İmam Malik (r.a) Hakkındadır
İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Amir-i Esbahidir. Künyesi Ebû Abdullahdır. Doksanbeş (m. 713) yılında tevellüd etti. Doksan dört, doksanüç, hattâ doksan yılında dünyaya geldi diyenler de vardır. Yüz yetmiş dokuz (m. 795) veya yetmiş sekiz yılında Medine-i münevverede vefat etti. Seksendört yıl yaşadı. Vâkidî der ki, vefâtında doksan yaşında idi. Medine-i münevverenin imâm ve âlimi idi. Hazret-i Ebû Hüreyrenin (radıyal- lahü anh) bildirdiği hadîs-i şerifte: -İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, bütün âlemi dolaşırlar, Medînedeki âlimden daha üstününü bulamazlar» buyuruldu. Süfyân ve Zehri derler ki: Medinedeki âlimden maksad, Imâm-ı Mâliktir. Imâm-ı Mâlikin Yemende bir kabile olan Benî Esbahdan olduğu söylenir. Annesinin karnında üç yıl kalmıştır dediler. Herm bin Hayyân da iki yıl kılmıştır. Dahhak dört yıl kalmıştr. Hattâ, doğduğu zaman, dişleri bitmiş idi, bunun için (gülen) anlamında Dahhâk demişlerdir. Imâm-ı Mâlik, Hârun Reşid zamanında Medînede vefât etmiştir. Bakî kabristanın- dadır.
Yüzü gayet beyaz olup, kırmızıya yakın idi. Başı büyükçe olup, saçları dökülmüştü. Aden kumaşı güzel elbise giyerdi. Bıyık kesmeği kerih görürdü.
Bazıları dediler ki, vucûd yapısı bakımından gösterişli olmadığından annesi kendisine: «Seni hiçbir meslek kabûl etmez, ancak ilim kabûl eder, hiç durma, ilimle meşgul ol» dedi. Gerçekten ilmin bereketi ile, kavuşacağı mertebelere kavuştu (Sahabeden Sehl bin Sa’d (radıyallahü anh)a yetişip, tabiînden olduğu söylenir).
Şâfiînin, Imâm-ı Mâlikin talebesinden olması, Imâm-ı Mâlikin şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Imâm-ı Mâlik ilmini, Zehrîden, Yahy bin Sa’d’den, Nâfî’den, Muhammed Ibni Münkedirden, Hişâm bin Amr’dan, Zeyd ibni Eşlemden, Rebia bin Ebî Abdurrahman ve daha birçok büyük âlimlerden almıştır. Kendisinden de birçok kimseler ilim öğrenip, herbiri memleketlerinin imamı ve insanların rehberi olmuşlardır. Bunlardan birkaçı şunlardır: Imâm-ı Şâfiî, Muhammed bin Ibrâhim bin Dinâr, Ebû Hâşim ve Ab- dulazîz bin Ebî Hâzım. Bunlar, eshabı içerisinde, nazar sâhibi, ictihad ehli idiler. Bunlardan başka Muin bin îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Mesleme-i Ka’benî, Abdullah bin Veheb… gibi daha nice talebesi vardır.
Bütün bunlar, Buhari ve Müslimin, Ebû Davud ile Tirmizinin, Ahmed Ibni Hanbelin, Yahyâ ibnl Mu inin ve diğer hadis âlimlerinin üstâdlarıdır.
Bekir bin Abdullah San’âni der ki: Mâlik bin Enese geldik. Bize, Rebia bin Abdurrahmandan anlatmağa başladı. Halbuki biz çok hadîs bildirmesini istiyorduk. Birgün bize: «Rebi’a ile sizin ne işiniz vardır. İşte şu odada uyuyor» dedi. Bunun üzerine biz, Rebi’aya gelip uykudan uyandırdık ve: «Sen Rebî’a mısın?» dedik. Evet dedi. Biz: «Mâlik bin Enesin kendisinden hadîs rivâyet ettiği zat sen misin?» dedik. Yine evet dedi. Mâlik senin sebebinle makbûl olup, faydalı olurken, sen kendine böyle faydalı olmuyorsun dedik. Cevâbında : -Bir miskal devlet (devam eden faydalı ilim, az da olsa) bir yük ilimden hayırlı ve faydalıdır» buyurdu.
Abdurrahman bin Mehdi der ki: Süfyân-ı sevrî hadîsde imamdır, ama sünnette imâm değildir. Evzai, sünnette imamdır, hadîste imam değildir. Ama Mâlik bin Enes ikisinde de imamdır.
Imâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edebli idi. Din bilgisine hürmet ve ta’zimi şaşılacak derecede idi. Bir hadîs-i şerifi rivâyete, anlatmağa başlayacağı zaman, abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını düzeltir, ya’nî tarar, temizler, güzel kokular sürünür, her hâliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş tarafına otururdu. Oturuşunda bile bir heybet ve vekar ile temekkün ve istikrâr bulunurdu. Başını önüne eğer, sakalıyla elbisesiyle oynamazdı. İnsanlar arasında iken sümkürmezdi.
Muîn ibni îsâ rivâyetiyle bildirirler ki: Hadîs-i şerif rivâyet edeceği zaman, gusl abdesti alır, güzel kokular sürünürdü.
Bir kimse, İmamın meclisinde yüksek sesle konuşsa, mâni olur ve Allahü teâlâ: «Peygamberin (aleyhisselâm) sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız» buyurmuştur. Burada da, her kim Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i söylenirken, yüksek sesle konuşursa, sanki Re- sûlullahın yanında yüksek sesle konuşmuş olur derdi.
Imâm-ı Mâlikin yüzünde, «Hasbünallahü ve ni’mel vekil» âyet-i kerîmesi yazılı idi. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, cevab olarak aynı âyet-i kerimenin devamını okudu.
Yahyâ bin Saîd der ki: İnsanlar arasında, Mâlikten daha sahîh hadîs söyliyen yoktur.
Imâm-ı Şâfii buyurur ki: Âlimler anıldığı zaman, Imâm-ı Mâlik onlar arasında, parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerine minnet ve ihsânı. Mâlikten çok olan yoktur. Mâlik’den bir hadîs-i şerif duyarsanız, ona iki el ile sarılınız. Sakın gevşek davranmayınız. Nefislerinin arzuları peşinde koşanlar, yahut bozuk yol tutmuşlardan biri, İmamın huzûruna gelse ona: «Ben kendimi dinimde olgun, delilleri sağlam ve kuvvetli bulup, doğru
Itikad üzere görüyorum. Sen ise dininde şübhe ediyorsun. Hadi, kendin gibi, dininde şübheli bir kimse bul ve onunla münâkaşa eyle» derdi.
Imâm-ı Mâlik buyurdu: İnsan kendisi İçin hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, İnsanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.
Yine buyurdu: İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru, mümin kullarının kalbine koyar.
Ebu Abdullah buyurdu ki: Rüyada Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Mescidinde oturuyordu. Etrafında birçok insanlar vardı. Imâm-ı Mâlik, karşılarında ayakta duruyordu. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) önünde misk vardı. Mâlik’e misk verir, o da insanlara saçardı. Mutraf der ki, ben bu rüyâyı, ilim ile sünnete uymak ile ta’bîr eyledim.
Imâm-ı Şâfiî der ki: Mekke-i mükerremede idik. Halam bana, bu gece acaîb bir rüyâ gördüm dedi. Ne gördünüz? dedim. Dedi ki, bir kimse yüksek sesle bağırır ve bu gece yeryüzünün en büyük âlimi vefat etti derdi. Imâm-ı Şâfiî der ki, hesâb ettik; o gün Mâlik bin Enesin vefatı günü idi.
Hârun Reşid, Mâlike haber gönderip gelmesini ve oğulları Emin ve Memunun kendisinden hadîs-i şerif öğrenmesini istedi. Mâlik (rahmetul- lahi aleyh), Hârun Reşidin yanına gelince, Hârun Reşid ona: «Lâyık olan şudur ki, bize gelip gidesiniz. Bu vesile ile çocuklarım sizden (Muvattâ) yı öğrensinler» dedi. Immâ-ı Mâlik cevabında: «Allahü teâlâ, Emîrül müminini daha aziz eylesin! Bu ilim önce sizden çıkmıştır. Eğer onu, siz aziz ederseniz, aziz olur, zelil ederseniz, zelil olur. Bunun gibi, ilim bir kimsenin yanına gitmez; ilmin yanına gelinir» buyurdu. Bunun üzerine Hârun Reşid, doğru söylüyorsun dedi. Sonra oğullarına, mescide gidin, orada olanlarla beraber, hadîs-i şerif dinleyiniz dedi. Imâm-ı Mâlik: «Şu şartla ki, insanların üzerinden geçmeyip, onlara rahatsızlık vermeyip, bulundukları yerde oturacaklar.» Böylece Emin ve Memun, meclisinde bulundular.
Hârun Reşid hacca giderken Medîneye geldiğinde Mâlike : «Kitabını bize getir ve götür» diye haber gönderdi. İmam buyurdu ki: «ilim gitmez, insanlar ilme giderler.» bunun üzerine Harun Reşid, vallahi bundan son- râ, şeninin evinde hadîs-i şerif dinleriz dedi.
Imâm-ı Mâlik der ki: Ben Nâfî’den, o da ibni ömerden, o da peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işittik. Buyurdu ki: «Âlim, ilmini umûmdan gayrisine tahsis eylese, o ilimden avâm ve havâs istifâde edemez». Bunun üzerine Hârun Reşid, insanlar arasında bu sözü bağırarak söyledi ve bütün hadîs-i şerif okumak ve öğrenmek istiyenler mescide koştular. Mescid tamamen doldu.
lmâm-ı Mâlik anlatır: Nâfî Ibni Ömer Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatır. Buyurdu ki: «Allah için tevâzu edeni (ya’ni alçalanı) Allahü teâlâ yükseltir.» Bunun üzerine Hârun Reşid, oturduğu yüksek yerden indi. Hadîs-i şerifi dinliyen talebe ile beraber oturdu. Sonra kitabı okudu. Bunun için o kitaba (Muvattâ) denir. Zira Hârun onun için tevattu eyledi, ya’ni aşağı indi. Sonra Hârun imama, bir katır, bir deve, bir merkeb ve beşyüz altın gönderdi. İmam altınları alıp, hayvanları geri gönderdi ve: «Benim hayvana binme ihtimâlim bile yoktur.» insanların terbiye edicisini (sallallahü aleyhi ve sellem) toprak altında yattığı bir şehirde, hayvan üstünde nasıl gezebilirimi buyurdu. Hakîkaten Medîne-i münev-verede, İmâmın hayvana bindiği görülmemiştir.
Imâm-ı Şâfiî der ki: lmâm-ı Mâlikin kapısında, çok güzel Horasan atı ile Mısır katın gördüm. Bunlardan İyisini görmemiştim. İmama, ne kadar da hoş hayvanlardır deyince İmam bana: «Bunlar sana hediyyem olsun» buyurdu. Birisini kendinize ayırın dedim. «Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bulunduğu bir toprağa, hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ ederim. Rabbimden utanırım» dedi.
Hârun Reşid, Mâlike (radıyalahü anh), bir meskenin, evin var mıdır? dedi. İmâm : «Hayır, yoktur» dedi. Hârun Reşid İmama, üç bin altın verip, bir ev satın alırsın dedi. İmam parayı aldı. Yemedi ve bir yere de harcamadı. Reşid Iraka gitmek istediği zaman, Mâlike, bizimle beraber gelsen iyi olur dedi. Çünkü ben insanları (Muvattâ) okumağa teşvik için tam gayret ve azimet eylemişimdir. Nitekim hazreti Osman (radıyallahü anh), Kur’ân-ı kerîmin okunması, ezberlenmesi ve onunla amel edilmesi üzerinde çok durmuştu. İmam buyurdu ki: Sen insanları, Muvattâ okumağa zorlıyamazsın. Sen bunu yapamazsın. Çünkü Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbı, ondan sonra beldelere ve şehirlere yayılmışlardır. Her biri bir tarafta kalmışlardır. Her biri Kur’ân-ı kerîm okudular, hadîs-i şerif rivâyet eylediler. Buna göre, her şehirde bulunanın bir ilmi vadır. Peygamber efendimiz de (sallalahü aleyhi ve sellem), ümmetinin âlimleri (Müctehidleri) arasındaki ayrılığa, «Allahü teâlânın rahmetidir» buyurdular. Seninle gelmeme ise, hiçbir şekilde imkân ve ihtimâl yoktur. Zira Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: «Dünya ni’metlerine kavuşmak için, benden sonra Medineden çıkarlar; ama eğer bilirlerse, Medine onlar için hayırlıdır.» Ve yine buyurmuştur ki: «Medine şehri, habisi, (çirkini, kötüyü) uzaklaştırır, kendinden çıkarır.» Buna göre Medİne- deh çıkmak bana yakışır mı? İşte verdiğiniz altınlar. İster alın, ister almayın dedi. Ya’ni, senin bana, Medîneyi bırakman daha uygun olur demenin sebebi, verdiğin altınlardır. Ben Resûlullahın (sallalahü aleyhi ve sellem) bulunduğu Medtne-i münevvereyi, dünyaya değişmem demek istedi.
Reşid, Mekke-i mükerremeye gitti. Süfyân bin Uyeyne’ye haber gönderip ilmini bize getir ve götür dedi. Ya’nî her zaman gel, kalbinde olan İlmi, bana öğret ve kalbime akıt dedi. O da Reşidin yanına geldi. Iraka gidince, Reşid der idi ki: Hak teâlâ Mâlike rahmet eylesin. Biz ona tenezzül eyledik, (Ya’nî gidip sohbetinde bulunduk.) ilminden İstifâde eyledik. Allahü teâlâ Süfyâna rahmet eylesin, o bize tenezzül eyledi, yanımıza geldi; onun İlminden istifade etmedik.
MAllk, hangi mecliste otursa, «Sübhâneke lâ ilme lenfi illâ mâ allem- tenâ…» ayeti kerimesini okumadan söze başlamazdı. Ve yine derler ki, İmâm bir şeyi unutsa, bu âyet-i kerîmeyi okuyup hatırlardı.*
İmâmın fazilet, üstünlük, vilâyet ve sünnete ittilaı anlatmakla bitmez. Birkaç alime ile azdan çoğa delâlet ve işâret vardır deyip, burada bitirelim. Allahü teâlâ İmama ve yolunda olanlara ve bütün ehl-l sünnet âlimlerine rahmet eylesin. Âmin.
(Fıkıhda, hadiste ve tefsirde çok derin bilgisi vardı. Hocaları da kendisinden İstifâdeye gelirdi. Bir hadis-i şerifi okuyacağı zaman, yeniden abdest alır, diz çökerdi. Çok saygılı idi. Kırk yedi senesinde istenilen haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Yine vermedi. (Muvatta) adındaki hadîs kitabı, ilk hadîs kitabıdır. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Afrikanın kuzeyindeki müslümanların çoğu Mâliki mezhebindedir. Mâliki mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabı (Ettefri’) ve (El-ihkâm) kitabları- dır.
Taşköprülüzade Ahmed Efendi,Mevuzat-ul Ulum