İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiyye,cild:2
Kulların fiilleri kendilerinden meydana gelmiş olsa bile, Allah olmasaydı onlar adına herhangi bir fiilin ortaya çıkması mümkün değildi. Bu ölçüt, amellerin görünüşte kullara izafesiyle o fiillerin Allah tarafından yaratılmış olmasını birleştirir. Şu ayette buna gönderme vardır: ‘ Sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan Allahtır’’ Yani, yaptığınız işleri de Allah yarattı. Böylece Allah, yapmayı kullara, yaratmayı ise, kendisine izafe etti. Yaratma, bazen yoktan var etme, bazen belirleme anlamına gelebildiği gibi (bazen de) fiil anlamına gelebilir, Kelimenin fiil anlamına örnek olarak şu ayet-i kerime verilebilir:
‘Ben, onları göklerin yaratılışına (fiiline) tanık tutmadım’’ Bazen ise yaratılmış anlamına gelir. Örnek olarak ‘Bu, Allah’ın yarattığıdır(halk)’’ ayetini verebilir.
——————————
Kuran’ın herkes için hidayet olduğu malumdur. Fakat verilen örneği tevil ederek sapıtan sapıttığı gibi hidayet bulan da hidayete erer. Ama salt örnek oluşu yönünden verilen örneğin gerçeği değişmez. Eksiklik anlayışta meydana gelmiştir. İşte niyet de böyledir.Niyet konusuna ilişir.Söz konusu şeyin güzel veya çirkin olmaşı niyete değil iyi veya çirkin hükmünü o şey hakkında veren kimseye aittir. Allah şöyle buyurur: ‘Biz ona yollan gösterdik.’ Yani, mutluluk ve bedbahtlık yolunu açıkladık. Sonra şöyle der: ‘Ya şükreder yada inkâr eder.’ Bu da, sorumlu muhataba döner. Çünkü iyiliğe niyet, iyilik meydana getirdiği gibi kötülüğe niyet de kötülük meydana getirir. Şu halde insana gelen şey, iyisi veya kötüsüyle, mahalden gelir.
——————————
Allah, çeşitli yerlerde rahmetini gazabında ve intikamında gizlemiştir. Örnek olarak, hastalıkla sıkıntı çekerken, Allah’ın günahlarını silmekle hastaya merhamet etmesini verebiliriz. Sıkıntıdaki merhamet budur. Öldürmek veya vurmak gibi bir cezayı yerine getirirken Allah’ın kendisinden intikam aldığı kimse de böyledir. Bu da, gizli rahmet barındıran görünüşteki bir azaptır. Bu sayede kişiden ahiret hayatındaki sorumluluk düşer, insan, dünyada el-Mün’im ismi sayesinde nimet içindedir, hâlbuki nimette Allah’ın azabı gizlidir. Bu durumda insan, ahiret hayatında veya tövbe vaktinde, azap nimette gizli olduğu için acı çekeceği bir şeyle nimetlenmektedir.
İnsan tövbe edip keyif aldığı yasakları düşündüğünde ve incelediğinde, hali hazırdaki bu keyifler kendisine azap olarak döner. Hâlbuki tövbeden önce, zihninde canlandırırken onlarla son derece keyiflenmekteydi.
——————————
Büyüklerin sürçmelerinin mubah sınırında kalması gerekir. Nadir olarak, onlardan günah meydana gelebilir. Ebû Yezid el-Bestami’ye şöyle denilmiş: ‘Bir arif günah işler mi?’ Cevabı da şu olmuş: ‘Allah’ın emri takdir edilmiştir.’ Burada, onların günah işlemesinin Allah’ın yasaklarına dalma gayesinden değil, kendilerinde hüküm sahibi olan kadere bağlı olduğunu belirtmiştir. Onlar, Allah’a hamd olsun, Allah katından veli olduklarında bu makamda korunmuşlardır. Şu halde onlardan başkalarının günahları gibi Allah’ın haramlarına dalarak bir günah meydana gelmez. Çünkü kalplere yazılmış iman bunu engeller. Bir kısmı, farkında olmadan günah işler, bir kısmı ise, ilahi bir keşif nedeniyle bilinçli olarak günah işler. Allah, kendisine o günahta takdir ettiği şeyi gerçekleşmeden önce bildirmiştir. Böyle bir insan, işinde basiretli ve Rabbinden bir delile sahiptir.
Bu hal senin ‘Allah senin gelmiş geçmiş günahlarını bağışlasın’’ayetinde geçen müjdeye benzer. Allah, bağışlanan işlenmiş günahlarını ona bildirmiştir. Bağışlandıkları için bu günahların onda bir hükmü ve etkisi yoktur. Günahların ortaya çıkma vakti geldiğinde, onlara el-Gaffar ismi eşlik eder. Böylece günahlar kula yerleşir.El–Gaffar ise onların hükmünü perdeler. Bu durumda günahlar ateşe atılıp yanmayan kimse gibidir. Örnek olarak Hz. İbrahim’i verebiliriz. O ateşteydi ve perde nedeniyle ateşin onda bir hükmü yoktu.
——————————
Allah şöyle buyurur: ‘Size bilgiden çok azı verilmiştir.’ Şeyhimiz Ebû Meyden, bu ayeti okuyan birini duyduğunda şöyle derdi: ‘Bize verilen az ilim de bize ait değildir, sadece ödünçtür, ilmin çoğuna ise ulaşamadık. O halde biz sürekli cahiliz.’
Hızır geminin ucuna konup gagasıyla denize vuran bir kuş gördüğünde Hz. Musa’ya şöyle demiş: ‘Bu kuş suyu gagalarken ne diyor biliyor musun?’ Musa-cevap vermiş: ‘Hayır, bilmiyorum!’ Hızır şöyle der. ‘Ey Musa! Bu kuş diyor ki: Benim ve senin bilgin Allah’ın bilgisinden gagamın şu denizden eksilttiği su kadar bilgi eksiltmiştir.’ Burada kastedilen, bilgi değil bilinenlerdir. Bilgi çoğalsaydı, varlığa sonsuz şeylerin girmesine yol açardı ki böyle bir şey imkansızdır. Çünkü bilinenlerin sonu yoktur ve bilinen her şeyin bir ilmi olsaydı söylediğimiz durum gerçekleşirdi.
——————————
Biz, düşüncelerimiz (fikir) ve duyularımızdan elde ettiğimiz bir bilginin bulunduğunu biliyoruz. Bir de kendimiz kaynaklı herhangi bir şey vasıtasıyla elde etmediğimiz, aksine Allah’ın bir İhsanı olan bilgi daha vardır. Allah onu kalplerimize ve sırlarımıza indirmiş, biz de görünür bir sebep olmaksızın onu bulduk. Bu ince bir meseledir.
İnsanların büyük kısmı, takva’dan meydana gelen ilimlerin verilen ilimler olduğunu zanneder. Hâlbuki iş böyle değildir. Onlar, sadece takva sayesinde elde edilen ilimlerdir. Çünkü takvayı Allah, bu bilginin gerçekleşmesinde bir yol yapmış ve şöyle buyurmuştur: -Allah’tan takva ederseniz, sizin için bir furkan yarattı’’ Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘’Allah’tan korkunuz, O size öğretir’’ Nitekim Allah, doğru düşünceyi de bilginin gerçekleşme sebebi yapmıştır. Fakat doğru düşüncenin bilginin gerçekleşme sebebi olması, öncüllerin düzenlenmesine bağlıdır. Aynı zamanda, gözü de görülen şeylere dair bilginin gerçekleşmesinin sebebi yapmıştır.
——————————
Bilmelisin ki: Alem küre şeklinde olduğu için, insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Böylece yokluktan varlığa çıkmamız O’nunla gerçekleştiği gibi yine O’na döneriz. Allah şöyle buyurur: ‘Her iş O’na döner.’’Başka bir ayette ise, ‘ İçinde Allah’a döndürüleceğiniz günden korkunuz.’’’Dönüş O’nadır’’ ‘İşlerin sonu Allahadır’’ buyurur.
Bir daire çizmeye başladığında, başına ulaşıncaya kadar onun döndüğünü görmez misin? Bu durumda daire meydana gelir. İş böyle olmayıp,O’nun katından doğrusal bir çizgi halinde çıkmış olsaydık, O’na dönemez, doğru sözlü olduğu halde ‘’Ona döndürülürsünüz’’ ifadesi doğru olmazdı. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir.
——————————
Namazın ne kadar kıymetli bir ibadet olduğuna bakınız! Namazdaki en kıymetli şey ise, sözler arasında Allah’ı zikretmek, fiiller arasında en kıymetli şey ise, secde etmektir. Namazın sözlerinden en üstünü, “Allah kendisini öveni işitti‘ ifadesidir. Burada kul Hak adına bunları söylediği için, bu vekillik kulun namazdaki en değerli halidir. Çünkü Allah kulunun diliyle, “Allah kendisini öveni işitti‘ demiştir. Allah şöyle der; ”Namaz kötülüklerden ve taşkınlıklardan engeller.’’Bunun nedeni, namazın kendisinin dışındaki görünen davranışları yasaklamasıdır. ‘Allah ı zikretmek ise en büyüktür.’’Yani namazın içindeki fiillerin en büyüğü Allah’ı zikretmektir.
——————————
Alem, ister yok isterse mevcut olsun, sürekli imkan mertebesindedir. Hak ise sürekli kendisinden dolayı olan varlığının mertebesindedir. Alem, var olsa da olmasa da böyledir. Âlem, (Hakka ait) nefsi zorunluluğa dâhil olsaydı, onun da kadim olması ve bu mertebede özü gereği zorunlu varlığa -ki o Allah’tır- eşit olması gerekirdi. Âlem zorunluluğa dâhil olmamış, bilakis imkan, Yaratıcısı ve sebebine muhtaçlık halinde kalmıştır. Onun sebebi, Allah’tır. Böylece Hak ve âlem arasında nefsi niteliğe bağlı ayrımın dışında uzaklığın bir anlamı kalmamıştır. Nefsi nitelik sayesinde ise, Hak ve âlem ayırt edilir.
——————————
‘Bedenin canlılığını sağlayan nefese bakınız! Boğma ya da iple sıkmayla nefesin dışarı çıkması engellendiğinde, gerisin geriye kalbe döner ve hemen kalbi yakar, insan anında ölür. Öyleyse bedenin canlılığı nefese bağlı olduğu gibi yok olması da onunla gerçekleşir. İnsanın (dışarıya çıkmayan) nefes vasıtasıyla ölümü ise, nefes sahibi ya da sadece soluyan (bir varlık) olması bakımından değil, bunun yanı sıra, çekme gücüyle soğuk havayı kalbine çekip itme gücüyle sıcak havayı dışarı çıkaran (bir varlık) olması yönünden gerçekleşir. İşte bunlar nedeniyle insan nefes vasıtasıyla canlı kalır.
Ateşe atılan kimse, soluk alıp verir. Fakat o, iki yönden birisinden yoksun olmaz (a) Ateşte soluk alıp veremeyebilir. Bu durumdaki kişi, iple boğazı sıkılıp böylece nefesinin kendisini öldürdüğü boğulan kimseye benzer, (b) Ya da bu kişi, soluk alıp verir. Bu durumda ise, çekim gücü vasıtasıyla ateşli bir havayı içine çeker ve bu hava kalbine ulaştığında kalbini yakar. Bu nedenle, hayatın sebebi olarak bütün bunlarrı zikrettik.
——————————
Kıyamet Günündeki Yedi Temel Yer
(Sunum Yeri)
Bunların İkincisi, sunum yeridir. Bilmelisin ki: Bir hadiste şöyle bildirilmiştir: ‘Hz. Peygambere ‘Kolay bir şekilde hesaba çekilecektir’ ayetinin anlamı sorulunca, şöyle yanıt vermiştir Aişe! Kastedilen sunumdur. Hesaba çekilmede zorlanan kimseye azap edilmiştir.’ Bu, yani amellerin sunumu askerin sunumuna benzer. Çünkü ameller vakfe’deki insanların sancağıdır. Allah ise, sahiptir. Askerler sancaklarıyla tanındığı gibi kıyamet günü günahkârlar da simalarından tanınır.
(ikinci Yer: Defterlerin Alındığı Yer)
İlk yer defterlerin (alındığı yerdir). Allah şöyle buyurur: ‘Kitabını oku! Bugun kendin kendine yetersin’ Başka bir ayette ise ‘defteri sağındaki verilen kimse’ -ki kastedilen mümin ye mutlu insandır.
‘Ve defteri sol tarafından verilen kimse’ Kastedilen ise, münafıktır. Çünkü kâfirin defteri yoktur. Münafık ise, imandan yoksun iken Müslümanlık kendisinden alınmamıştır. Münafık hakkında şöyle denilir: ‘O Yüce Allah’a iman etmemiştir.’ (Allah’ın nitelikleri hakkında işlevsizliği benimseyen ya da ateist) Muattıla,şirk koşan kimseler,Allah’a karşı büyüklenip Müslüman olmaya yanaşmayanlar da bu kısma girer. Çünkü münafık, malının, canının, ailesinin ve kanının korunması için görünüşte boyun eğer. İçinde ise, bu üç insan türünden birisi vardır.
Bu ayetin bu üç sınıfı içerdiğini söyledik. Çünkü ‘O, Yüce Allah’a iman etmez’ ayetinin anlamı, Allah’ı doğrulamaz demektir. Allah’ı doğrulamayanlar ise, iki sınıftır: Birinci sınıf Allah’ın varlığını kabul etmeyenlerdir. Onlar, muattıla dediğimiz kesimdir. Diğer grup ise, Allah’ın birliğini doğrulamaz. Onlar ise ‘ortak koçanlardır.’ ‘Yüce’ ifadesi ise, Allah’a karşı büyüklenenleri de ayete katar. Çünkü bir insan Allah diye isimlendirilen zatın hak ettiği büyüklüğe gerçekten inanırsa, Allah’a karşı büyüklenmez. Bir nitelikle (görünüşte Müslüman olmak) kendilerinden ayrışan münafık sınıfıyla birlikte bu üç grup, ‘Cehennemlik olan kimselerdir.’
‘Defteri arkasından verilen’ ise, kendilerine kitap verilip o kitabı arkalarına atan ve onu değersiz bir pahaya satan kimselerdir. Kıyamet günü gelince, böyle bir insana şöyle denilir: ‘Defterini arkandan al.’Başka bir ifâdeyle, ‘dünya hayatında kitabını attığın yerden defterini almalısın.’ Kastedilen şey amel defterleri değil, onlara indirilen kitaptır. İndirilen kitabı arkasına atan kişi, kitabın (sorumluluğunun) dönmeyeceğini zannetmiş, daha doğrusu kesin olarak buna inanmıştı. Şair şöyle demiştir:
Dedim ki onlara: iki bin silâhlı adam olduğunu zannediniz.
Burada zannetmek kesin olarak inanmak demektir. (Zatının inanç anlamında kullanılması bağlamında) Sahih bir rivayette şöyle bildirilir: ‘Allah kıyamet günü şöyle der: ‘Bana kavuşmayacağını mı zannettin?’ Bir ayette Allah şöyle buyurur: ‘Bu sizin Allah’a karşı zannınızdır.’
(Üçüncü Yer: Terazilerin Konulduğu Yer)
Üçüncü yee ise ‘terazilerin konulduğu yerdir. Amelleri tartmak için teraziler konulur. Ardından, amelleriyle birlikte defterler terazilere konulurken ,en sonunda insanın ‘Allah’a hamd olsun’ sözü teraziye konulur. Hz Peygamber ‘Allah’a hamd. olsun teraziyi doldurur’ buyurur.Çünkü teraziye kulların işlediği bütün iyilikler konulur. Geride ise sadece ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesi kalır. Terazinin dolması içip, geride sadece övgü cümlesi kalır. O da konulur ye bu sayede terazi dolar.
Çünkü terazinin kefesi, ne bir fazla ne bir eksik, insanın ameli kadardır. Bütün zikir ve ameller teraziye girerken daha önce belirttiğimiz gibi ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesi ona girmez. Bunun nedeni, her amelin kendi zıddından bir karşılığının bulunmasıdır, Boylece iyi amel, terazide o şeyin karşılığına konulur. ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesinin karşın ise, sadece ortak koşmak olabilir. Birlemeyle ortak koşmak ise, tek bir terazide bir araya gelmez. Çünkü insan ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesini inanarak söylerse, artık ortak koşamaz. Ortak koşarsa, bu kez ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesine inanamaz. Bu ikisini uzlaştırmak mümkün olmayınca, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesinin diğer kefede karşıtı olacak bir cümle olmadığı gibi hiçbir şey de ondan üstün değildir. Bu nedenle ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesi, teraziye girmez.
‘Allah’a ortak koşanlar adına kıyamet gününde terazi koymayız.’ Başka bir ifadeyle onların herhangi bir değeri olmadığı gibi onların veya Allah’a kavuşmayı yalanlayan ve ayetlerini inkâr edenlerin amelleri de tartılmaz. Çünkü Allaha ortak koşan insanın iyi amelleri boşa gitmiştir. Dolayısıyla onların kötülüklerini tartacak herhangi bir amel yoktur, ‘Kıyamet günü onlar için bir terazi ortaya koymayız’
‘Kayıtlar (sicillat) sahibine gelince.’ Söz konusu kişi, hiçbir iyilik yapmamış, sadece bir gün samimice, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesini telaffuz etmiş kimsedir. O kişinin doksan dokuz kötülük kaydının karşısına bu ifade konulur. Her bir günah kaydı, doğuyla batı arasındaki mesafe kadardır. Bütün bu kötülüklerin karşısına tek bir cümlenin konulmasının nedeni, başka herhangi bir iyi amelinin olmayışıdır. Terazisin kefesi ise bütün günahlarından ağır gelir ve günah kayıtları dağılır, insanı hayrete düşer.
Teraziye iyisiyle kötüsüyle ruh amelleri girer.Bunlar göz, kulak, dil, el, mide, cinsel uzuv ve ayaktır. Batını ameller ise, duyulur teraziye girmez. Fakat onlarda adalet uygulanır. Söz konusu olan, manevi- huküm terazisidir. Bu terazi, duyulur için duyulur, manevi şeyler için ise manevidir.Herşeye kendi benzeriyle karşılık verilir.Bu nedenle ameller yazılı olmaları bakımından tartılır.
(Dördüncü Yer: Yol)
Dördüncü yer, sırat yoludur. Söz konusu yol, dünyada anlam olarak, orada ise duyulur bir şekilde dikilmiş terazidir. Allah bize şöyle der: ‘Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunur. Başka yollara uymayınız, sizi yolundan ayırır’ Hz. Peygamber bu ayeti okuyunca, önce bir çizgi çizmiş, sonra da onun sağında ve solunda şöyle bir takım çizgiler daha çizmiştir:
işte bu, tevhit yolu ve onun ayrılmaz özellikleridir. Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘İnsanlarla ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ diyene kadar savaşmak bana emredildi.’ Bunu söylediklerinde ise, İslam’ın hakkının dışında kan ve mallarının benden korumuş olurlar. Hesapları ise Allah’a kalmıştır.’ ‘Hesaplan Allah’a kalmıştır’ ifadesiyle insanların bu. cümleyi inanarak söyleyip söylemediklerini Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceğini kastetmiştir.
Allah’a ortak koşan insanın birlik yolundan bir nasibi yokken, (Allah’ın) varlığı hakkında nasibi vardır. Ateistin ise (muattıla) varlıktan nasibi yoktur. Öyleyse Allah’a ortak koşan kimse, Allah’ı birlememiştir.. Dolayısıyla, vakfe’den ateşe giderken ateistlerle ve ‘cehennemlik olan’ ateştekilerle beraberdir. Münafıklar ise, onlarla beraber değildir. Onların cennete ve cennette bulunan nimete bakmaları ve böylece nimetlenmeleri gerekir. Bu ise, onların cennet nimetlerinden nasibidir. Sonra cehenneme sevk edilirler. Bu durum, Allah’ın adaletinden kay- nır. Başka bir ifadeyle, amellerine karşılık verilmiştir.
Cehennemde ebedi kalmayan kimseler yolda tutulur,sorguya çekilir ve – kendilerine azap edilir. Yol ise, cehennem köprüsü üzerindedir ve gizlenmiştir. Köprüdeki çengellerle Allah o insanları köprü üstünde tutar. Yol cehennemde olduğu için -cennete giden tek yol da onun üzerinde bulunduğu için- Allah şöyle buyurur: ‘Hepiniz ona uğrar Bu, rabbinin üzerindeki kesin bir hükümdür.’’Bu sözün anlamını bilen kimse, cehennemin yerinin ne olduğunu bilir. Hz. Peygamber’e sorulduğunda yerini söyleseydi, ben de onu söylerdim. Hz. Peygamber onun hakkında susmamış ve yanıt olarak şöyle demiştir: ‘Allah’ın ilmindedir.’ Şu var ki ilahi emirle (bilinir). Çünkü Hz. Peygamber ‘arzusundan konuşmaz’ Bu mesele dünya işlerinden değildir. Öyleyse onun hakkında susmamız, saygının gereğidir.
Bu yol nitelenirken ‘kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğu’ söylenmiştir. Dünyada bu yol, şeriatın bilgisidir. Bir mesele hakkında Allah katındaki doğru yorum ve iki müçtehitten hangisinin doğru görüşe ulaştığı kesin olarak bilinmez. Bu nedenle, kanıtı ortaya koymak için bütün gayretimizi sarf ettikten sonra, güçlü zanlara göre ibadet ederiz. Ne (yalan söylemeleri mümkün olmayan bir grubun rivayeti olan) mütevatir ne de bilinen-güvenilir tek kişinin rivayetinde durum değişmez. Çünkü tevatür bilgi ifade etse bile, tevatürden çıkarılan bilgi, o lafzın kendisi veya Hz. Peygamber’in onu söylemiş veya onunla amel etmiş olmasıyla sınırlıdır. Bilgi derken kastettiğimiz şey ise, (tevatürle aktarılmış) o sözden veya davranıştan anlaşılan anlamdır. Böylece o anlamla bir mesele hakkında kesin olarak hüküm verilir. Buna ise, ancak tevatürle aktarılan açık nass vasıtasıyla ulaşılabilir. Bu anlamda mütevatir-açık nass ise, nadiren bulunabilir. Örnek olarak ‘Bu on tam gündür’ifadesindeki ‘on’ kelimesinin özel anlamda on olmasını verebiliriz. Şeriata göre onun hükmü ise, dünyada kılıçtan keskin ve kıldan incedir. Öyleyse doğru hükme ulaşan kişi, bizzat bir kişidir. Farklı müç-tehider ise, (doğru hükme değil), ücrete ulaşmıştır.
Şeriat, dosdoğru yoldur. Kul namazının her rekâtında şöyle der:
‘Bizi dosdoğru yola ulaştır’Bu anlamda yol, kılıçtan keskin ve kıldan incedir. Öyleyse onun ahirette duyulur bir şekilde görünümü, dünyadakinden daha açık ve belirgindir.Bunun tek istisnası, ‘basiretle Allah’a davet eden kimsenin durumudur. Örnek olarak peygamber ve onun peygamberin takipçilerini de basiretle Allaha davet etmede peygamberle katmıştır. Burada basiret derken, bilgi ve keşfe göre Allaha daveti kastediyoruz. Bir rivayette şöyle bildirilir;(Cehennem üzerindeki) Sırat köprüsü kıyamet günü insanlara sahip oldukları nur ölçüsünde görünür. Böylece köprü bir grup hakkında incelirken, bir grup hakkında genişler.’ Bu rivayeti, ‘onların nuru önlerinde yürür’ ayeti doğrular. Ayette geçen sa’y, yürümek demektir. Sadece yol vardır. Allah ‘önlerinde’demiştir, çünkü ahirette müminin solu yoktur. Nitekim cehennemliklerin de sağ tarafı yoktur. İşte bunlar, yol üzerinde olan şeylerin hallerinin bir kısmıdır.
Daha önce söylediğimiz (köprüdeki) çengeller, kancalar ve dikenler ise, Âdemoğullarının amellerinin suretlerinden meydana gelir, insanların amelleri kendilerini yolda tutar. Böylece, cennete geçemedikleri gibi cehenneme de düşmezler. Daha önce belirttiğimiz gibi, en sonunda şefaat veya ilahi inayet kendilerine ulaşır. Bu hayatta kim başkasının suçunu bağışlarsa, Allah da onun günahını ahirette bağışlar. Kim işi zorlaştırmaya bakarsa, Allah da onun işini zorlaştırır. Kim affederse, Allah da onu affeder. Kim hakkını sonuna kadar alırsa, Allah da ondan hakkını sonuna kadar almak ister. Bu ümmete güçlük çıkarana, Allah da güçlük çıkarır. ‘Bunlar size iade edilen amellerinizdir.’ Öyleyse, güzel huylara bağlanınız! Çünkü yarın Allah, bugün O’nun kullarına davrandığınız gibi size davranacaktır. İnsan nasıl davranırsa Allah da onlara öyle davranır!
(Beşinci Yer: Araf)
Beşinci yer ise, Araf tır. Araf, cennet ile cehennem arasındaki bir surdur.Onun içi rahmettir. Bu kısım, Araf m cennete bakan yönüdür. ‘Dışı ise azaptır.’ Bu ise cehenneme bakan kısmıdır. Terazisinin kefeleri eşit olan kimseler orada bulunur. Söz konusu insanlar, cehenneme baktıkları gibi cennete bakarlar. Onlar, bu iki yerden birisine girmelerini sağlayacak bir üstünlüğe sahip değillerdir. Secde etmeye, kıyamet gününde tekliften arda kalan şeye çağrıldıklarında hemen secde ederler. İyiliklerinizin terazisi (kötülüklerine) üstün gelir ve cennete gırerler. Onlar, günahları nedeniyle cehenneme bakıyorken sahip oldukları iyilikleri nedeniyle de cennete bakıp Allah’ın rahmetini görüyor ve ona tamah ediyorlardı.. Bu tamahkârlıklarının sebebi ise, onların, Allah’tan başka ilâh yoktur’diyen insanlar arasında bulunmalarıdır. Onlar, bu ifadelerini terazilerinde görmezler. Hâlbuki ‘Allahın zerre miktarınca kimseye haksızlık yapmayacağını’’bilirler.
Terazinin kefelerden birisine bir zerre bile getirilseydi, diğer kefeden üstün olurdu. Çünkü terazinin iki kefesi son derece dengededir. Bunun üzerine Araftakiler, Allah’ın cömertliğine ve adaletine tamah ederler. Bunun yanı sıra, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ cümlesinin sahibine bir inayeti olmalıdır ki, onun Araftakiler üzerinde eseri ortaya çıkar.
Allah onlar hakkında şöyle der: ‘Arafta bir takım adamlar vardır. Hepsi simalarından tanınır. Cennettekilere ‘size selam olsun’ diye bağırırlar. Onlar tamah ederler, fakat oraya giremezler.’ Aynı şekilde şöyle bağırırlar: ‘Gözleri cehennemliklere çevrildiğinde, şöyle derler: ‘Rabbimiz! Bizi zalim topluluğa katma.’ Burada zülüm, başka bir şey değil, Allah’a ortak koşmadır.
(Altıncı Yer: Ölümün Kurban Edilmesi)
Altıncı yer ise, ölümün kurban edildiği yerdir. Ölüm (dışta gerçekliği bulunmayan) bir nispet olsa bile, Allah onu kıyamet günü parlak bir koç suretinde ortaya çıkanr. Şöyle bağırılır: ‘Ey cennetlikler!’ Cennetlikler başlarını kaldırır. Bu kez ‘Ey cehennemlikler!’ diye bağırılır. Onlar da başlarını kaldırır. O esnada cehennemde sadece cehennemlikler bulunur. .Ardından her iki gruba ‘Bunu tanıyor musunuz?’ diye sorulur. Onlar da ‘O Ölümdür’ diye cevap verir. Yahya (as.) elinde bir bıçak olduğu halde gelir ve ölümü yatırıp boğazını keser. Bir münadi bağırır: ‘Cennetlikler! Artık ebedi kalıcısınız, ölüm yoktur! Cehennemlikler! Ebedi kalıcısınız, ölüm yoktur! İşte bu gün, üzülme günüdür.
Cennetlikler ölümü görünce, onu görmekle büyük bir sevince kapılırlar ve ona şöyle derler: ‘Allah seni mübarek etsin! Bizi dünya sıkıntısından kurtardın. Sen bize gelen hayırlı bir konuktun,Hakkın bize gönderdiği hayırlı bir hediyeydin sen.’ Çünkü Hz. Peygamber şöyle der;’Ölüm mümin için bir hediyedir.’
Cehennemlikler ise, ölümü gördüklerinde ondan kaçar ve ona şöyle derler;’ Sen bize gelmiş kötü konuktun.Bizim ile içinde yaşadığımız iyilik ve rahatlığın arasına girdin’Sonra ona şöyle derler;’Belki bizi öldürürde bizde içinde bulunduğumuz durumdan kurtuluruz.’
Ölümün kurban edildiği gün ‘hasret günü’ diye isimlendirildi.Çünkü ölüm onların hepsini bitkin düşürür.Başka bir ifadeyle her iki grup içinde ebedilik özelliğini ortaya koyar.Sonra cehennemin kapıları bir daha açılmayacak şekilde kapanır.Ateş cehennemliklere uyar,cehennemlikler ateş içinde sıkışması artsın diye, cehennemin katları birbirine girer, alt üst olur, insanlar ve şeytanlar orada büyüklükte bir et parçası kadar görünür. Altında büyük bir ateş olduğunda, su gibi kaynar. Böylece içinde bulunan herkes, ister yukarısında ister aşağısında olsun, döner. ‘Ateşin her sönüşünde, ona ateş kattık’
(Yedinci Yer: Hükümdarın Ziyafet Sofrası)
Yedinci yer, ziyafet sofrasıdır. Bu sofra, hükümdarın cennetliklere sunduğu ziyafet sofrasıdır. Cehennemlikler ‘tasa (üzüntü) içinde’ toplanırken cennetlikler ziyafet sofralarındadır. Cennetliklerin oradaki yemekleri, Yunus balığının ciğerinden arta kalandır. Ziyafet sofrasının bulunduğu meydanın toprağı ise, tıpkı güneşin kursu gibi, beyaz topraktır. Cehennemlikler için ise, (yiyecek olarak) boğadan dalak çıkarılır. Cennetlikler, Yunus balığının ciğerinden arta kalanı yer. Yunus, denizde yaşayan bir su canlısıdır. Su ise, cennete uygun hayat unsurudur. Ciğer, kanın evidir. Başka bir ifadeyle canlılık evidir. Canlılık ise, sıcak ve yaştır. Bu kantin buharı nefestir ve hayvani ruh diye ifade edilmiştir. Bedenin canlılığı ona bağlıdır. Şu halde o, canlılıklarının sürmesi itibariyle, cennet ehli için bir müjdedir.
Hayvanın bedenindeki dalak, pisliklerin evidir. Çünkü dalakta bedenin pislikleri toplanır ve o, ciğerin verdiği bozuk kandır. Bu kan cehennemliklere verilir ve onlar da onu yer. Bu yemek, boğadan meydana gelir. Boğa ise, doğası soğuk ye kuruluk olan karasal bir canlıdır. Cehennem, manda biçimindedir. Boğanın dalağı, cehennemliklerin gıdasıyla güçlü bîr ilişki içindedir. Dalaktaki kan nedeniyle, Cehennemlikler ölmez. İçinde bulunan bedenin kirleri ve kirli-acı verici kan nedeniyle ise, hayat bulmazlar, ve nimetlenmezler. Böylelikle onu yemek, cehennemliklerde hastalık ve sakatlık meydana getirir.
Sonra cennetlikler cennete girer: ‘Onlar oradan çıkmayacaktır.’ ‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.
——————————
Ahiret Yaradılışı
(Kuyruk Sokumu)
Allah ahiret yaratılışını inşa eder, onu düzenler ve itidal verir. Bununla birlikte orada inşa edilen şeyler dış varlıklarıyla cevherlerdir. Çünkü yokluktan varlığa çıkan zatların hakikatleri var olduktan sonra bir daha kaybolmaz. Fakat karışıklar nedeniyle onların suretleri değişir. Bu suretleri meydana getiren karışımlar ise, ‘el-Aziz ve el-Hakim Allah’ın belirlemesine göre’onlara ilişen arazlardır. Bu suretler hazır hale geldiğinde, tıpkı yanan bir ot gibi olurlar. Bahsettiğimiz şey, ruhları kabul etmek için istidadın meydana gelmesidir. Bedenlerde meydana gelen istidat. tutuşmayı kabul etmek için otun içerdiği ateşe istidadı olma haline benzer.Berzahtaki suretler ise,ruhlar ile tutuşan kandiller gibidir.Böylelikle İsrafil bir kez üfler.
Bu üfleme o berzah suretlerine temas eder ve onları söndürür.Hemen ardından diğer,ikinci üfleme tutuşma için istidadlı surete gelir.Kastedilen diğer yaradılıştır.Böylelikle berzahtaki suretler ruhlarıyla tutuşur.Bir anda hepsi bakışarak ayağa kalkarlar.Allah ahirette insanı kuyruk sokumundan yaratır. Kuyruk sokumu, bu dünya yaratılışından kalan kısım ve onun kökenidir.
Böylelikle ahiret yaratılışının unsurları onun üzerinde birleştirilir. Bu bağlamda Ebû Hamid’e gelince (Gazâli), o, hadiste zikredilen kuyruk sokumunun nefs olduğunu ileri sürmüştür, Ona göre ahiret yaratılışı bu nefs üzerinde gerçekleşir. Ebû Zeyd er-Rakrâkî gibi başka kimseler ise kuyruk sokumunun bu dünya yaratılışından geriye kalan ve başkalaşmayan cevher-i fert olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, ahirette yaratılış söz konusu şey üzere gerçekleşir. Bunların her biri ihtimal dahilindedir ve asıl ilkelerden herhangi birine zarar vermez. Bunlardan her bir yorumun kastedilmesı mümkündür. Kendisinde herhangi bir tereddüt taşımadığım keşifte bana gelen bilgi ise, kuyruk sokumunun yaratılışın kendisiyle bilfiil varlık kazandığı şey olduğudur. Söz konusu şey, eskimez, başka bir ifadeyle eskimeye konu olmaz.
Böylelikle suretler canlı,Allahın kendilerine söylettiği şeyleri konuşan kimseler bilfiil var olur.Bir kısmı Allahın övgüsünü yerine getirirken bir kısmı,’’bizi kabirlerimizden kim çıkardı’ der.Başka biri ‘öldürdükten sonra bizi dirilten ve dönüşün kendisine olduğu kimseyi tenzih ederiz ‘ der.Herkes bilgisine göre konuşur.Herkes berzahtaki halini unutur ve içinde bulunduğu durumun uyanığın tahayyül ettiği gibi bir uyku olduğunu zanneder.Daha önce,ölmüş ve berzaha göçmüşken orada uyanık olan kimse gibiydi.Dünya hayatıysa,onun için bir uyku gibi olmuştu.
…Daha önce, ölmüş ve berzaha göçmüşken orada uyarak olan kimse gibiydi. Dünya hayan ise, onun için bir uyku gibi olmuştu.
Ahirette insan, dünya ve berzahtaki durumunun uyku içinde uyku olduğuna inanır. Gerçek uyanıklık, ahiret hayatındaki halidir. Bu halindeyken şöyle der: ‘İnsan dünyada uykudadır. Sonra ölerek berzaha göçer. Berzahta ise, uykusundan uyandığını gören insanın durumundadır. Bundan sonra ise, uyanıklık ahiret hayatındadır. Bu uyanıklık, herhangi bir şekilde uyku içermez. Hz. Peygamber ‘İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar‘ buyurur. Öyleyse, dünya berzaha göre uyku içinde uykudur. Çünkü berzah gerçek duruma daha yakındır. Şu halde o, uyanıklığa daha uygundur. Berzah ise, kıyamet günündeki ahiret hayatına göre uykudur. Bunu bilmelisin!
(Gelmiş ve Geçmiş insanların Efendisinin Büyük Şefaati)
İnsanlar (kabirlerinden) kalkıp yeryüzü uzatılıp gök parçalandığında, yıldızlar dökülüp güneş dürüldüğünde, ay söndurüldüğünde, vahşiler toplandığında, denizler tutuşturulduğunda, nefisler bedenleriyle birleştirildiğinde, melekler göklerin burçlarına indiğinde, Rabbimiz karanlık bulutlar içinde gelir ve biri şöyle bağırır: ‘Ey mutlular!’Ardından onlardan daha önce zikrettiğimiz üç grubu alır. Cehennemden bir boyun çıkar ve zikrettiğimiz kimselerin içinden üç sınıfi çeker alır, insanlar heyecanlanır, sıcaklık artar. İnsanlar tere batar, iş ciddileşir, durum çetin bir hal alır. Bir sessizlik olur ve ‘sadece fısıltı duyulur.’ Cehennem getirilir, insanların bekleyişi uzadıkça uzar. Hakkın kendilerinden neyi isteyeceğini bilmezler. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
‘İnsanlar birbirlerine şöyle derler: ‘Haydi! Babamız Adem’e gidelim ve içinde bulunduğumuz durumdan bizi kurtarması için Rabbimize yalvarmasını rica edelim. Uzun süredir, böyle bekliyoruz.’ Âdem’e gelirler ve isteklerini bildirirler. Adem şöyle der: ‘Allah bugün daha önce hiçbir benzeri olmayacak şekilde öfkelenmiştir. Daha sonra da bir daha böyle öfkelenmeyecektir.’Onlara kendi hatasını hatırlatır ve Rabbinden (kulları o halden çıkarmışını) istemekten utanır.
Bu kez insanlar,Nuh’a gelir ve aynı şeyi ondan isterler.Nuh da Adem’in söylediğinin benzerini söyler. Kavmine yaptığı bedduayı ve ‘Onlar günahkâr ve kâfirden başkasını doğurmazlar’ demesini hatırlatır. Bu bağlamda Nuh’un azarlandığı husus, bizzat (bed)dua etmesi değil, ‘Onlar günahkâr ve kâfirden başkasını doğurmaz’ demesiydi. Sonra İbrahim Peygambere gelip daha önceki peygamberlere söylediklerini ona söylerler. İbrahim de önceki peygamberlerin söylediklerini söyler. Söylediği ‘üç yalanı’ onlara hatırlatır. Sonra insanlar, Musa ve İsa’ya gelir ve her birisine Âdem’e söylediklerinin benzerini söylerler. Peygamberler de Âdem’in verdiği cevabın benzerini verir.
En sonunda, kıyamet günü insanların efendisi olan Hz. Muham-med’e gelirler ve ona peygamberlere söylediklerini arz ederler. Bunun üzerine Hz. Muhammed ‘Şefaat benim işim!’ der. Kastedilen şey, Allah’ın kıyamet günü kendisine vermeyi taahhüt ettiği makam-ı mahmûd’dur (övülmüş makam). Hz. Muhammed gelir, secdeye kapanır, o esnada Allah’ın kendisine ilham ettiği ve peygamberin daha önce bilmediği çeşidi övgülerle O’nu över. Sonra yaratıklar için şefaat kapısını açmasını ister. Bunun üzerine Allah, o kapıyı açar. Böylece meleklere, peygamberlere, nebilere ve müminlere şefaat etme izni verilir.’ Bu nedenle Hz. Muhammcd kıyamet gününde bütün insanların efendisi olur. Çünkü o, Allah katında meleklerin ve peygamberlerin şefaat etmesi için şefaat etmiştir.
Buna rağmen Hz. Muhammed saygısını takınmış ve ‘Ben insanların efendisiyim’ demiş, fakat içine meleklerin de girdiği ‘tüm yaratıkların efendisiyim’ dememiştir. Hâlbuki Hz. Muhammed’in o gün bütün yaratıklar üzerinde otoritesi ortaya çıkar. Çünkü Hz. Muhammed için bütün peygamberlerin makamları birleştirilmiştir. Hâlbuki bütün isimlerin bilgisinin kendisine tahsis edilmesi nedeniyle Âdem’in meleklere karşı ortaya çıkan üstünlüğü Hz. Peygamber için ortaya çıkmış değildi. Kıyamet günü geldiğindeyse,bütün yaratıklar;melekler, insanlar, kısaca Âdem ve onun dışındaki herkes, şefaat. kapısını açması ve Allah katında sahip olduğu makamı ortaya çıkarması için Hz.Muhammed’e muhtaçtır.
Çünkü bu esnada ilahi kahır ve en büyük ceberut, bütün yaratıkları susturmuştur.Hz Peygamber’e verilen makamsa,ona ihtiyacın arttığı bir günde Adem’in makamı gibi ve ondan daha üstündü.Nitekim o günde Hakkın tecelli etçeği söylenen gazabı bunu gösterir.Halbuki Allah,daha önce Ademin hikayesinde böyle öfkelenmemişti.
Bütün bunlar ise, Hz. Peygamberinin değerinin büyüklüğünü gösterir.Hz. Peygamber, Allah’ın böylesine öfkeli durumuna rağmen kendisinden rica edilen hususta Allah’a yakarmaya cesaret edebilmiştir.
——————————
Cehennemliklerin Tartışması
Bir vakit cehennemden bana gösterilen şey buydu. Cehennemliklerin tartışması, münazaralarda birbirlerine karşı kanıt getiren görüş ayrılığına düşmüş kimselerin tartışmalarına benzer. Bunu gördüğümde, Allah’ın beni muttali kıldığı hali hatırladım. Bütün rahmetin (Allah’tan gelen şeyleri) kabul, peygamberden öğrenme ve Kitap-Sünnet sınırında durmada olduğunu gördüm. İnsanlar, ‘bir peygamberin yanında tartışmak uygun değildir’ hadisini görmezden gelmiştir. Peygamberin hadisinin varlığı, bizzat peygamberin bulunması gibidir ve onun bir hadisi zikredildiğinde, tartışmak uygun değildir. Peygamberin hadisi rivayet edildiğinde, onu duyan kişi sesini yükseltmez. Çünkü Allah şöyle buyurur: ‘Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.’’ Allah ehline göre, peygamberin sesi ile sözünün aktarımı arasında hiç bir fark yoktur.
Öyleyse görevimiz, hadis bilgininin peygamberden aktardığı şeyi – tartışmadan- kabul etmeye hazırlanmaktır. Bu hadis bir soruya cevap olabileceği gibi kendiliğinden söylenmiş bir ifade de olabilir. Binaenaleyh peygamberin bir mesele veya konuyla ilgili sözünün sınırında durmak farzdır. ‘Allah buyurdu’ ve ‘Allah’ın peygamberi dedi ki’ denildiğinde, işitenin olumlu karşılık vererek saygılı davranması gerekir. Dinleyen, hadis bilgini Allah’ın buyurduğunu söyleyince veya Peygamberden bir hadis aktardığında onun sözünün üstüne çıkarmamalıdır.- Dinleyici, hadis bilgini Allah’ın buyruğunu söylediğinde veya Peygamberden bir hadis aktardığında onun sözünün üstüne çıkmamalıdır.
Allah şöyle buyurur: ‘Allah’ın sözünü dinleyinceye kadar, ona imkan ver.’’Bu ayeti Allah’ın peygamberi okuduğu gibi işiten de onu peygamberden duymuştur. Dinleyici dinlediği şeye katılırsa (onu tekrarlarsa), dinleyici sayılmaz. Çünkü Allah’ın peygamberine öğrettiği (dinleme) adabından birisi şu ayette belirtilir: ‘Vahyi sana bildirilmeden önce, Kur’an’da acele etme’’ Başka bir ayette ise, şöyle buyurur: ‘Sesinizi peygamberin sesinin üstüne çıkarmayınız. Birbirinizle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayınız.’ Böyle bir şey yapıldığında, Allah farkında olmadan insanın amelinin geçersizleşeceğiyle tehdit etmiştir. Böyle bir insan (tartışmada bir hadisi) reddederken veya ona karşı çıkarken Allah’ın dinini savunduğunu zanneder. Hâlbuki bu zan, Allah’ın bir tuzağıdır. Allah şöyle’ der: ‘ Farkında olmadıkları yönden onları aldatırız.’’Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: ‘Biz bir tuzak kurduk, farkında değillerdir.’’
Samimi ve akıllı bir mümin, ‘Allah buyurdu ki’ ya da ‘Allah’ın peygamberi buyurdu ki’ diyen bir inşanı duyunca, susmalıdır. Söylenen şeye kulak vermeli, saygılı davranmak ve Allah’ın veya peygamberinin söylediği şeyi anlamaya çalışmalıdır. Allah şöyle buyurur: ‘Kur’an okuduğunda ona kulak verin ve sessiz olun. Umulur ki, merhamete mazhar olursunuz.“ Ayette, böyle davranıldığında bir umut belirtilmiş, fakat merhametin mutlaka gerçekleşeceği belirtilmemiştir. Peki, sesini yükselten, ayeti okuyan ve peygamberin hadisini aktarana müdahale edenin durumu nasıl olabilir? Bilginlerin yorumladığı gibi, Haktan ummanın (Allah üzerinde) bir zorunluluk olmasını dilerim.
——————————
Düşüncelerin Kısımları
Düşünceler,beşincisi olmayan dört kısımdır: Rabbani düşünce,melekî düşünce, nefsi düşünce ve şeytani düşünce. Burada bir beşincisi yoktur.Düşüncelerin bilinmesi meselesini,bu ve bazı kitaplarımızda zikretmiştik.Bu bölümdeyse,özellikle şeytani düşünceden söz edecez.
Bilmelisin ki: Şeytanlar iki kısma ayrılır: Manevi ve maddi kısım. Maddi kısım da, iki kısma ayrılır. İnsanlardan olan şeytanlar ve cinlerden olan şeytanlar. Allah şöyle buyurur:‘İnsan ve cin şeytanları birbirlerine süslü sözler fısıldar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları iftiraları ile baş başa bırak’’Böylece Allah, şeytanları Allah’a iftira edenlerden saymıştır.
Bu iki sınıfın arasında ise insanda manevi bir şeytan meydana gelmiştir. Şöyle ki: Cin ve insan şeytanlarından herhangi biri insanın kalbine kendisini Allahtan uzaklaştıracak bir şey düşürür. Bu mey anda şeytan bazen özel bir şey atar -ki o belirli özel bir konudur-, bazen ise, genel bir şey atar ve bırakır. Genel bir şey düşürürse, o şey için kişide insanın ve cinlerin düşünemeyeceği şeylere bir yol açar. Nefs, o yolda derin anlayış kazanır ve bu kuşkulardan bir takım şeyler ortaya çıkarır. Onları söylediğinde ise, saptırıcı İblis kendisinden öğrenir.
Başlangıçta insan veya cin olan şeytanın kendisine attığı bu genel yolda açılmış yönler manevi şeytanlar diye isimlendirilir. Çünkü insan ve cin şeytanlarından her biri onu bilemezler ve onu tam bir kasıtla amaç-lamamışlardır. Onlar, öncelikle (bir takım kuşkulara yol açacak) bu kapının o kişiye açılmasını ister. Çünkü onlar, bu kişinin onu inceleme zekâsında ve gücünde olduğunu biliyordu. Bu kapıdan girip araştırma yaptığında ise reddetmesi mümkün olmayan yok edici anlamlar kişiye görünür. Bunun nedeni ilk asildir. Çünkü bu kişi, (şeytanın kendisine verdiği ilk düşünceyi) onu sahih bir asıl edinmiş, ona dayanmıştır. Dolayısıyla, aslı elinden kaçırıncaya kadar sürekli o asıl üzerinde kafa yormayı sürdürür. En sonunda o aslın dışına çıkar. İşte bidat ve arzularına uyanlar, böyle hareket eder. Çünkü şeytanlar onlara kuşku duymadıkları bir asıl verir, sonra onlara -anlamadıkları için- karıştırmalar bulaşır, böylece sapıtırlar. Bu durum, asalet yönüyle şeytana nispet edilir. Sapıtan insanlar bu meselelerde şeytanın kendilerinin öğrencisi olduklarını bilselerdi, ondan uzak dururlardı.
Bu durumun en çok görüldüğü kimseler Şia, özellikle de İmamıyye mezhebidir. Cin şeytanları, ilk önce onlara Ehl-i beydi sevmek ve bütün sevgiyi onlara tahsis etmek için gelir (içlerine girer). Onlar, bunu Allah’a en yüce yakınlık sayar. Onlar, Ehl-i beyt sevgisinden iki yola sapmıştır: Bir grup sahabeye nefret duymuş ve Ehl-i Beyti öne geçirmedikleri için onlara sövme aşırdığına varmış, Ehl-i beytin bu dünyevi görevlere daha layık olduklarını zannetmişlerdir. Başka bir grup ise, sahabeye sövgü saygısızlığına Ehl-i Beyt’in mertebelerini ve insanlara halife olmadaki öncülüklerini nassa bağlamadıkları için Allah’ın peygamberine, Cebrail’e ve Allah’a saygısızlığı da eklemiştir. Nitekim içlerinden biri şöyle iddia etmiştir:
‘Emin’i gönderen emin değildi (Hz. Peygamber’i gönderen güvenilir değildi.).’
Bütün bu sapmalar, sahih bir ilkeden kaynaklanmıştır ki, o da Ehl-i Beyt’i sevmektir. Bu sevgi, onların düşüncelerinde bir bozukluk meydana getirmiş, böylece sapmış ve saptırmışlardır. Dindeki taşkınlığın onları neye sevk ettiğine bakınız! Onları sınırdan çıkarmış ve işleri zıddına dönmüştür. Allah şöyle buyurur: ‘Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlığa gitmeyin, birbirinizin arzularına uymayın.’
Bir gruba ise şeytanlar, kuşku duyulmayan sahih bir ilke vermiştir. Bu sahih ilke, söz gelimi, Hz. Peygamber’in ‘iyi bir âdet başlatana onun ücreti ve o âdeti yerine getirenlerin ücreti verilir’ buyurmasıdır. Şeytanlar, bu hadise (doğru ilke) göre davranmayı kendilerine sevdirdikten sonra, onları terk etmiştir. Böylece bazı insanlar, kendisini yerine getirenlerin sevaplarını elde etmek isteğiyle iyiliğe olan düşkünlüğü nedeniyle, derinden üzerinde kafa yormaya koyulur bir hayır âdeti geliştir.Kendisine nispet ettiğinde kabul edilmeyeceğinden endişe ettiği güzel bir âdet meydana getirdiğinde, onun kabul edilmesi için Hz. Peygamberden hadis uydurmuştur. Bu davranışını da ‘kim iyi bir âdet başlatırsa’ hadisinin hükmüne girdiği şeklinde yorumlamaya çalışır. Böylece Hz. Peygamber hakkında yalan söylemeyi ve söylemediği ve ağzından çıkmayan bir şeyi ona söyletmeyi caiz saymış, bunun bir iyilik olduğunu kabul etmiştir. Çünkü ilkeler, kendisini teyit etmektedir.
Melek, Hz. Peygamberin ‘bana kasıtlı olarak yalan isnat eden kişi, cehennemdeki yerine hazırlansın’ ya da ‘bana iftira eden, herhangi birine iftira etmiş gibi değildir. Bana iftira eden, cehennemdeki yerine hamlansın’ buyurmuş olduğunu kendisine hatırlatınca, bütün bu rivayetleri şeytanın düşüncesine soktuğu fikirlerle tevil eder ve şöyle der: ‘Hz. Peygamber’in hadisinde geçen durum, sapkınlığa çağırmayla ilgilidir.
Ben ise, sadece bir hayır âdeti ortaya koydum.’ Böyle bir insan, iyi bir âdet meydana getirmesi bakımından zorunlu olarak ödüllendirilirken Hz. Peygambere iftira ettiği ve söylemediği bir şeyi ondan aktardığı için ise cezalandırılacaktır,.
——————————
Ameller Niyetlere Göre Olur…
Amellerin niyetlere göre olduğu ve kişi için sadece niyet ettiğinin gerçekleşeceği bildirilmiştir. Dolayısıyla ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ dediğinde, bu ifadeyle Kur’an’da yer alan ‘Allah’tan başka ilâh olmadığını bil’’ifadesini kastetmiş olman gerekir. Tesbih, tekbir ve övgülerde de durum böyledir. İnsanın nefeslerinin kıymetli olduğunu biliyorsun. Nefes gittiğinde artık geri dönmez. Dolayısıyla nefesini çok değerli ve yüce bir işte tüketmelisin.
Hz, Peygamber kutsi bir hadiste Rabbinin şöyle söylediğini bildirir: ‘Âdemoğlunun her ameli kendisine aittir. Oruç ise öyle değildir. Oruç bana aittir, onun ödülünü ben vereceğim.’’Hz. Peygamber, bir adama şöyle demiş: ‘Oruç tutmalısın, orucun dengi yoktur.’ Allah şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri olan yoktur.’’ O halde oruç, benzersiz bir niteliktir ve o beslenmeden uzak durmak demektir. Yaratılmışın hakikati ise beslenmesini gerektirir. Kul, hakikatinin nitelenmeyi gerektirmediği bir özellikle nitelenmeyi istemiş, onunla nitelenmesi dinî bir yükümlülük olmuştur. Allah şöyle buyurur: ‘Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılınmıştır’Allah bu durumda kula şöyle der: ‘Oruç senin değil, benimdir.’ Başka bir ifadeyle, yemesi ve içmesi gerekmeyen kimse -sen değil- benim. Oruç bu özellikte olduğu ve senin oruç tutmanın sebebi benim onu sana farz kılmam olduğu için, onun ödülünü verecek olan benim.
Allah oruç için adeta şunu der: ‘Onun ödülü benim. Çünkü yemek ve içmekten uzak durma özelliği beni talep eder. Sen ise (oruç tutan kişi) bu özellikleri kazandın. Hâlbuki onlar, senin hakikatin olmadığı gibi sana ait de değildir. Sen sadece oruç tutarken onlarla nitelendin. Bu özellik, seni benim katıma sokar. Çünkü sabır/oruç, nefsi engellemek demektir. Sen, emrimden dolayı hakikatinin gerektirdiği yeme ve içmeden nefsini engelledin.
——————————
Hz.Adem ve Hz.Havva’nın Dünya Hayatına İnişi
İniş, Adem ve Havva için bir ceza değil, sadece İblis için bir cezaydı. Çünkü Âdem, vaadin doğruluğu için indirilmişti. Bu vaad, Allah’ın yeryüzünde bir halife yaratacağı vaadiydi. Onun halife olması, Allah’ın kendisine dönüp onu seçmesi ve günahını kabul ederek ve Rabbinden kelimden almasıyla gerçekleşir. O halde, Âdem’in günahı itiraf etmesi, ‘Ben ondan daha hayırlıyım’ şeklindeki İblis’in sözünün karşılığıydı. Bövlece Allah, bize Allah katında itirafın yerini ve emrine uymadığımızda onu yol edinelim diye meydana getirdiği mutluluğu bildirmiştir. Ibİis’in iddiasını ve sözünü ise, günah işlediğimizde benzerinden sakınalım diye, bize bildirmiştir.
Havva çoğalmak, İblis ise saptırmak için indirilmiştir. Âdem’in ve Havva’nın inişi keramet, İblis’in inişi ise başarısızlık, cezalandırma ve günahları kazanma inişiydi. Çünkü onun günahı, bedbahtlığın sonsuz olmasını gerektirmez. Çünkü o, Allah’a ortak koşmamış, Allah’ın kendisini yarattığı özellikle gururlanmış, Allah da onun yazgısını bedbaht (şakı) yapmıştır. Bedbahtlık diyarı ise, şirk koşanlara mahsustur. Böylece Allah, İblis’i kulların kalplerine vesvese vererek şirk günahını işlesin ..diye .yeryüzüne indirmiştir. Onlar, şirk koştuklarında ve İblis de şirkten ve failinden yüz çevirdiğinde, bu yüz çevirme, ona fayda vermez. Çünkü Allah’ın bildirdiği gibi ona (müşrike) ‘inkâr et diyen, İblis’in ta kendisidir. Boylece kendisi birleyen olsa bile, âlemdeki bütün müşriklerin günahını yüklenmiştir. Çünkü ‘kötü bir âdet çıkaran kimse, o âdetin günahi ve onu yapanların günahını yüklenir.’
——————————
Öfke Kalbin Karanlığıdır…
Öfke, kalbin karanlığıdır. Bu karanlık, mertebesinin yüceliği nedeniyle, dışına da etki etmiştir. Bu nedenle Yunus, Allah’ın dilediği süre balığın karnının karanlığında bırakılmış, Allah onun dikkatini anasının karnında bir cenin iken kendisini kimin yönettiğine çekmek istemiştir. Ayrıca dikkatini şuna da çekti: O mekânda, onun kızması veya ona kızılması düşünülebilir mi? Böyle bir şey olamaz, çünkü orada Allah’ın korumasındaydı ve Rabbinden başkasını bilmiyordu. Böylece kendisine söz ile değil, fiil vasıtasıyla öğretmek için Yunus’u balığın karnında bu hale döndürdü.
‘Karanlıklar içerisinde ‘Senden başka ilah yoktur’ diye nida etti’’Bu ifade, bu tevhidde ümmeti adına mazeret belirtmektir. Yanı, Allah’ım sen dilediğiııi yapar ve rahmetini dilediğine yayarsın. ‘Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden oldum ,’’ Zalim, zaleme (karanlık oldu) kelimesinden türemiştir. Yani, benim karanlığım kendime dönmüştür, yoksa sen beni karanlığa atmış değilsin. İçimde olan şey, dışıma nüfûz etmiş,ışık içime geçmiş ve derûnum aydınlanmış, öfkenin karanlığı kaybolmuş, tevhidin nuru ona yayılmış ve rahmet nüfüz etmiştir. Böylece bu nur, öfkenin karanlığı gibi, onun dışına nüfûz etmiştir.
‘Rabbi duasını kabul etti ve onu sıkıntıdan kurtardı’’ Balık, ‘selim fıtrat üzere doğmuş olarak’’onu karnından çıkarttı. Yunusun dışında Ademoğullarından hiç kimse, İki kez doğmadı. Yunus ise, tıpkı bir çocuk gibi zayıf olarak (balığın karnından) dışarı çıktı. Nitekim Allah ”hasta idi’’ buyurdu. Allah, onu kabak yapraklarıyla sarmaladı. Kabak yaprağı yayvandı ve üzerine sinek konmasını engelliyordu. Çünkü çocuk, zayıflığı nedeniyle, sinekleri kendisinden uzaklaştıramaz.
Bu nedenle Allah, Yunus’u yapraklarının yayvanlığı nedeniyle sineklerin yaklaşamayacağı bir bitkiyle örttü. Kabağın yaprağı, yumuşaklıkta bütün diğer bitkilerden farklı olarak, pamuğa benzer. Diğer bitkiler ise, serttir. Böylece, Allah Yunus’u yeniden inşa etti. Bu grup Yunus’a gelen şeyin bâtınında bulunan bir nitelikten ve amacından dolayı kendisine geldiğini gördüklerinde, kendilerini niyetlerini ve hareketlerindeki amacı saflaştırmaya vermişlerdir. Böylece, sadece Allah’ın niyet etmelerini ve amaç edinmelerini emrettiği şeyleri amaç ve niyet edinirler. İşte bu, Allah ehlinin yapabildiği şeyin zirvesidir.
——————————
İnsanlar Uykudadır Öldüklerinde Uyanırlar
Sıradan insanlar, genel olarak uyku diye isimlendirilen şeyin dışındaki uyumayı çoğunlukla bilmez. Hz. Peygamber ise dünya hayatında bulunduğu sürece insanın sürekli uykuda bulunduğuna dikkat çekmiş hatta bunu açıkça belirtmiştir. İnsan ahirette uyanır. Ölüm, ahiret hallerinin ilkidir. Böylece Allah, ‘O’nun ayetlerinden biri de gece ve gündüz uykunuzdur’ ayetiyle Peygamberini tasdik etmiştir. Gece uykusu, genelde bilinen uykudur. Gündüz uykusu ise, Hz. Peygamber’in açıklamış olduğu bu uykudur.
Bu nedenle Hz. Peygamber, dünyayı ibret (geçmek), geçilmesi gerekli bir köprü saymıştır. Başka bir ifadeyle, insanın uykusunda gördüğü rüya yorumlandığı gibi dünya da tabir edilmelidir. Uykuda görülen rüya, kendisi , nedeniyle değil, başka bir şey için amaçlanmış ise, uyurken görülen suretten uyanıklık aleminde kastedilen o anlama geçilir. insanın dünyadaki hali de böyledir. O, dünya için amaçlanmış bir varlık değildir. Onun dünyada hal, söz ve fiil olarak gördüğü her şey, ahîret için amaçlanmıştır. Orada dünyada gördüğü şey insana tabir edilir ve ortaya çıkarılır. Nitekim dünyada da uykuda gördüğü şey, uyandığında ortaya çıkar.
O halde dünya bir köprüdür, geçilir, imar edilmez. İnsan da, uykusunda gördüğü şey hakkında böyledir. Rüyada görülen şey geçilir, esas alınmaz. Çünkü insan uyandığında, görmüş olduğu şeylerden hiç birini bulamaz. Gördüğü şey, iyilik veya kötülük, bir yer, bina, yolculuk, iyi veya kötü haller olabilir. O halde insanın gördüğü şeyi arifin tabir etmesi gerekir. Tabir edince, ona ‘senin rüyan falan falan şeye delalet eder’ der.
Dünya hayatı da bir uykudur. İnsan, ölümle ahirete göçtüğünde, sahip olduğu veya duyumsadığı ev, aile ve mal gibi hiçbir şey onunla beraber göçmediği gibi uyandığında da uyurken rüyasında meydana gelmiş şeylerden hiç birini elinde bulamaz. Bu nedenle Allah, gece ve gündüz uykuda olduğumuzu; ahirette ise uyanık olacağımızı ve orada rüyanın tabir edileceğini bildirmiştir.
Allah’ın, basiretini nurlandırıp ölümden önce dünyada rüyasını tabir eden kimse kurtuluşa ermiş demektir. Böyle bir insan, dünyada bir rüya görüp sonra rüyasında uyandığını ve gördüğü şeyi uykusunda gördüğü bazı kimselere anlatan kimseye benzer. Şöyle der: Falan falan şeyi gördüm. Anlattığı şahıs onun rüyasını o konudaki bilgisine göre yorumlar ve tabir eder. Uyandığında, rüyayı görürken ve onu tabir ettirirken sürekli uykuda olduğu kendisine görünür. En geçerli tabir budur.
Bu dünyada zeki akıllı kimselerin hali de böyledir. Söz konusu kimse, uykuda olsa bile, uyandığını görür. Farkına varmak için, uykusunda gördüğü rüyayı tabir eder ve en doğru yolu tutar. Ölümle uyandığında ise, rüyasından dolayı Allah’a hamd eder, uykusuyla sevinir ve rüyası onun için iyilik meydana getirir. Binaenaleyh Allah’ın bu ayette zikrettiği uyanıklık, uyku ve gece ve gündüz kelimeleriyle onları bize izafe etmesi, bu hakikate dayanır. Gündüzde Allah’ın ihsanını aramak ise, uykusunda uyanıp rüyasını tabir ettiğini gören kimse hakkındadır.
Şu halde bu, dünya halidir.
Allah doğruyu bize ilham etsin!
Futuhat-ı Mekkiyye,cilt:2 – İbn Arabi