbul sözleşmesi, milletimizin kültürünün asli kaynağı olan İslam başta olmak üzere tüm kültür tezahürleri olan örf, adet, gelenek, ahlak, itiyat gibi içtimai kıymet ölçülerine savaş açmıştır. Hiçbir ölçü ve sınır tanımaksızın açılan bu cüretkar savaşın kaydı olan sözleşme, maalesef yetkili merciler tarafından imzalanmış ve devletin tüm kuvvetlerini kendi istikametinde seferber etmiştir. Muhtevasını anayasaya ve kanunlara yazdırma emirleri de dahil olmak üzere tüm devlet kurumlarını zapt altına almıştır.

15-Devletin ilk vazifesi, kültürel kapitülasyonları reddetmek, kültür emperyalizmine karşı her türlü tedbiri almaktır.

Millet, varlığına dönük büyük tehlike ve tehditlere karşı “devlet” kurar ve devlet maharetiyle milli benliğini muhafaza eder. Bir millet, kendi varlığını muhafaza etmek için düşmanlara karşı mücadele etmeyi göze alabilir ama hem düşmanlarına karşı hem de kendi eliyle kurduğu devlete karşı mücadele edemez. Hiçbir devlet, düşmanlarla birlik olup, kendi milletine karşı savaş açmaz. Tüm dünya bilir ki, kültürel işgal, askeri işgalden daha kötü ve daha zararlıdır. Kültürel işgalin sinsi şekilde sirayet etmesi ise ona karşı mukavemet ve müdafaa etmeyi zorlaştıracaktır. Milletlerin devlet kurmasının bir gayesi de, milletin tüm mensuplarının anlamayacağı kadar girift ve derin tehditlerin varlığıdır. Devlet eliyle bunlar teşhis edilir, takip edilir ve tesirsiz hale getirilir. Devlet, milletin her ferdinin anlamayacağı meseleler için mütehassıs kadrolar yetiştirerek bu çalışmaları yapmaktadır.

Bir milletin başına gelebilecek en büyük felaketse kendi kurduğu devletin bünyesinin yabancı kültürler tarafından işgal edilmesi ve kendine karşı kullanılmasıdır. Hiçbir devlet, kendi milletini ve milletinin kültürünü tahkir ve tahfif edemez, yabancı kültürün emir eri gibi faaliyet gösteremez. Devletin ilk vazifesi, milletin ruhu olan kültürü korumaktır. Milli varlığımızı korumanın yolu ise hiç tartışmasız şekilde kültür emperyalizmi ve kültürel kapitülasyonlara karşı en sert tedbirleri almaktan geçecektir.

“Kadına yönelik şiddeti önlemek” gibi meşru bir başlığın efsunlu meşruiyetine aldanılarak ve zamanında gerekli tetkikler yapılmadan kabul edildiği ve imzalandığı anlaşılan İstanbul sözleşmesi, açık şekilde kültürel kapitülasyon oluşturmaktadır. Türkiye, İstanbul sözleşmesinden derhal çekilmeli ve sözleşme metnine koyduğu imzayı iptal etmelidir. İkinci adım olarak da, İstanbul sözleşmesi mucibince yapılan tüm değişiklikler, örneğin başta Milli Eğitim’e ve ders kitaplarına yansıyan yönü olmak üzere bütün mevzuat değişiklikleri ilga edilmeli, sözleşmeden önce yapılmış olsa bile muhtevası sözleşmeye uygun tüm mevzuat hükümleri iptal edilmelidir. Bu çerçevede 6284 numaralı kanunun ilga edilmesi veya yeniden tanzimi şarttır, “kadının beyanı esastır” faciası da keza… Zira sözleşme, muhtevasını kanunlarda; tüzük, yönetmelik ve daha alt basamaklarda muhafaza ettiği sürece, zahiren sözleşmeden çekilmenin bir anlamı olmayacaktır. Nitekim kültür emperyalizminin belli şekli yoktur ve her şekle girebilecek bir yapı arz etmektedir. Sözleşme, kanun veya daha başka şekillerde ortaya çıkması mümkündür. Kanunlar yabancı kültürden temizlenmediği müddetçe, kültürel kapitülasyonlar devam ediyor demektir. Kültürel kapitülasyonlar devam ettiği müddetçe de kültürel istiklal mücadelesi devam edecektir.

16-Yabancı ülkelerin emir veya tavsiyeleriyle Anayasa ve kanun yapmak, kültürel işgalin zirvesidir.

İkinci dünya savaşının galiplerinden ABD, işgal ettiği Almanya ve Japonya’nın anayasalarını yapmış, başka bir ifadeyle anayasalarının nasıl olacağını dikte etmiş; mesela yurt dışına asker göndermeyi anayasa ile yasaklamıştır. Bir ülkenin anayasasını başka bir ülke yapıyor veya anayasanın yapılma sürecine müdahil oluyor veya herhangi bir mevzuun anayasada bulunmasını veya bulunmamasını dikte edebiliyorsa, orada açık bir işgal var demektir.

İşgal altında anayasa ve kanun yapmayan bir ülke, başka bir ifadeyle bağımsız olduğunu iddia eden bir ülke, anayasasında ve kanunlarında nelerin olması veya olmaması gerektiğini yabancı bir ülkenin veya yabancı bir kültürün dikte etmesine müsaade etmeyecek, hatta bunu hayal dahi etmeyecektir. Askeri işgal ile kültürel işgal arasında farklılıklar olduğu doğrudur ama “işgal” olma yönüyle her ikisinin de aynı olduğu bir gerçektir. Askeri işgalde yabancı devletin askeri bizzat ülkede bulunmaktadır. Kültürel işgalde ise yabancı kültür, ülkede tesir ve hakimiyet sahibi olmaktadır. Askeri işgalin müşahhas olmasına mukabil, kültürel işgalin müşahhas olmaması aradaki farkın anlaşılmasına mani değildir. Yani kültürel işgalin varlığını anlamak ve ona karşı mukavemet etmek için aslında çok yüksek bir zeka gerekmemektedir.

Sözleşmenin 4. Maddesinin 2. Fıkrasının 1. Bendinde (paragrafında), anayasaya neyin konulması gerektiği söylenecek kadar cüretkar bir çizgide ilerlenmektedir. Sözleşmenin cüretkarlığı nispetinde; kabul edilip imzalandıktan sonra da kültürel işgale maruz kalmışlık ve işgali kanıksamışlıktan bahsedebilmek mümkündür. Bahsi geçen cüretkar ifadeler şöyledir:

Madde 4-Temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme

2-Taraflar, kadına yönelik her türlü ayrımcılığı kınar ve bunu önlemek için özellikle;
-Kadın erkek eşitliği ilkesini kendi ulusal anayasalarına veya diğer uygun mevzuatına dahil edip, bu ilkenin uygulamada da gerçekleştirilmesini sağlayarak, gerekli yasal veya diğer tedbirleri gecikmeksizin alır.

Anayasaya ve mevzuata konulması istenen bu ilkenin doğruluğundan ve meşruluğundan bahsetmenin mümkün olmadığı çok açıktır. Çünkü bu noktada asıl mesele, öncelikle kayıt altına alınan ilkenin doğru veya yanlış olması değil, yabancı unsur taşıyan bir metnin anayasa ve kanunlara bir şeylerin konulmasını dikte etmesidir. Kaldı ki, sözleşmenin tüm maddelerinin sonunda “hukuki (veya yasal) tedbirler alınır” ifadesi geçmektedir. Yani konu sadece kadın-erkek eşitliğinden ibaret olmayıp, tüm sapıklıkları koruma altına alan sözleşme maddelerinin sonunda da hukuki tedbir alınmasından bahsedilmektedir.

Oysaki bir ülkenin anayasa ve kanun metinlerine yabancı ülkeler ve kültürler müdahil olabiliyorsa, o ülkenin tam bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir. Sözleşme metninin, bir ülkenin bağımsızlığı ile alakası olmadığını iddia edenler, “bağımsızlık” kavramını yanlış anlamış olmalıdır. TBMM, millet adına ve milletin vekilleri marifetiyle, milletin asli kültürüne uygun kanun yapmakla mükellef ve muvazzaftır. TBMM, milletin asli merkezine (kültürüne) uygun kanun yapamıyor, aksine başka ülkelerden ve o ülkelerin kültürlerinin tabii neticesi olan kanunları ithal ediyorsa, bir bakıma “yasama meclisi” hüviyetinin kaybedildiğinden bahsedilmesi mümkün hale gelir. Zira ithal ve tercüme yoluyla kanun yapmak için Meclis’e ihtiyaç bulunmamaktadır ve bir tercüme heyeti kafi derecede iş görecektir.

Öte yandan tüm insanlık tarafından “doğru” kabul edilen bir takım esasların mevcut olduğu malumdur. Bunların anayasaya ve kanunlara konulması da mümkündür. Fakat bir milletlerarası sözleşmeyle bunun yapılması; farklı bir açıdan, “doğru” olanı anayasaya ve kanunlara daha önce koymamış olmayı teyit etmek hükmündedir. Bu durumda da ortaya TBMM’nin görevini yapmadığı gibi bir sonuç çıkacaktır. O halde TBMM kendi kültürümüze uygun; yerli ve milli hukuk metinleri hazırlamalı, bunları kanunlaştırmak için ülkeyi yabancı tesirine ve baskısına muhatap etmemelidir. İnsanlığın kabul ettiği doğruların anayasa ve kanunlara dahil edilmesi ise yabancı kültürlerin müktesebatıyla değil, kendi milli müktesebatımız ve kendi dilimizle hazırlanmalıdır. Ayrıca tercüme yoluyla yapılan kanunlar, doğru esasları ihtiva etse bile ülkedeki tefekkür maharetini öldürecektir. Bunu resmi siyaset haline getirmek ise yabancı kültüre “üstün kültür” muamelesi yapmaya kadar gidecektir.

Sözleşme, anayasa ve kanunlara müdahale etmekle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda tatbikatın takibi için “izleme birimleri” kurmayı emretmektedir. Bununla da yetinmeyen kültürel kapitülasyon; kurulan birimlere, imzacı diğer ülkelerdeki muadilleriyle doğrudan irtibat kurma imkanı sağlamaktadır. “Doğrudan iletişim ve ilişkiler geliştirme” ifadesi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin hakimiyeti dışında milletlerarası irtibat ağı kurmanın yolunu açmakta; Sözleşme, adeta kendi sahasında Avrupa merkezli bir “paralel devlet” kurmaktadır.

Madde 10-Taraflar işbu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddeti önlemek ve bununla mücadele etmek için politikaların ve önlemlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve değerlendirilmesinden sorumlu bir veya birden fazla resmi birim görevlendirir veya kurar. Bu birimler madde 11’de bahsedildiği şekilde veri toplanmasını koordine eder, bu verileri analiz eder ve sonuçlarını yayınlar

3-Taraflar, bu madde uyarınca görevlendirilen veya kurulan birimlere diğer Taraflardaki muadilleriyle doğrudan iletişim kurma ve ilişkiler geliştirme imkanı sağlar

Bu maddeye göre Cumhurbaşkanı veya hükumet üyelerinden hiçbirinin haberi bile olmadan yabancı ülkelerdeki kuruluşlarla irtibat kurulabilecek, oralardan alınan bilgiler burada tatbik edilebilecektir. Sonuç olarak kültürel kapitülasyonun kurulması ve sürdürülmesi için tüm altyapı, emredici bir metinle ortaya konulmuş ve bunu içeren sözleşme de maalesef yetkili mercilerce imzalamıştır.

17-Türkiye’nin devlet ricali, yabancı kültürlerin “icra memuru” değildir.

Sözleşmenin 4. Maddesinin 2. Fıkrasıyla anayasaya ve mevzuata nelerin konulması gerektiği dikte edildikten sonra 5. Maddenin 1. Fıkrası ile “devlet ricali”nin neler yapması gerektiği de dikte edilmektedir.

Madde 5-Devlet yükümlülükleri ve gereken özeni gösterme sorumluluğu

1-Taraflar, kadına yönelik şiddet eylemlerinde bulunmaktan kaçınır ve devlet adına faaliyet gösteren devlet yetkilileri, görevlileri, kurum, kuruluşlar ve diğer aktörlerin bu yükümlülüğe uygun davranmalarını sağlar.

Sözleşmenin bu maddesi, Cumhurbaşkanından başlamak üzere tüm devlet ricaline ve her seviyedeki devlet memuruna şamildir. Sadece devlet ricali ve devlet görevlileriyle iktifa edilmemiş, tüm kurum ve kuruluşlar da eklemiştir. Sözleşmenin sinsi dil örgüsüyle, tüm devlete ve hayatın tamamına şamil olmak üzere bir kapitülasyon oluşturulmuş ve bunun için kendi örgütlerini kurduğu gibi resmi tüm kuruluşlar da emir altına alınmıştır. İstiklal ve hakimiyet iddiasındaki ülkemizin böyle bir sözleşmeye imza atması esef verici olup, zararın farkına varılamaması ve bunun bir an önce iptal edilmemesi ise imzalanmasından daha da akıl almaz ve üzücüdür.

Sözleşmenin 5. Maddesiyle Türkiye’nin devlet ricali ve devlet görevlileri “icra-tatbikat memuru” yapılmaya çalışıldıktan sonra 10. Maddesiyle, “politikaların ve önlemlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve değerlendirilmesi” için resmi birim kurulmasından ve mevcut resmi birimlerin görevlendirilmesinden bahsedilmektedir. Bununla da iktifa edilmeyen Sözleşmede, emirlere aynı hızla devam edilmekte ve 10. Maddenin 3. Fıkrasında, kurulacak birimlerin diğer imzacı ülkelerdeki birimlerle doğrudan iletişim kurma ve ilişki geliştirme imkânı sağlanmaktadır. Yani devlet ricali tarafından sözleşme tatbikatının gerçekleştirilmemesi veya bu konuda kafi hassasiyetin gösterilmemesi ihtimali öngörülerek doğrudan Batılı devletlerdeki kuruluşların müdahalesi mümkün hale getirilmektedir.

Madde 10-Taraflar işbu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddeti önlemek ve bununla mücadele etmek için politikaların ve önlemlerin koordinasyonu, uygulanması, izlenmesi ve değerlendirilmesinden sorumlu bir veya birden fazla resmi birim görevlendirir veya kurar. Bu birimler madde 11’de bahsedildiği şekilde veri toplanmasını koordine eder, bu verileri analiz eder ve sonuçlarını yayınlar

3-Taraflar, bu madde uyarınca görevlendirilen veya kurulan birimlere diğer Taraflardaki muadilleriyle doğrudan iletişim kurma ve ilişkiler geliştirme imkanı sağlar

Bu çerçevede sözleşmeyle ihdas edilmiş olan kapitülasyon idaresinin hiçbir sınır tanımadığı görülmekte, Sözleşmenin 12. Maddesinin 1. Fıkrasında “kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır” ifadesiyle bütün bir hayat tasarruf altına alınmaya çalışılmaktadır. Çünkü “kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modelleri” ifadesinin tüm hayatı şamil olduğu; meseleyi sadece “kadına yönelik şiddet” zannedenlerinse bu ifadelerin tüm içtimai hayatı kuşatıcı mahiyet taşıdığının idrâkine varamadığı anlaşılmaktadır.

Sözleşmeyle ihdas edilmeye çalışılan kapitülasyon idaresi, 12. Maddenin 1. Fıkrasında bahsedilen “örf ve adetler ile gelenekleri”n tasfiyesini kayıt altına aldıktan sonra 5. Maddede doğrudan “namus” mefhumuna saldırmakta ve “sözde namus” ifadesiyle aslında “namus” diye bir şeyin olmadığı, bu kavramın asılsız olduğunu şu şekilde ilan etmektedir:

Madde 12-Genel yükümlülükler

1-Taraflar, kadının aşağılık bir cins olduğu veya kadın ve erkek için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.
5-Taraflar, kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde “namus”un işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlar.

Netice itibariyle; sözleşme metni aynı zamanda devlet ricalinin yapmakla mükellef olduğu vazifeler listesi kabilindendir. Buna karşın Müslüman halkın da kendi devletinden, uygun kanunların yapılmasını, uygun olmayanların tasfiye edilmesini talep etme hakkı vardır. Yukarıda tetkik, tahlil ve itiraz mahiyetinde dikkat çekilen hususların tamamı, aynı zamanda devletin gerekli mercilerine hatırlatma mahiyetindedir. Müslüman halkımız hâlen, bahis mevzuu sözleşmenin bir talihsizlik eseri olarak ve dikkatle tetkik edilmeksizin imza altına alındığını düşünerek mevcut hükûmete ve devlet yetkililerine hüsnüzan beslemektedir. Yapılmış olan sehivlerin kabul edilerek bunlardan açık gönüllülükle dönülmesi, milletimizin devletle olan gönül bağını ve hükûmete beslediği sevgi ve saygıyı pekiştirecektir. Mevcut sehivlerin en büyüğü ve önemlisi de -mütemmim cüzleriyle birlikte- İstanbul sözleşmesi olarak karşımızdadır. İnanıyoruz ki devlet ve hükûmet bu sözleşmeden acilen çekilecek feraset ve basirete sahiptir.

Aldığım Yer:

https://www.fikirteknesi.com/kulturel-kapitulasyona-hayir-istanbul-sozlesmesine-reddiye/

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir