İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler
Atalarımızın Teknik Kudreti
Biz bugün bütün malzemeleriyle makinalarını Avrupa’dan getirttiğimiz bir iki araba vapurunu birkaç yıl uğraştıktan sonra yalnız tekne olarak yapmayı başardığımız için gururlanıyoruz! Hâlbuki atalarımız Haliç tersanesinde ve yalnız bir kış mevsimi içinde her türlü levazımı, toplan ve bütün teçhizatıyla beraber büyük bir donanma yapmadaki çok ve hatta örneği görülmemiş teknik kudretleriyle bütün dünyaya ün salmışlardı. Hem Osmanlı, hem Batı kaynaklarında bunun birçok örneklerini bulabiliriz: Meselâ Yavuz devrinin 1519 yılı kış mevsiminde Haliç tersanesi şimdiki tabiriyle “seri hâlinde” inşaata girişerek 150 gemiden oluşan büyük bir donanma yapmıştır. Bu zırhlı kadırgaların bazıları yedi yüz tonluktur. Kanunî devrinin 1534 yılı kış mevsiminde yapılan 61 gemilik sür’atli donanma da o yılın 1 Ağustos cumartesi günü Barbaros’un komutasında Tunus seferine hareket etmiştir.
Yine Kanunî devrinin 1536- 1537 kış mevsiminde ve altı ay içinde yapılan 280 gemilik muhteşem donanma bütün Avrupa’nın gözlerini kamaştırmış bir teknik harikasıdır. Ertesi kış 150 gemilik bir donanma daha yapılıvermiştir!
İkinci Selim devrinde de böyle bir harika vardır: 1571 yılı 21 Ekim pazar gününden 1572 yılı 17 Şubat pazar gününe kadar 120 gün içinde, yani tam dört ayda 158 gemilik bir donanma yapılmıştır. Bu sayılar, çağdaş bir kaynak olan “Selânikî” tarihine dayandığımız için, tamamıyla doğrudur. O muhteşem donanmanın özellikle sekiz gemisi, o zamana kadar eşi görülmemiş derecelerdeki büyüklükleriyle Avrupa Hristiyanlığını korkular içinde bırakmış teknik eserlerdir. Herhâlde onaltıncı yüzyıl, askerî kudretimiz gibi tekniğimizin de en çok gelişmiş olduğu devirlerdir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;316
Bilge Oğuz Yay.
Gayrı Tabiî Dinlere Karşı Tabiî Din
İslâmiyet, yeryüzünde mevcut yegâne tabiî dindir: Yani Allah’ın yarattığı tabiatın kanunlarını yalnız İslâmiyet ifâde etmektedir. Çünkü tabiatta olduğu gibi İslâmiyet’te de hem şiddet, hem şefkat vardır. Buna mukabil, “bir yüzüne bir tokat vurana öteki yüzünü de uzat” diyen Hristiyanlık yalnız şefkat tavsiye eden menfî ve gayri tabiî bir din olduğu için, hiçbir zaman tamamıyla tatbik edilememiştir ve edilmesine imkân ve ihtimâl yoktur.
İşte bundan dolayı Hristiyanlar o şefkat esasına rağmen daima şiddet yoluna saparak taassup ve menfâat muharebeleri açmışlar ve bu harplerde yamyamlığa varıncaya kadar her türlü vahşetleri mütemadiyen irtikâp etmişlerdir. Meselâ, güya “İncil” ve Haznet-i İsa namına İslâmiyet’e karşı giriştikleri Haçlı seferlerinin birincisinde Pierre L’Ermite’in idare ettiği haçlı askerler milâdın 1096 tarihinde İznik civarında ele geçirdikleri Müslüman Türk çocuklarım pişirip yedikleri için Türk ordusu tarafından kamilen yok edildikleri gibi, 1097- 1098 tarihinde de Antakya’yı muhasara eden diğer haçlı ordusu mezarlarından çıkardığı şehit cenazelerini yemek suretiyle en vahşiyane ve en canavarca yamyamlıktan utanmayacak kadar alçaklık etmiştir! Aynı facia, aynı tarihteki “Maame” muhasarasında da tekrar edilmiştir!…
Avrupa’nın şefkat esasına dayanan Hristiyan âleminde asırlarca insanı dörde bölme, çaıka bağlayıp parçalama, diri gömme, üstüne duvar örme, kamım deşme, gözlerini oyma ve her şekilde diri diri yakma cezalan 18’inci asra kadar sürmüş ve hatta ateşle yakma cezası 19’uncu asırda bile tatbik edilmiştir! Meşhur Voltaire, papalığın azamet devrinde şefkatli kiliseye kurban edilen insanların sayısını on milyon gösterir! Nihayet bu asrın ikinci cihan harbinde bile muhtelif Avrupa Hristiyan milletleriyle Bolşeviklerin irtikap ettikleri müthiş facialar da bütün dünyaca malumdur Şefkatçi Hristiyan dini işte böyle tatbikine imkân olmayan gayri tabiî bir dindir.
Yahudilik de yalnız şiddet dini olduğu için gayri tabiîdir Meselâ Yahudiler gibi Hristiyanların da kabul ettikleri “Ahd-i Atik”in “Huruç = Eksode” kitabının ikinci faslının 12’nci fıkrasında Hazret-i Musa gizlice adam öldürmüş gaddar ve zalim bir katil ve canî şeklinde tasvir edilmekte ve üçüncü faslın 21 ve 22’nci fıkralarında da Allah’ın Beni İsrail’e hırsızlık ve dolandırıcılık tavsiye ettiğinden bahsolunmaktadır!…
İslâmiyet, bütün bu gayri tabiî ve gayri İnsanî esaslardan tamamıyla münezzeh bir şefkat, adalet ve kuvvet dinidir ve böyle olduğu da Hristiyanlığın podrumlarıy la engizisyonlarına mukabil Müslüman topraklarındaki Hristiyan, Yahudi ve saire ekalliyetlerini on dört asırdır her türlü ihanetlerine rağmen vicdan hürriyeti ve insanlık haklan içinde yaşatmış olmasıyla sabittir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;340
Bilge Oğuz Yay.
Türkiye’ye Rehin Verilen Fransız Donanması
Bu emsalsiz rehin Kanunî devrindedir ve 1553 yılı 1 Şubat Çarşamba günü İstanbul’da imzalanan bir himaye antlaşması gereğince Fransa’nın Türkiye’ye vereceği tazminata karşılık Fransız donanması Türklere rehin edilmiştir.
Meşhur Almanya İmparatoru ve Ispanya Kralı Charles Quint’e karşı Kanunî Sultan Süleyman’ın himayesi altında olan Fransa Kralı Birinci François 1547 yılı 31 Mart Perşembe günü ölmüş ve o tarihte yerine geçen oğlu Henri II hem Almanlarla mücadele, hem Türklerden yardım isteme siyasetlerine babasından vâris olmuştur, işte bundan dolayı İstanbul’daki Fransa Sefiri d’Aramont yeni bir antlaşma imzalamaya çalışmış ve nihayet yukarıda tarihîni belirttiğimiz gün İstanbul’da imza edilen himaye antlaşması gereğince Fransa Devleti o zamana kadar gördüğü yardımlar karşılığında Türk Hâzinesine 300.000 altın tazminat vermeyi kabul edip bu borcun ödenmesine kadar harp gemilerini:
“ ..engages en neantissement de la somme precitee, Jusqu’a ce que cette demiere soit payee âl’amiral du Grand- Seigneur”
kaydıyla Türk Donanmasına rehin bırakmıştır! Birçok Fransız kaynaklarının millî hislerle yazmadıkları bu rehinli himaye antlaşmasının imzasından dört buçuk ay sonra, yani 1553 yılının 15 Haziran Perşembe günü Türk tarihinin en büyük denizcilerinden Tuıgut Reis işte o Fransız donanmasını da emrine alarak Fransa’yı korumak için Akdeniz seferine çıkmıştır. Sonraları gerileme devrimizden istifade ederek Türkiye’ye karşı hemen her vaziyette cephe almış olan Fransa, işte böyle bir Fransa’dır!
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;355
Bilge Oğuz Yay.
Emir Sultanın Yıldırım Bayezid’e Verdiği Ders
Büyük mutasavvıf Emir Sultan’ın asıl adı Şemsüddin Muhammed’dir: Emîr Sultan lakaptır. Buhara’da doğmuş olduğu için Şemsüddin Buharî ve Buharalı Emîr Efendi şekillerinde de anılır, öğrenimini ülkesinde tamamladıktan sonra Anadolu’ya göç edip Bursa’da yerleşmiş ve büyük İlmî, temiz ve yüksek ahlâkiyle halkın, devlet adamlarının ve hattâ padişahların saygı ve sevgisini kazanmıştır. Babasının adı Ali’dir. Tasavvufta “Halvetiyye” şubelerinden “Nuru Bahşiyye” tarikatının en büyük kişilerinden sayılır. Çevresine birçok müritler toplanmış ve tarikatı kendisinden sonra da devam etmiştir.
Bununla beraber Bursa’daki asıl büyük rolü müderrisliğinde gösterilir: Birçok öğrenci yetiştirmiş ve özellikle halk üzerindeki telkinleriyle o devrin ahlâkını ıslah etmekte büyük bir rol oynamıştır. Çünkü Yıldırım Bayezid devrinde tarihçilerin çok şikâyet ettikleri bir ahlâk buhranı vardır. Devlet erkânı ve hattâ padişah içki ve sefahat âlemlerine dalmış, Balkan unsurlarının ve özellikle Bizans’ın bozuk ahlâkı Osmanlı kanalından geçerek Anadolu’ya kadar aksetmeye başlamıştır. Emir Sultan’ın hayırlı tesirleri işte bu devre tesadüf eder. Herkesin saygısını kazanmış olan bu büyük adam bir taraftan halkı aydınlatmaya çalışmakla beraber, bir taraftan da halka örnek olan hükümetle sarayın ahlâkına karşı cephe almış ve hattâ Yıldırım Bayezid’a bile çok acı sözler söylemekten çekinmemiştir. Meselâ Hicretin 802 ve Milâdın 1400 tarihinde Ulu Cami inşaatı tamamlanınca, kendisine fikrini soran ve tabiî takdir sözleri bekleyen Yıldırım’a:
– Bu camiin her köşesine kendiniz için bir meyhane yaptırırsanız hiçbir eksiği kalmaz!
dediği meşhurdur. Bu söze hayret eden Padişah “Beytullah’ın etrafına nasıl olup da meyhane
kurulabileceğini” sorunca büyük mürşidin:
– Asıl Beytullah, Allahın yaptığı insan vücududur. Sen onu meyhane hâline getirmekten utanmıyorsun da kendi yaptığın
binanın etrafına meyhaneler dizdirmekten mi utanıyorsun?
Tarzında bir cevap verdiği rivayet edilir. Herhâlde Yıldırım Bayezid’in kendini toparlamasında ve özellikle o zaman henüz olgunlaşma devrine girmiş olan adliyenin ıslahına önem vermesinde gerek bu büyük adamın, gerek Osmanlı tarihînde ilk Şeyhülislâm sayılan meşhur Bursa Kadısı Şemseddin Fenarî’nin büyük ve hayırlı tesirleri olduğu gerçektir. Tabiî bu durumda Emir Sultan’ın en nurlu cephesi, ahlâk savaşçılığında gösterilebilir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;575
Bilge Oğuz Yay.
Fatih’in Dilenci Kardeşi
Taşköprülüzade Mehmed Kemaleddin Efendi’nin “TUhfetü’l- Ahbab” yahut “Tarih-i Sûf’ adındaki eserinin birinci cüzünün 128712 İstanbul tab’ının 57 – 58’inci sayfalarında Fatih Sultan Mehmed’in hazır cevaplığını gösteren çok hoş bir menkıbe nakledilir: Hem kıssa, hem hisse sayılabilecek olan bu tatlı menkıbeye göre İstanbul Fatihi bir gün atına binip ava çıkarken, birdenbire karşısına bir dilenci dikilip yana yakıla dilenmeye başlamış; Fatih de cebinden bir altın çıkarıp herife ihsan etmiş, işte bunun üzerine küçük bir kıyamet kopmuş; bir altını az gören dilenci:
– Padişahım, ben senin kardeşin olduğum hâlde nasıl oluyor da sen bana tek bir altın verirsin? Şu hareketin insafa sığar mı?
diye feryad ve figana başlamış! Bunun üzerine Fatih atının dizginini çekip durmuş ve dilenciyi yanına çağırıp sormuş:
– Bu nasıl söz böyle: Sen benim kardeşim olduğunu nasıl iddia edebilirsin?
Dilenci de hemen cevabım dayamış:
Bu ne gaflettir padişahım? Nasıl olur da sen benim kardeşim olduğunu bilmezsin? Hiç öyle şey mi olur?
Hayretler içinde kalan Fatih Sultan Mehmet sualini tekrara mecbur olup kardeşliğin sırrını öğrenmekte ısrar edince, nihayet cesur dilenciden şu cevabı almış:
– Padişahım, ikimiz de Adem babamızın oğullan değil miyiz?
Bu cevaptan çok hoşlanan Doğu Roma fatihi de şöyle mukabele etmiş:
– Eğer öteki kardeşlerimiz de haber alacak olurlarsa, senin hissene bu bir altın bile düşmez!
Bununla beraber, nesep birliği çok hoşuna gittiği için, cömert Fatih dilenci kardeşine birçok altınlar daha vermiş…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;46
Bilge Oğuz Yay.
Eski Avrupa’da Yamyamlık
İnsan eti yemeyi yalnız Afrika’nın yamyam kabilelerine münhasır bir âdet zannetmemeli-dir. Eski Avrupalıların da birçok yamyamlık menkıbeleri vardır! Meselâ haçlıların bazı müşkil vaziyetlerde yamyamlık ettikleri ve Türk şehitlerinin cesetlerini yedikleri tarihî vesikalarla sabit bir hakikattir. Fakat asıl mühim olanı, Avrupalıların Avrupa’daki yamyamlıklarıdır. Bu hususta küçük bir fikir vermek için meşhur tarihçi Profesör Ch. Seignobos’un “Le Moyen Age ” ismindeki eserinin 1907’de Paris’te neşrolunan üçüncü tab’ının 237 I 238’inci sayfalarından aldığımız şu fikrayı nakletmekle iktifa ediyoruz:
“Uzun sürmüş yağmurlardan dolayı 1026 tarihinde zuhur eden büyük kıtlıkta açlıktan o kadar çok insan ölmüştür ki büyük çukurlar kazılıp yüzlercesi birden içlerine atılmıştır. Aç kimseler bu cesetleri o çukurlardan çıkarıp yiyorlardı. Diğer bazı kimseler de yollarda yolculara taarruz ediyorlar ve yahut bir yumurta veya bir elma gösterip yanlarına çektikleri çocukları boğazlayıp karınlarım doyuruyorlardı. Adamın biri Toumus pazarında satmak üzere pişmiş insan eti götürmek cür’etini gösterdi; fakat yakalandı ve yakıldı. Bir başkası geceleyin gidip toprağa gömülmüş eti çıkanp yedi, fakat o da yakıldı.
Mâcon civarındaki bir ormanda tek başına bir kilise vardı ve oraya haç için giderlerdi. Adamın biri o civara yerleşip bir kulübede yaşamaya başladı, gelip geçenleri kulübesine kabul ettikten sonra öldürüp etlerini yiyordu. Günün birinde dinlenmek için içeri giren bir kimse kulübenin köşelerinde erkek, kadın ve çocuk kafalan gördü ve bunun üzerine oradan kaçmaya muvaffak olarak Mâcon’a gidip gördüğü şeyleri haber verdi.
Kulübede etleri yenilmiş 48 erkek başı bulundu. Bunun üzerine herif Mâcon’a getirilip bir kazığa bağlanarak yakıldı.” Bu tarihî levhalar karşısında herhâlde Avrupalıların Afrika yamyamlarını ayıplamaya pek hakları olmasa gerek…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;51
Bilge Oğuz Yay.
Eski Türklerde Savaş Adaleti ve Düşman Pakları
Birinci ve ikinci dünya savaşlarında Avrupa devletlerinin irtikâp ettikleri gaddarlıklarla vahşetler batı barbarlığının şu yirminci yüzyılda bile eski devirlerden farksız ve hatta beter olduğunu ispat etmiş olmasına karşılık, eski Türklerin sav
aş adaletiyle düşman haklarına saygıları bütün insanlığı uyandırması gereken ulvî bir ibret levhası demektir. Şanlı atalarımız bu hukukî durumu kanunî hükümlerle de te’yid etmişlerdir; meselâ “Kanunnâme-i Âl-i Osman”ın 132949 İstanbul baskısının 6’ncı sayfasında tarlalara girip ekinleri çiğnemek ve hatta hayvanlara çiğnetmek dayak ve para cezalan ile karşılanır:
(…ve eğer bir kişinin atı ya katın ve öküzü, ya himarı ekine girerse davar başına beş çomak vurup beşer akçe cerime alma” şeklinde çeşitli maddeler vardır. Fakat bu hafif cerimenin yalnız sulh zamanlarına ait olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Kanunî’nin çeşitli seferlerine ait ruznâmelerde savaş zamanlarında halkın malına ve tarlasına zarar veren ordu mensuplarının hemen idam edildikleri görülmektedir.
Meselâ “Münşeat-i Feridun Bey”in 127450 İstanbul baskısının birinci cildinin 554’üncü sayfasındaki kayda göre, 1526 Macar seferinde ordu Meriç boylarından geçerken 10 Mayıs perşembe günü “atı ekine girdiği için bir herifin boynu vurulmuş” olduğu gibi, aynı cildin 568’inci sayfasındaki kayda göre de 1529 Viyana seferinde Türk ordusu Belgrad’ın ötesinde Eski Hisarlık mevkiine geldiği zaman 20 Temmuz sah günü “atı tarlaya girdiği için bir sipahinin boynu vurulmuştur!” Bu örneklerde suça nispetle cezanın şiddetli olması, savaş hâlinin meydana getirdiği olağanüstü durumdan ötürüdür. Hatta bu kadar adalet karşısında bazı düşman kalelerinin savunmasız teslim oldukları hakkkında bile birçok söylentiler vardır. Bu eski Türk adaletiyle medenî ve insanı seyivesinden çok uzak olan bugünkü kan dökücü batı uygarlığının sakın suratına tükürmeyin. Yazık olur, tükürüğünüz kirlenir!…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;144-145
Bilge Oğuz Yay.
Kır, Al!
Fatih denilince genellikle yalnız İstanbul Fethi akla gelir ve o büyük dâhinin diğer fetihleri hemen hiç hatırlanmaz. Hâlbuki Osmanlı kaynaklarında “Ebu’l-fetih = Fetihler babası” unvanıyla de anılan Sultan Mehmed irili ufaklı on yedi devlet fethetmiştir. Bunların beşi İslâm, on ikisi Hristiyan devletidir. Bu on yedi devletin ikisi imparatorluk, dördü Krallık, altısı Prenslik, beşi de Dukalıktır.
Milliyetlere göre sıralandığı takdirde Fatih’in dört İtalyan, üç Rum, dört Türk, üç İslav, bir Tatar, bir Ulah ve bir de Arnavut ülkesi fethetmiş olduğu anlaşılır.
Tarih sırası itibarıyla 1453 de Bizans imparatorluğu, 1456’da Meriç nehrinin Ege Denizine döküldüğü noktadaki Enez Ceneviz Dukalığını, 1458’de Atina İtalyan Dukalığını, 1459’da Sırbistan Krallığını, 1460’da Mora despotluğunu, 1461’de Trabzon Rum imparatorluğunu, 1461 – 1462’de Candaroğulları Beyliğini yani Kastamonu bölgesindeki Isfendiyar Oğullan Devletini, 1462’de Eflâk Prensliğini, yine aynı tarihte Midilli Ceneviz Dukalığım, 1463’de Bosna Krallığım, 1466’da bir krallık durumunda bulunan Karaman Türk Devletini, 1471’de Alaiyye Beyliğini, 1475’de bir Krallık olan Kırım Hanlığım, 1478 – 1479’da Arnavutluk ülkesini, 1479’da Gümüşhane bölgesindeki Torul- Turul Türk Beyliğini, yine aynı tarihte Yunan adalarından Zanta ve saire Dukalığını ve son olarak 1480’de Hersek Dukalığını almış ve memleketine bağlamıştır. Bunlardan başka Dulgadır- Zülkadir beyliği ile Buğdan Prensliğini de nüfuz ve hâkimiyeti altına almıştır.
Bütün bu irili ufaklı, bağımsız ve yan bağımsız deniz ve kara devletlerinden başka Cenevizlerin Galata, Amasra ve kuzey Karadeniz sömürgeleriyle başta Eğriboz – Ağriboz olmak üzere,Marmara’daki kızıl adalarla Linini, Taşoz, Semendirek, Imfoz ve saire gibi Marmara ve Ege adalan da Fatih tarafından alınmışlardır. Ayrıca sıralanabilecek birçok kalelerle şehirler ve Otranto bölgesi gibi sömürgeler bu hesabın içinde değillerdir. Bunlardan başka Fatih’in ülkelerini tamamıyla zaptetmemek şartıyla yendiği devletlerin en önemlileri Ak- koyunlu İmparatorluğu, Venedik ve Ceneviz Cumhuriyetleri, Macaristan ve Napoli Krallıklarıdır.
Bütün Balkan yarımadasını Türk egemenliğine sokan, Karadeniz’i bir Türk gölü hâline getiren ve boğazlar hâkimiyetini tamamlayıp Çanakkale ve İstanbul boğazlarım kapatan da Fatih’dir. Herhalde Fatih Sultan Mehmed Osmanlı Devleti’nin değil, fakat Osmanlı imparatorluğumun kumcusudur. Şanlı Fatih’in bu göz kamaştırıcı fetihleri hakkında çok güzel bir şakası vardır: Onun zamanında 1460- 1461 tarihinden 1480 yılına kadar yaklaşık yirmi yıl meşihat = şeyhülislâmlık makamında bulunmuş olan ünlü din âlimlerinden Şeyhülislâm Molla Hüsrev bir toplantıda kendisine o büyük zaferlerinden hayranlıkla söz edince, Fatih de Avrupa, Asya ve adalar fetihlerinin sebebini işte şöyle bir kelime oyunu ile açıklamış:
Gâvurlar hükümdara “kral” diyorlar. Hocam: Yani evvelâ “kır”, sonra “al!” demiş oluyorlar. Ben de işte ondan dolayı hem ordularım kırdım,’hem ülkelerim aldım ve hepsine Kral oldum!-.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;155-156
Bilge Oğuz Yay.
Fatih’in İstikbâli Gören Siyasî Basireti
Askerlik tarihinin en parlak simalarından olan Fatih Sultan Mehmed, dış siyaset bakımından da onbeşinci yüzyılın en büyük adamıdır. Son Bizans İmparatoru Konstantinos Paleologos’un Türklere karşı Kaîoliklerden yardım umarak birleştirmiş olduğu doğu ve batı kiliselerini İstanbul fethi üzerine hemen birbirinden ayırıp doğu Hristiyanlığını batıya karşı koruması, Ortodoks milletlerin katolik idaresinde mezheplerini kaybetmektense, Türk hâkimiyetinde din ve mezhep özgürlüğüne sahip olarak yaşamayı tercih etmelerine sebep olmuş ve meselâ Sırbistan, kuzey Yunanistan ve Mora işte bundan dolayı Osmanlı idaresini katolik Macar ve İtalyan hâkimiyetlerine tercih etmiştir.
O sırada henüz bir Moskova Prensliğinden ibaret olan Rus Çarlığının ileride Osmanlı Devleti için ne büyük bir tehlike olabileceğini daha o zamandan anlayan Fatih’in Kırım Hanlığını hâkimiyet altına alması, kuzey Karadeniz’deki Ceneviz sömürgelerini işgal ettirmesi ve diğer birtakım tedbirler alması da ancak yüzyılları aşmış bir uzağı görebilme ile açıklanabilir.
İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının tahkimi ile bu iki geçidin muhafızlığını Türk ordusuna bırakması da geleceği ne kadar açıkça görmüş olduğunu gösteren en mühim ve en kesin delillerdendir. Onu daima rahmet ve minnetle anmak Türklüğün millî ve tarihî görevlerindendir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;159
Bilge Oğuz Yay.
Avrupa’ya Türklerden Geçen Mendil
Bugün lüzumundan çok fazla imrendiğimiz Avrupa’nın ibtidailikten, barbarlıktan ve pislikten kurtulup medenileşmeye başlaması ancak ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk edebilmiş bir durumdur. Eski Avrupa’da hela olmadığı için oturak âlemleri yapılarak lâzımlık üstüne misafir kabul edilir, düğünlerde açık zifaflar tertip olunur ve mendil olmadığı için, burunlar parmaklarla sıkılıp yerlere ve salonlarda halıların üstüne sümükler fırlatılırdı.
Eski Türklerden Avrupa’ya en geç ve en güç geçebilen şey, bizim için en basit şey olan mendildir. Fransız Montandon, Alman Von le Coq, Rus Barthold ve saire gibi âlimler burun mendilinin Avrupa’ya ancak onaltıncı yüzyılda Venedik yolu ile geçebildiğinde müttefiktirler. Orta Asya Türklerinin “Ulatu = mendil” kullandıktan Türkistan fresklerinden başka Kâşgarh Mahmud’un “Divarı-ı Lügati’t- Türk”6ski kaydıyla ve onbirinci yüzyılda Anadolu’ya yerleşip bugünkü Türkiye devletini kuran Oğuz Türklerinin de mendilsiz olmadıkları Selçuknâme’lerle sabit olduğu hâlde, bu kadar basit ve zarurî bir şeyin o teiniz Anadolu’dan pis Avrupa’ya tam beş yüz yılda, yani İstanbul’un Fethinden bir yüzyıl kadar sonra geçebilmiş olması pek şaşılmayacak bir şey olmasa gerektir. Herhâlde bunun başlıca sebebi, pisliğe alışmış olan batı Hristiyanlığının öyle şeylerle ilgisizliğinden ibaret olmalıdır.71(*).
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;169
Bilge Oğuz Yay.
Ne İdik, Ne Olduk?
1872 de İstanbul’a gelip incelemelerde bulunmuş olan Fransız yazarlarından Paul Eudel, “Conskmtînople, Smyme etAthenes ” adı ile 1885 de yayınlanan incelemesinde tanık olduğu birçok hakikatleri samimiyetle ifade ve tasvir etmiştir. Meselâ 190 inci sayfasında şu heyecanlı kayda rastlanır ‘insana heyecan veren ulvi bir âdet gereğince camiler, seyahate çıkacak kimselerin her türlü ticari seneden ve eshamıyla kıymetli eşyalarını emanet olarak bırakmalarına her zaman amade bulunur. En eski devirlerden beri hiçbir zaman bu emanetlerden herhangi bir şey çalınmış olduğu görülmemiştir. Bizim memleketlerde hırsızların bu kadar insaflı davranacaklarını söyleyemem!”
Çöküş devrimize rastlayan ondokuzuncu yüzyılda bile biz işte böyle idik. Ama bugün camilerimizin halılarım, levhaların”, Kur’ânlarını ve hatta onlarla da yetinmeyerek kubbe kurşunlarını bile aşırıyoruz!
Ne kök, ne olduk? Dün işte öyle idik, bugün de Batıya imrene imrene işte böyle batıcı olduk!-
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;180
Bilge Oğuz Yay.
İstanbul’un Fethinde Eski Türk Tekniğinin Rolü
Doğu Roma’nın fethinde Türk ordusu kadar eski Türk tekniğinin de rolü vardır; Avrupa’ya örnek olan bu yüksek tekniğin kuşatma sırasındaki harikaları şöyle sıralanabilir.
1- O zamana kadar dünyanın bilmediği büyük topların balistik hesaplarını bizzat Fatih yapmış ve o toplar işte bu sayede dökülüp İstanbul önlerine getirilmiştir: Bu noktayı son Bizans kaynaklan da te’yid etmektedir. Kuşatma sırasında surların çeşitli yerlerinde işte o sayede gedikler açılabilmiştir.
2- Boğazdan Haliç’e karadan geçirildiği söylenen donanma hakikatte Haliç sahilinin iç taraflarında yapıldıktan sonra denize indirilmiştir: Kuşatma sırasında ve az zamanda öyle bir donanma yapabilmek için gerekli teknik kudretin tahmini herhâlde pek güç olmasa gerektir.
3- O sırada Cenevizlerin elinde bulunan Galata’nın üstünden aşırma atışı yapabilmek için yine Fatih tarafından icat edilmiş olan havan toplan da kuşatma sırasında dökülmüş ve Haliç’teki Bizans donanması işte o sayede bombardıman edilmiştir: Eski Türk tekniğinin bu harikası bugün hâlâ bütün ordularda kullanılmaktadır.
4- Haliç’te bir gün içinde bir müstahkem köprü kurulmuştur: Gemilerin karadan Haliç’e indirilmesinden bir gün sonra, 1453 yılı 23 Nisan pazartesi günü Kumbarahane ile Defterdar iskelesi arasında yapılan ve eski Türk tekniğinin en mükemmel eserlerinden sayılan bu büyük köprü düşman ateşi altında şaşılacak bir sürat ve başarı ile kurulmuştur. Yaklaşık altı metre genişliğinde olan bu müstahkem köprü için binden fazla duba kullanıldığından söz edilir. Dubaların üstüne demir çengellerle kalaslar tespit edilmiş ve onların üzerlerine de döşeme tahtaları kaplanarak çok muntazam ve sağlam bir köprü vücuda getirilmiştir.
Bu müstahkem köprünün iki yanına tespit edilen dumbazlara toplar yerleştirildiği gibi, karadan indirilen gemilerden bazıları da buraya çekilmiş ve işte bu suretle o zamanki Haliç surunun en alçak ve en zayıf noktası dövülmeye başlayarak İstanbul kuşatmasının ikinci cephesi de eski Türklerin (Liman / Limon Denizi) dedikleri Haliç’te açılmıştır: O günden itibaren Bizanslılar arka surlardaki askerlerinin bir kısmını işte bu yeni cepheye çekmek zorunda kalmışlardır! Bu harikanın bir günde ve düşman ateşi altında yapılıvermiş olması herhâlde bugünkü Türk tekniğini derin derin düşündürecek bir konu olsa gerektir!..
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;204
Bilge Oğuz Yay.
Bizans’ın Aşağılık Duygusu
1071 ’deki Malazgirt savaşından biraz sonra başlayan Anadolu fethi 1073’de Türk ordularının Üsküdar sahillerine dayanmasıyla sonuçlanmış, bugünkü Türkiye Devleti işte o zaman kurulmuş ve o tarihten Fatih’in 1453’deki İstanbul Fethine kadar dört yüz yıla yaklaşan uzun bir devir, Bizanslıların günden güne artan Türk hayranlığı ile geçmiştir.
Son Bizans kaynaklarında bile birçok delilleri bulunan bu ezici ve başdöndürücü hayranlık, Türk şevket ve kudretiyle adaletine imrenmekle başladığı için, birçok eski Türk özelliklerinin taklidiyle sonuçlanmış ve bu tarihî mukallitlik nihayet Fatih’in fethini kolaylaştıran bir aşağılık duygusu şeklini almıştır, meselâ kuşatmaya takaddüm eden günlerde ve hatta kuşatma sırasında bile Türk kıyafetini taklit eden Bizans Rumlarından hayretlerle söz edilir. Diğer bir fıkramızda da söylediğimiz gibi, Müslüman- Türk kadınlarını taklit eden rahibeler bile görülmüştür. Son Bizans tarihçilerinden Mihail Dukas, Doğu Roma’nın son yıllarına ait tarihinde kendisinin şahit olduğu bir aşağılık tezahürünü şöyle anlatır:
(Histoire des empereurs Jean, Manuel Jean et Constantin Paleologues, “Cousin” külliyatı, cilt 8, 1685 Paris baskısı, s. 369):
“Hristiyan akideleri içinde yetişmiş bir rahibenin büyük perhizde yalnız et yemekle ve Türk kıyafetine girmekle kalmayıp İslâm Peygamberi için kurban kestirdiğini ve o iğrenç imansızlığını dünyada örneği görülmemiş bir hayâsızlıkla ifşa ve teşhir ettiğini kendi gözlerimle gördüm”.
Ünlü Lamartine, “Histoire de la Turquie” adındaki eserinin 1869 Paris baskısının 3. cildinin 215’inei sayfasında Bizans manastırlarındaki rahibelerden birçoklarının Islâm dinini Batının Katolik mezhebine tercih ettiklerini göstermek için Türk kadın elbisesi giyerek sokaklara fırladıklarından söz etmektedir.
Bizans’ın son yıllarında bu aşağılık hissi Katolik düşmanlığı ile de karışarak o kadar kuvvetlenmiştir ki, İstanbul’un Türkler tarafından fethini isteyen Ortodokslar bile görülmüştür. Meselâ Jouannin’le Jules van Gaver’in 1848’de Paris’te yayınlanan “Turquie” adındaki Osmanlı tarihinin 73’üncü sayfasında açıklandığına göre, 1448’deki İkinci Kosova Savaşı Vida yenilen ve bizim kaynaklarda Yanko Hünyad denilen Macar Millî Kahramanı Hunyadi Janos’a teselli vermek isteyen bir ihtiyar keşiş “Hnstiyanların felâketleri nihayet bulmak için İstanbul’un Osmanlı hâkimiyetine geçmesi zaruri” olduğundan söz etmiştir. Yukarıda sözü geçen Bizans tarihçilerinden Dukas’ın aynı eserinin 381 ’inci sayfasındaki kayda göre de bu ihtiyar keşişin o ünlü sözü aynen işte şöyledir:
– Oğlum, şunu bil ki Bızanslılar mahvolmadan Hristiyanlar eski saadetlerine kavuşamayacaklardır. Onların felâketten kurtulmaları İstanbul’un fethine bağlıdır.
Bazı Türk âdetlerim taklit eden Bizanslılar bile görülmüştür. Özellikle Fetihden önce özel işleri için İstanbul’a gelip giden Tüıklerin birer prens muamelesi gördüklerinden söz edilir. Bizanslıların eski Rumcada “Seigneur” manasına gelen “Afthentis” unvamyla Türklere hitap etmeleri, nihayet bu tazim unvanının “efendi” şeklinde Türkçeleşmesiyle sonuçlanmıştır. Fransızların “Complexe d’inferiorite” dedikleri “aşağılık duygusu” işte böyle milletlerin benliklerini yok eden müthiş bir afettir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;204-205
Bilge Oğuz Yay.
Medenî Seviye Farkı
İnsanlık haklan bakımından Avrupa tarihî mülevvestir. Önce şunlara bakın:
1- 1834 yılma kadar uygulanan bir kanun gereğince Almanya’da bir yıl içinde ancak belli bir miktar Yahudi evlenmek hakkım hâizdi. Yahudilere Hristiyanlarla eşit haklar ancak 1864’de verilmişse de Hitler devrinde tekrar kaldırılmıştır.
2- Avusturya’da onsekizinci yüzyılın sonlarına kadar Katolik mezhebinden başka hiçbir mezhebin kiliseleri bulunmasına izin verilmezdi, öteki Hristiyan mezhepleri ancak çan kulesi ve caddeye bakan kapısı olmayan mabetler yaptırabilirlerdi!
3- İngiltere’de vicdan özgürlüğü ve din eşitliği ancak 1828 tarihinden başlayarak tamamıyla uygulanmağa girmiştir.
4- Fransa’da Protestanların ana – baba ve kan – koca olmak haklan onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru tanınmıştır.
5- Amerika’da ise Zencilerle Kızılderililer birçok insan haklarından bugün bile yoksundurlar.
İşte bunlardan da anlaşılacağı gibi Almanya, Avusturya, İngiltere ve Fransa gibi en büyük ve güya en medenî Avrupa memleketlerinde en ilkel insanlık haklarının tanınması onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllardan başlayarak görülmeğe başlamış birtakım yenilikler demektir!…
Şimdi bütün bunlara karşılık daha onbeşinci yüzyılda Ortodoks mezhebini Katolik taassup ve tahakkümüne karşı resmen himayesi altına almış olan Fatih’in şu muhteşem mazhariyetine bakın: Başka bir fıkramızda da yazdığımız gibi, eski Türk adaletinin Sırp halk türkülerinde bile akisleri kalmıştır. O büyük adalet Sup – Macar ihtilâflarıyla veraset buhranlarında Supların Türk yönetimini Katolik – Macar ve Lâtin hâkimiyetlerine tercih etmesiyle sonuçlanmıştır. Sup – Macar ihtilâfının halk destanlarına aksetmiş şekillerine göre, Macar millî kahramanı Hunyadi Janos Sırbistan’a zorla Katolik mezhebini sokmak istediğinden söz ettiği hâlde, Fatih Sultan Mehmed Sup murahhaslarına aksine şöyle bir söz söylemiştir:
– Nerede bir cami görürseniz, onun yanma hemen bir kilise yaptırabilirsiniz. Hatta duvarları bitişik bile olabilir. Benim dinim işte böyle bir dindir.
Hristiyan – Avrupa medeniyeti ile Müslüman – Türk medeniyeti arasında ondokuzuncu ve hatta kısmen yirminci yüzyıla kadar süren seviye farkını anlamak için işte bu noktalan göz önüne getirmek yeterlidir. Şunu da unutmamalıdır ki, Avrupalılar buna rağmen yüzyıllarca Türkleri “barbar” saymışlardır!…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;282-283
Bilge Oğuz Yay.
Eski Avrupa’da Adalet
1) Onsekizinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’nın her tarafında rastlanan idam şekillerinin başlıcaları şöyle sıralanabilir: Diri diri yakmak, dörde bölmek, çarka bağlayıp ezmek, kazıklamak, suda boğmak, duvara gömmek, diri diri toprağa gömmek, karın deşmek, kaynar suya atmak, kızgın yağda pişirmek, deri yüzmek, ata bağlayıp yerlerde sürüklendirmek ve nihayet lütfen ve merhameten darağacında ipe çekmekle yetinmek! El, dil, burun ve kulak kesmek veyahut gözlere mil çekmek gibi şeyler hafif cezalardandır!…
2) Eski Avrupa’da asılarak idam edilenlerin cesetleri gömülmeyip olduğu yerde çürümeye bırakılırdı. İşte bundan dolayı onaltıncı yüzyılda Almanya’da asılan bir mahkûmun cesedini gece karanlığında darağacından alıp gömmüş olan iki kardeş yakalanıp mahkemeye verilmiş ve hâkimin hükmüyle her ikisinin de gözleri oyulmuştur.
3) Onsekizinci yüzyılın başlarında asker kaçaklarının burunları ile kulaklarının kesilmesi hakkında Prusya Hükümeti bir kanun yayınlamıştır!…
4) Onbeşinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’da her on idam mahkûmundan biri “cellât payı” sayılırdı: Cellât hazretleri arzu buyurduğu takdirde o mutlu mahkûmu para karşılığında serbest bırakmak hakkına hâizdi!…
5) Eski Avrupa’da yalnız insanlar değil, hayvanlar da mahkemeye verilip muhakeme edilirdi: Meselâ tarla faresi, çekirge ve Mayıs böceği gibi zararlı hayvancıklar piskoposların gösterdikleri lüzum üzerine ruhanî mahkemelere verilirlerdi! Her hayvan yahut böceğe bir avukat tayin edilir ve her türlü tören ve usulüne tamamıyla uyularak gayet ciddi bir duruşma yapılırdı! Nihayet suçlu hayvanlar hakkında aforoz karan verilir ve ancak işte bu kadar üzerine çekirge yahut fare mücadelesi başlayabilirdi: Bu gibi muhakemelerin zabıtları hâlâ durmaktadır! Hristiyan – Avrupa’nın medeniyet tarihi işte böyle bir tarihtir!..
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;284-285
Bilge Oğuz Yay.
Devrim Taklitçiliği
Her eylülden sonra tam dört ay gözüm takvime iliştikçe sinirlenir ve takvimlere düşman kesilirim: “Ekim”, “Kasım”, “Aralık”, “Ocak” gibi uydurma adlar bana bir taraftan “bay” ve “bayan” herzelerini, bir taraftan da Fransa’nın ihtilâl takvimini hatırlatır! Bir gün taklitçilikte maskaralık derecesini bulduğumuz için milliyetim adına yüzüm kızarırken ziyaretime gelen eski Millî Eğitim Bakanlarından dostum Hasan Âli Yücel durmadan gülümseyerek bana şu izahatı verdi:
– Fransız devrimcileri “mösyö” ve “madam” yerine “Citoyen” ve “Citoyenne” şaklabanlıklarını icat etmişlerdi: Biz de onlardan geri kalmamak için “bey” ve “hanım” yerine “bay” ve “bayan” demeyi demokratlık ve devrimcilik saydık! Bu kadarla da kalmadık: Fransız ihtilâlcilerinin ay adlarını bile değiştirmiş olduklarına kulaktan dolma bilgimizle az çok vâkıf olduğumuz için, takvimimizin Acemce terkip şeklindeki ay adlarına musallat olursak devrimcilikle birlikte dilcilik ve milliyetçilik de yapmış olacağımıza hükmettik! İşte bu kuruntu ile “teşrin-i evvel” ve “teşrin-i sani” yerine ilk önce “ilk teşrin” ve “son teşrin” dedik: Fakat bunlar Hoca’nın kar helvasına benzediği için kendimiz de beğenmedik. Ondan sonra “birinci teşrin” ve “ikinci teşrin” demeye başladık! Şeytan bizi rahat bırakmadığı için bu kadarla da kalmadık:
Fransız ihtilâl takvimindeki ay adlarının tabiat tahavvülleriyle ilgili olduğunu her nasılsa işitiverdik! 22 Eylül 1792’den 1 Ocak 1806 tarihine kadar 13 yıl, 3 ay, 10 gün uygulanabilen bu gülünç takvimin 22 Eylülden 21 Ekime kadar otuz gün süren ilk ayının üzüm, ikinci ayının pus, üçüncü ayının sis, dördüncü ayının kar, beşinci ayının yağmur, altıncı ayının rüzgâr, yedinci ayının filiz, sekizinci ayının çiçek, dokuzuncu ayının çimen, onuncu ayının hasat, onbirinci ayının hararet ve nihayet onikinci ayının da yemiş mefhumları ile ilgili isimler taşıdığını [gördük]. Fransa’nın 18’inci yüzyıl sonlarında uydurulan bu İhtilâl takvimine hemen hayran oluverdik!
İşte bu hayranlıkla bizim terkip şeklindeki ay adlarını ele aldık. Düşündük, taşındık: Fransızlara nazire olmak üzere “Teşrin-i evvel’e “Ekim” dedik ama ‘Teşrîn-i sani”ye “Kasım” derken millî kültürümüz biraz kıt olduğu için bu adın eski takvimimizde kış mevsiminin 8 Kasım’dan itibaren 179 gün süren bir devresi demek olduğunu düşünemedik! Hele “Kânun-i evvel” karşılığı olarak uyduruverdiğimiz “Aralık” kelimesinin bir manası da “ayakyolu” olduğunu uzun müzakerelere rağmen bir türlü akıl edemedik! Özellikle “Kânun-i sani”ye “Ocak” Fiğimiz zaman “sönmek” ve “yıkılmak” mefhumlarıyla ilgisini hiç hesap edemedik! İşte bundan dolayı menfî ruhlu bazı vatan hainleriyle devrim düşmanı gericilerin ay adlarındaki terkipler tek klime hâline gelip klişeleşmiş olmak itibarıyla değiştirilmelerine gerek olmadığı hakkındaki haklı safsatalarına kulak bile asmadık: Çünkü biz büyük bir takvim devrimi yapmıştık!…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;319
Bilge Oğuz Yay.
Vahşetler Vahşeti
Avrupa tarihi bir medeniyet tarihinden çok bir vahşet tarihi sayılabilir: Eski Avrupa’nın en büyük Devleti olan Roma’ya hangi bakımdan olursa olsun, şöyle bir bakıverseniz tüyleriniz ürperir! Meselâ Romalılar için millî temaşa sanatı demek, “Gladiateurs” çatışmaları demektir: Lâtinceden Fransızcaya geçmiş olan bu “gladiateur” tabiri “kılıçla müsellah adam” yani “kılıçlı” demektir. Bu kılıçlı adamlar “arena” denilen çatışma meydanına girerler ve birbirlerini öldürünceye kadar mücadele ederek seyircileri eğlendirilerdi!
Çeşitli kaynaklarda ve meselâ ünlü Seignobos’un “Histoire de la civilisation ancierıne” adındaki eski medeniyetler tarihinin 1905 Paris baskısının 361 – 364’üncü sayfalarında açıklandığı gibi, daha Cesar devrinden itibaren 320 çift gladyatörü hep birden çatıştırmak ve kanlarının nasıl döküldüğünü seyretmek millî bir eğlence hâline gelmiştir! Hatta bir gün Cesar her biri beşer yüz piyade ve üçer yüz süvari ile yirmişer filden oluşan iki müfrezeyi de arenada çarpıştırıp büyük bir zevkle seyretmiş ve ettirmiştir! İmparator Auguste bütün ömrü boyunca yalnız on bin kişinin kanını döktürmüş olduğu hâlde, Trajan o miktarı dört ay içinde harcayıvermiştir! Bunlardan yenilen gladyatör hemen ölmediği takdirde, boğazlanması kanun gereğidir!…
Bazen de mahkûmlar, köleler ve esirler çarpıştırılıp heyecanla seyredilir: Bu gibi çatışmalarda “barbar” denilen yabancı zümrelerin Romalıları eğlendirmek için birbirlerini yok etmeleri medenî bir an’ane hâlini almıştır! Meselâ Constantin devrinde esir edilmiş bir “barbar” ordusunun fertleri arenada birbirleriyle çarpışmaya mecbur edilerek neş’e ile seyredildikten sonra, bir Devlet adamı resmî bir nutuk söyleyerek insanların yok edilmesini halk için bir eğlence hâline getirdiğinden dolayı İmparatora teşekkür etmiştir!…
Avrupa, Asya ve Afrika’nın çeşitli milletlerine mensup beyaz ve siyah gladyatörler de kullanılmıştır: Bunların renkleriyle ırkları gibi silâhlan da çeşitlidir. Hatta bazı Romalı hür adamlar bile tehlike zevkine kapılarak gönüllü gladyatör olmuşlardır! Birçok Senatörlerin ve hatta İmparator Commode’in bile öyle yaptığı söylenir! Bu vahşet sahneleri yalnız Roma’da değil, İtalya’nın ve Kuzey Afrika’nın bütün şehirlerinde uygulanmıştır!
O zamanki Romalılar kana susamış bir toplum şeklinde tarif edilir ve o durum bugünkü İspanyolların boğa güreşlerine karşı gösterdikleri çılgınca ilgi ile karşılaştırılır. Hatta bundan dolayı imparator Marc – Aurele’in gladyatör çarpışmalarına karşı nedense gösterdiği ilgisizlik bir aralık Romalıları isyana sevk edecek bir etki yapmıştır.
İşte bu vahşi Romalılar kendilerini “medenî” saymışlar ve kendilerinden olmayanlara da “barbar” demişlerdir!
Ölüm Oyunu
Avrupa’nın vahşet tarihinde gladyatör çarpışmalarını andıran kanlı eğlenceler az değildir ve bunların biri de Goluaların işte bu ölüm oyunudur. Andre Boll’un “Theâtre. spectacles et Jetes Populaıres dans l’histoire” adındaki eserinin 1942 Marsilya baskısının 148- 149’uncu sayfalarındaki açıklamaya göre, Golualar bu oyunu yemeklerden sonra eğlenmek için yaparlarmış: İçlerinden hemen bir ip geçirilir ve adamcağız bir ağaca götürülüp asılıverirmiş. Ama asıla- çok keskin bir kılıç bulunurmuş: Eğer ağaca asılır asılmaz işte o kılıçla ipi kesebilirsekurtulur,kesemezse oyuna kurban olur, gidermiş!…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;329
Bilge Oğuz Yay.
Kanun Karşısında Kanunî
Onaltıncı asırda Türklerin Akdeniz hâkimiyetini temin eden iki büyük muharebe vardır. Biri Barbaros’un meşhur Preveze Muharebesi, biri de en büyük Osmanlı denizcilerinden Kaptan-i Derya Piyale Paşa’nın 1560 senesi 14 Mayıs sah günü Avrupa’nın iki yüz gemilik Hristiyan müttefikler donanmasına karşı Tunus’la Trablus arasına tesadüf eden Gebeş körfezindeki “Cerbe” adası önlerinde yüz yirmi gemiden ibaret Türk donanmasıyla kazandığı büyük muharebedir. Bu parlak zaferi kazanan Piyale Paşa İstanbul’a dönünce şenliklerle karşılanmışsa da, o zamanın kanununa göre beylerbeylik payesinde kıdemi olmadığı için vezaret payesiyle taltif edilememiş, yalnız Kanunî’nin torunlarından Cevher Han Sultan ile evlendirilerek gönlü alınmıştır! Kâtib Çelebi bu noktayı şöyle anlatır:
“Beğlerbeğilik payesi alalı iki yıldır, bu defa vezaret payesi verilir ise tez olmuş olup rütbe-i vezaret tedenni bulur diye Sultan Süleyman Han tecviz buyurmayıp reva görmediler, lâkin riayeti murad-i hümâyun olmağla vafir ihsan ve terakkiler ile tevkirden sonra şehzadeleri Sultan Selim Han’ın (Cevher Han) nam duhterini kenduye tezviç buyurdular, beş sene sonra rütbe-i vezaret inayet olundu…”
O zamanki telâkkiye göre bir kumandan için zafer kazanmak en tabiî vazife demektir ve bu vazifenin ifası da kanunun ihlâline sebep değildir. Herhâlde Kanunî’nin büyüklüğü, kendisini kanundan küçük görmesindedir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;346
Bilge Oğuz Yay.
Dünyayı İmrendiren Eski Türk Adliyesi
Bugünkü İngiliz hâkimlerinin ceplerinde devletin verdiği birer çek vardır. Bu sayede hâkim fevkalâde bir ihtiyacı olduğu zaman resmî ödeneğinden ayrı olarak, istediği kadar para çekmek yetkisinden istifade etmediğini göstermiştir! Doğruluğun bu derecesi bir çeşit meleklik demektir. Eski Türk örneğine göre kurulmuş olan İngiliz adaleti işte böyle insan şeklindeki meleklerin elindedir.
Gerileme devrimizden önceki Türk hâkimleri de her melekliği gölgede bırakmış insanlardır. Başhâkim durumunda bulunan ilk şeyhülislâmlar Osmanlı tarihinde nurlu bir silsile gibi sıralanır. Koçi Bey’in izahına göre azamet devrimizdeki şeyhülislâmlar “kayd-i hayaf ’ ile tayin edilir ve ancak istifa ile yerlerinden çekilirdi. İlmî eserleri ve tertemiz şahsiyetleriyle milletin hürmet ve emniyetini kazanarak o büyük ve sarsılmaz mevkiye çıkan bu çok kıymetli ve yüksek karakterli ilim adamları en heybetli padişahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi oldukları için, icabında onlara bile doğru yolu göstermekten ve çok sert sözler söylemekten çekinmemişlerdir. İçlerinde her ne şekil ve suretle olursa olsun hak yemeğe tenezzül etmiş pek kimse yoktur. İlk Osmanlı Şeyhülislâmı Molla Fenan Bursa Kadısı iken Yıldırım Bayezid’ın mahkeme huzurundaki şahitliğini reddetmiştir.
Üçüncü Şeyhülislâm Molla Fahreddin ikinci Murad’ın yapmak istediği tahsisat zammını “israf’ diye kabul etmemiştir. Dördüncü Şeyhülislâm Molla Hüsrev’i, Fatih Sultan Mehmed İmam-i Azam’a benzetmiştir. Beşinci Şeyhülislâm Molla Güranî, Fatih’in teklif ettiği vezirlik makamını reddettikten başka, o şanlı talebesini daima sert sözlerle ikaz etmekle ve doğru göstermiş olmakla meşhurdur.
Dokuzuncu Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî gibi padişahları titretmiş, Sultan Bayezid’in bir mülakat isteğini reddetmiş ve bilhassa Yavuz Devri’nde pervasız müdahaleleri ile yüzlerce insanı idamdan kurtarmıştır. Yine Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nde Onuncu Şeyhülislâm İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamurlara bulanmış kaftanının, öldükten sonra türbesindeki sandukasına örtülmesini vaziyet etmiştir. Kanunî ve İkinci Selim devirlerindeki Onbeşinci Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin şanlı adı yüzyıllarca halk ağzında nuran bir ilim ve adalet sembolü şeklinde yaşamıştır.
İşte bu muhteşem silsilenin vücuda getirdiği Türk Adliyesi, diğer bir fıkramızda da söylediğımiz gibi, İngiliz yazarlarından Downey’in izahına göre nihayet Sekizinci Henri devrinde İngiliz adliyesi ıslah edilirken örnek ittihaz edilmiştir. Birçok Batı kaynaklarında o eski Türk adliyesinden hep hayranlıkla ve hürmetle bahsedilir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;401
Bilge Oğuz Yay.
Mikrop Ne Zaman Keşfedilmiştir ve Kâşifi Kimdir?
Biz kendimizi de, kendi keşiflerimizi de unutacak kadar Batılılaştık. Onun için atalarımızın muhtelif sahalardaki keşiflerini Batılılara izafe etmek bizim için artık umumî bir teamül hâline gelmiştir! Meselâ eskiden ‘Tahtelbahir” denilen denizaltı gemisi, kuluçka makinesi ve fırını, otomobil ve hele tıp sahasında aşı ve mikrop gibi keşiflerle icatlar hep atalarımızın keşifleri sahasına dahil olduğu hâlde biz bugün bütün bunları Avrupa kültürüne mal ederiz! Bütün bu keşiflerden muhtelif fıkralarımızda bahsetmiştik. Şimdi burada da XIX. yüzyıl Fransız âlimlerinden Pasteur’e izafe edip durduğumuz mikrop keşfinden bahsedeceğiz.
Evvelâ şu noktayı açıklayalım: Mikrop XIX. Yüzyılda değil, XV. Yüzyılda keşfedilmiştir. Hattâ kâşifi de Fransız kimyageri Pasteur değil, büyük Türk hekimi Ak Şemseddin’dir. İstanbul’un fethinde Türk Ordusu’nun maneviyatını takviye ve idare vazifesiyle Fatih’e refakat etmiş olduğu için Bizans’ın manevî fatihi sayılan bu kahraman âlim Milâdın 1390 tarihinde dünyaya gelmiş ve 1459 tarihinde 69 yaşına bastığı sıralarda Göynük’te vefat etmiştir ve mübarek türbesi de oradadır.
Türk tarihinin daima yücelteceği ve takdis edeceği bu muazzam âlimin mikroplar hakkındaki izahatı bir nazariye değil, tecrübeye dayanan bir keşif mahiyetindedir. “Maddetü ’l-Hayat ” ismindeki tıbbî eserinde hastalıkların vücuda giren birtakım görünmeyen tohumlardan hâsıl olduğunu “tefrih” (incubation) devirleriyle beraber tespit ve izah ederek bakteriyoloji ilminin de esaslarım kurmuştur. Bu “teftih” devrelerini tespit edebilmek için tabiî tecrübî sahada çalışmıştır. Fakat acaba nasıl çalışmış ve ne gibi âletlerden istifade etmiştir? Bunların tamamıyla tespiti kabil değildir. Netice itibarıyla Ak Şemseddin hazretleri yalnız Türk tababet tarihinde değil, dünya tıp tarihinde çok büyük ve nurlu bir şahsiyet demektir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;419
Bilge Oğuz Yay.
Kanunî’nin “Kanunnâme”sine Göre Pezevenklik Cezası
Kanunî Sultan Süleyman’ın “Kanunnâme-i Âl-i Osman ” ismindeki meşhur kanunu, Viyana Kütüphanesi’ndeki nüshasından kopya edilerek H. 1329 tarihinde ‘Tarih-i Osmanî Encümeni” tarafından yayınlanmıştır. Hukuk tarihimizin en önemli kaynaklarından olan bu yetmiş iki sayfalık “Kanunnâme ”nin yedinci sayfasında şöyle bir madde vardır:
“…Ve pezevenklik edenin ahunda dağ ideler!”
Bu maddeye göre o zamanın zabıtası tarafından yakalanacak bir pezevengin alnına kızgın demirle bir damga vurulacak ve bu suretle o hayâsız suçlu, hem ateş cezasına, hem daimî bir teşhir cezasına çarptırılmış olacaktır!…
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;494
Bilge Oğuz Yay.
Mazi Düşmanlığı
Şu zavallı kulaklarımıza yıllardan beri neler, ne akla sığmaz teraneler aksedip durdu. Medeniyet âlemine bundan ancak kırk yıl önce girmiş olduğumuzdan dem vuruldu. Edebiyat tarihimizin şu son otuz – kırk yıllık devre münhasır olduğu ve ondan evvelki devirlerin okullarda okutulmasına bile lüzum olmadığı ileri sürüldü. Atalarımızın ilkelliklerinden bahsedildi. Zavallıların kıyafetleriyle alay edildi. Bundan bir müddet önce son terane olarak da gazetenin birinde, sakallarıyla sarıklarının, cüppeleriyle şalvarlarının “çirkinlikleri” ilkellik alâmetleri gibi gösterildi.
Bu herzeleri savuran ve Doğu kültürü kadar Batı kültüründen de hiçbir nasibi olmayan zekâsız ve kişiliksiz cahiller: her devrin her medeniyetin ve her Udimin kendine göre bir kıyafeti olduğundan habersiz birtakım zavallılar değildir de nedir? Bunlar eğer Batı dillerini ve Batı kaynaklarını bilselerdi, o dillerde yığınlar teşkil eden kıyafet tarihlerine şöyle bir göz atınca öyle safsatalar söylemekle kendi bilgisizliklerini meydana vurmaktan başka bir şey yapmış olmayacaklarını herhâlde idrak ederlerdi.
Bugünkü Batı uygarlığının kökü sayılan “Greko- romen” dairesindeki Eski Yunanlılarla Romalıların kıyafetleri, şimdiki Kuzey Afrika kılığını andıran bir ihramdan ibaretti. Nasıl Yunan ve Roma medeniyetleri işte o ilkel kıyafetli insanların eserleri ise, bizim Selçukî ve Osmanlı medeniyetlerimiz de işte kavuklu, cüppeli ve şalvarlı atalarımızın eserleridir. O heybetli kavuklarla şalvarlar, çağdaş oldukları eski Avrupa kıyafeti gibi gülünç de değildir. Erkekliğe yakışmayacak pudralı ve kurdeleli perukalar, dantelli yakalar ve kısa pantolonlarla uzun çoraplar karşısında Eski Türk elçilerinin güçlükle zaptettikleri kahkahalar Avrupa krallarının kulaklarına aksetmemiştir ama tarihin kulağında daima çınlayacaktır.
Buna karşılık, muhtelif yüzyıllarda Türkiye’ye gelmiş Bat” yazarlarının hususi Kütüphanemizde bulunan yüzlerce seyahatnâmeleriyle inceleme eseflerinde Eski Türk kıyafetinin o zamanki Batı kıyafetine oranla her hususta ne kadar üstün olduğundan bahseden fıkraları toplanacak olsa, bizdeki mazi düşmanlarının hayret ve ibretle okurken yüzlerini kızartacak büyük bir cilt teşkil edebilir.
“Medenî Kıyafetin Teşekkülünde Türk Irkının Rolü” başlıklı fıkramızda tafsilatıyla izah ettiğimiz gibi Avrupa’yı Yunan – Lâtin ihramının ilkelliğinden kurtarıp bugünkü gelişmiş kılığına sokanlar bile bizim işte o beğenilmeyen ve hattâ hafife alman atalarımızdır. Eski Türklerin şimdiki çok cahil düşmancıkları, yeni ilmin bu büyük hakikatine tabiî inanmak istemeyeceklerdir, bunu milliyet gayretiyle ortaya atılmış tek taraflı bir iddia zannedeceklerdir. Fakat bizim yazılarımızla hiçbir zaman öyle tek taraflı iddialara tesadüf edemeyeceklerinden emin olabilirler.
Eski Türkistan medeniyetine ait kazılar ve incelemeleriyle meşhur Alman müsteşriki Von le Coq’m 1910 tarihinde Paris’te yayınlanan “Exploration archeologique a Tourfarı” adındaki eseriyle 1925’de basılan “Bilderatlas zur Kunst und Kulturgeschichte Mittel – Asiens ” ismindeki resimler atlasma ve Paris antropoloji okulu etnoloji Profesörü Dr. Geoıge Montandon’ın 1934’de çıkan “Trate d’ethnologie culturelle ” adındaki eserine müracaat ederlerse Eski Türklerin sivil ve asker kıyafetleriyle kadın elbiseleri hususunda ortaçağla yeni zamanların bütün Avrupa kıyafetlerine örnek olduklarını ve pantolonla ceketin ihramlı Avrupa’ya işte onlardan intikal ettiğini öğrenmiş olurlar.
Muhtelif şekiller alan şalvar da işte o eski Türk pantolonunun bir çeşidinden ibarettir. Her şey gibi moda nispî ve geçicidir. Acaba kıyafetleriyle alay edilen eski Türkler, bugünkü Avrupa’nın Iskoçya ile Yunanistan’da eteklik giyen erkeklerini ve öyle şeylerin farkında bile olmayan biz mutaassıp Batı taklitçilerimizi görselerdi beğenirler miydi yoksa iğrenirler miydi?
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;532
Bilge Oğuz Yay.
Milletlerin Saadetlerini Temin Eden Şey Nedir?
Osmanlı tarihi’nin azamet devrine tesadüf eden ilk üç yüzyıldaki büyük şeyhülislâmlar umumiyetle hak ve: adalet kahramanlara şeklinde sıralanır. Padişahların mutlakıyetini kanun zihniyetiyle tahdîd eden (sınırlayan) bu nuranî silsile içinde Şemseddin Fenarî gibi mahkemede Yıldırım Bayezid’in şahitliğini bazı sebeplerle yüzüne karşı reddeden; Molla Fahreddin gibi ikinci Murad’ın yapmak istediği tahsisat ödenek zammını “israf’ diye kabul etmeyen; Molla Güranî gibi Fatih’in bir fermanım kanuna aykırı bularak yırtıp attıktan başka, getiren çavuşu sopa ile kovan; Zembilli Ali Efendi gibi ikinci Bayezid’in bir mülakat istediğini reddettikten sonra Yavuz Sultan Selim’le çok şiddetli bir vazife ve salâhiyet münakaşasından sonra selâm bile vermeyerek çıkıp giden ve o padişahın aşın icraatına şiddetli itirazlanyla mâni olan hak ve kanun müdafileri vardır. Bunlardan Molla Güranî’nin Fatih Sultan Mehmed’i Saltanat ihtişamından dolayı tenkit ederek:
– Libâsın (giysin) haram, taamın (yediğin) haram!
diye yüzüne karşı çıkıştığından bahsedilir. Bugün bu sözü küçük bir memura bile söylemek kabil değildir. İngiliz Adliyesi’nin ıslahında, eski Osmanlı adliyesinin örnek tutulması işte bundandır.
Herhâlde milletlerin saadet ve azameti kâğıt üstündeki kanunlara değil, o kanunları tatbik edecek insanların seviyeleriyle zihniyetlerine tâbidir.
İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;538
Bilge Oğuz Yay.