Hz Peygamber Dönemi İçtimai/Siyasi Dönem
Medine Dönemi: İlkeden Eyleme İçtimaî Yapı Cami: Cemiyetin Kalbi
Mekke’de ilk Müslüman cemaatinin hususi bir ibadet yeri yoktu. Namazlar münferit veya cemaat hâlinde evlerde kılınmaktaydı. Secdeye varmak her yerde mümkün ve “yeryüzü Hz. Peygamber’e, dolayısıyla ümmetine temiz bir mescit” kılınmışken, Allah’ın huzuruna, tıpkı oluşma ve tesanüd sürecindeki toplumun bir yansıması olarak “cemaat” hâlinde çıkma arzusu, Mekke’den itibaren Hz. Peygamber’in teşvik ve vaatleri eşliğinde müminlerin derûnî arzusu olmuştur. Elbette bunda tevhidi dinlerin mabed çevresinde teşkiliyle ilintili olarak Kabe’nin merkezî konumunun manevî etkisi vardır.
Nitekim Hz. Peygamber Hicret yolculuğunun nihayetinde henüz Medine’ye girmeden Küba’da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü olarak İslâm tarihinin beş vakit açık ilk mescidini bina etti: Hicret sonrası yapılan ilk icraat; bir mescit inşaıyla Ran una Vadisinin ortasında Müslümanların birliğini temsilen irâd edilen ilk Cuma hutbesi ve topluca kılman Cuma namazı olmuştur. Medine’ye girildiğinde de durum değişmemiş, Mescid-i Nebevî; Peygamber’in çok yönlü sosyal rollerini, İslâm’ın bütün hayat alanlarını kuşatıcı dinî ve dünyevî bütünlüğünü ve teşkilatlanmakta olan İslâm toplumunun cemaat saflarından hayata taşacak eşitlik ve dayanışmasını mekânı planda ikrar etmek üzere yapılandırılıştı.
Peygamber Mescidi aynı zamanda İslâm’ın ilk homojen kurumudur; ilk vasfı da elbette bir mabed olmasıdır. Ancak mekânda; elçilerin kabul edildiği bir bölge, avlu duvarlarına bitişik ama kapıları içeri açılan Peygamber ve ailesine ait evler, Suffa adı verilen bir yatılı okul, misafirhane ve zekât mallarının konabileceği bir kısımla, diplomatik, askerî, İktisadî, hukukî diğer toplumsal fonksiyonları da ifa etmesi düşünülmüştür. Bu plan, İslâm’ın toplumsal idealleriyle birlikte Peygamber’in rolleriyle tıpatıp uyumludur: Hz. Muhammed, merkezî olsun, talî olsun devlet başkanlığıyla cami imamlığını birleştirmiş bulunuyordu.
Dinî liderliği/imamlığı yanında devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, kanun koyuculuk ve baş-kadılık ve irşad görevlerini bundan böyle Mescit’te ifa edecek, halkın güncel ve adlî problemleri burada dinlenerek çözümlenecek, müşavere ve müzakereler burada yapılacak, askerî kararlar burada alınacak, elçiler burada kabul edilecek ve dinî eğitim burada verilecekti. Muhammedü’l-Emîn’in, yönetici ile yönetilenler arasındaki engelleri kaldırmak ve toplumun bütün kesimlerine ulaşabilme hususundaki hassasiyeti müşahhas bir şekilde tecelli ediyordu: Mekânın kapısı toplumun kadın, erkek, çocuk bütün kesimlerine gece gündüz açıktı.
Caminin, İslâm’ın kuşatıcı sosyal anlamını yansıtan bu fonksiyonu; “religi- on”ın mahdut sosyal çerçevesine veya sosyal bilimlerin, hayat alanlarım ayrıştırıcı parçalı yapısına rağmen müsteşriklerin de dikkatini çekmiştir: “İslâmiyet’in mahiyeti icabı, din ile siyaset bölünmez bir bütün teşkil etmekte idi. Her iki sahada da aynı şahıs; hükümdar ve başidareci, aynı bina yani cami de siyasî ve dinî faaliyetin merkezi idi… Halife, Müslüman cemaatinin namazda imamı ve hatibi idi… Halifenin merkezde camilere karşı durumu neyse, valinin de eyaletlerde camilere karşı vaziyeti o idi. Vali, ’namaz ve kılıç’ için nasb edilmişti veya halka ’adalet dağıtır ve namaz kıldırırdı’.” Ya da “ordu nasıl aynı zamanda üm-met idiyse, emîr de aynı zamanda imam; mescitte, hâsseten hutbeyi irad ettiği cuma günleri, namaz kıldıran idi, ‘alel-harb ve’s-salât’ idi. Savaş ve ibadet beraberce onun selahiyeti cümlesindendi.
Sonuç olarak Mescid-i Nebevî; özel alan ile toplumsal/kamusal alan, kişi-sel/yicdânî din ile kolektif, siyasî, sosyal kurumlar arsında bir ayrılma veya bölünme olmadığının, nasıl kişisel bir inanç varsa aynı şekilde İslâmî toplum, devlet ve İslâm hukuku olduğunun evrensel ilanıdır…………
Aile: “içinizde daima marufu emreden münkeri nehyeden bir cemaat bulunsun diye”
Toplumsal planda bütün diğer hiyerarşilerle birlikte cinsiyet farklarını da yok eden dinî bir sistemin, aile için de bunu gerçekleştirecek kurallar vaz etmemesi düşünülemez. Bu açıdan hem grup, hem müessese, hem de terbiyevî ve ahlâkî bir nizam süreci olarak aile elbette İslâm’ın da merkezî dikkatinde olmuştur: Aile; sadece inanç ve ritüelleri değil, hakkında nass varit olan bütün kurumsal yapıyı kapsayan İslâm ’m ilk dönemlerinde, ibadetlerden sonra hakkında en çok hüküm olan kurumdur. Bu cümleden olarak fertlerin, davranışlarının temellendiği, şahsiyetlerinin şekillendiği, temel toplumsal bir yapı olan ailenin; bütün bir toplumsal yapıyı hedef alan bir zihniyet ve tutum dönüşümünde yeni bir referans silsilesine muhtaç olduğu tartışılmaz. İman, ilim ve salih amel kavramlarının oluşturduğu varlık-bilgi-değer yapılanmasının, İslâmî düşünce paradigmasının temelini dokurken en büyük dokunuşu sosyal yapının prototipi olarak aileye yapması tabiidir. Bu dokunuş, fıkhî olduğu kadar sosyolojik ve psikolojikti de. Tıpkı siyasi ve İktisadî yapılanmada olduğu gibi aileye de öze tealluk eden ahlâkî ilkeler sunulmuş; şekillenme, sosyal akışkanlığa ve toplumsal şartlara bırakılmış, böylelikle tarihî gelişimi içinde kültürel bir bütünleşme sürecine sokulmuştur.
Ailede kadın ve erkeğin karşılıklı hak ve ödevleri, Kur’ân’ın kadın erkek eşitliği ve dengesi doğrultusunda devam etmiş; cahiliyeyle en büyük fark, kadına aile içinde ve toplumda, varoluşsal konumuna özdeş bir biçimde verilen haklarda belirmiştir. Başta, seçme veya sözleşme hakkı anlamındaki biat olmak üzere nikâh, hibe, şufa, ida, icare, iare, vekâlet, şirket, kısmet, dava, ikrar, vasiyet gibi sosyoekonomik tüm haklarda kadınlar erkeklerle eşit kılınmış böylelikle bütün toplumsal alanları, kurumları, ilişkileriyle dinî hayatın temelindeki adalet prensibinin her şeyden önce ailede yaşatılması murad edilmiştir.
Çok evlilik ilga edilmiş, nikah tek taraflı olarak erkeğin iradesiyle değil, iki taraflı iradeyle oluşan bir akit hâline getirilmiş, evlilik kolaylaştırılıp boşanma zorlaştırılmıştır. Aile tıpkı Hz. Peygamber’in ailesinde olduğu gibi istişare, ilim, paylaşma, infak, umut ve dinî tecrübe mahalli hâline getirilmiştir. Peygamber’in Hz. Fatıma’ya gösterdiği sevgi ve saygı, bir yandan kadına karşı cari bütün ayrımcı geleneksel tutumları ezip geçerken diğer yandan İslâmî hükümler söz konusu olduğunda bu sevginin hiçbir imtiyaz ve iltimasa sebep olmaması, imanın, ailede de belirleyiciliği açısından sünnetin bütünü gibi model teşkil etmiştir. Mekke’de imanla imtihan olan Müslüman aile, Hicret’le birlikte sosyal intibaka ilaveten yuvasını ve ailesini kaybetmeyle karşı karşıya kaldı.
Mekke’nin tehdit unsuru olarak da kullandığı bu hüzün, “kardeşlik”in ailevi ve toplumsal sıcaklığında teselli buldu. Savaş, maddî yoksunluklar, içtihadî, psikolojik, toplumsal sorunların hallinde daima ailenin güven, istikrar, huzur ortamından istifade edildi. Bu toplumsal bütünlük, Hz. Peygamber’in doğrudan Kur’ân ahlâkım yansıtan davranış modelleri ve İlmî tedrisatıyla ivme kazanıyordu: Sahabe; dinî eğitimin tekâmül ettirici etkisinden faydalanıyor, Kur’ân ezberleniyor, ayetlerin tefsiri hayata geçiriliyor, Peygamber’in sözleri iştiyakla kaydediliyor, fıkıh öğreniliyor, tecessüs teşvik ve takdir ediliyor, gece gündüz ilim teatisinde bulunuluyordu. Bir yandan da zina, zıhar, kan davası gibi geçmişe ait olumsuz değer içeren bütün gelenekler “ayaklar altına” alınıyordu…
Bu toplumsal tabloya; görünürlüğü nasıl bir yapı çerçevesinde gerçekleşebilir, Müslüman, gayrimüslim, kadın, erkek, yaşlı, genç, yetim, yolcu, yerli, yabancı bütün kesimlerini bir arada tutan, tabiat ve çevreye, savaş ve barışa ilişkin ahlâkî ilkelerin ve bütünüyle sosyal ilişkilerin tâbi olduğu hukuk kurallarını düzenleyecek ve uygulayacak bir idari yapıya, bir kontrol mekanizmasına ihtiyacı var mıdır, gibi somlar yöneltmek ise bizi “İslâm’da Siyasî Yapı”nın kapısına götürecektir,
SİYASÎ YAPI
Yoksa onlar, câhil iye idaresini mi arıyorlar? iyi anlayan bir toplum için hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” Islâm’da siyasî yapı, genelde bir gerçekleştirme sahasıdır, ahlâkî-siyasî alandaki ilkelerin fizikî dünyada sergilenişidir. Hayatın belli alanlarıyla ilgili değişmez ahlâkî ilkeler getiren Islâm, siyasî alan için de aynı yolu takip etmiş, böylelikle diğer alanlarla bir bütünlüğün sağlanmasını istemiştir. Bu bağlamda fert ve toplum, sınıflar, iş ve ahlâk, sanat, iktisat ve tefekkür, hukuk ve siyaset, sosyal hayatın her yönü ve faaliyeti, değerler ve normlar, tevhid inancının rengini, biçimini ve hâkimiyetini yüklenir. Islâm düşüncesi, dini; bireysel ve toplumsal planda ahlâkla neticelendirerek teoriyle pratiğin, imanla amelin tevhidini sağlamıştır. Niteliği itibarıyla dünyevî bir kurum olan devlet de bu tevhidî işleyişin dışında değildir. Hz. Peygamber’e hayattayken ittiba edenler, hem dinî bir cemaat hem de siyasî bir toplutuk (ümmet) olarak örgütlenmişlerdir. Bu bölümün amacı, ana hatlarıyla bu örgütlenmenin ilkesel ve yapısal özelliğini ortaya koymaktır.
İlkeler
İslâm’da siyaset, tıpkı İktisadî faaliyet gibi kendi başına amaç olmayıp hukukla birlikte dinin korunması ve yaşatılmasındaki en önemli araçlardandır. Siyaset; Allah, insan, toplum ve tabiat arasında kurulan ontolojik tasavvura dayanmakta ve siyaset düşüncesi bu bütünlük içinde anlam kazanmaktadır. İslâm’a göre gerçek hâkimiyet sahibi, tüm kâinatı ve insanı yaratan Allah’tır. Fakat İdarî yetki anlamında hâkimiyetin kullanımı ümmete bırakılmıştır. Hâkimiyet sembolü olarak arş, kürsi, emr, emanet, mülk, velâyet kavramları kullanılmıştır. Allah, gönderdiği son Peygamber vasıtasıyla insanın ve toplumun inşaı için temel ilkeleri (kat’iyyât) vaz etmiş, fiiliyatta bu ilkelerin nasıl ve hangi mekanizmayla uygulamaya yansıtılacağı zanniyyât alanına bırakılmıştır: Kat’iyyât-zanniyyât ayırımıyla toplum ve siyasetin tüm alanları birebir belirlemelerde bulunmak suretiyle kontrol altına alınmaya çalışılmayarak zaman ve mekân çeşitliliğine bağlı farklılıkların ve değişimin yönetilmesi mümkün olmuştur. Allah’ın hükümranlığı sosyal âleme inince, küllî iradenin muradı olarak, eşref-i mahlûkât olan insan iradesi de işin içine girmiştir. Söz konusu İslâm olduğunda, insanı yaşanan ve yaşayan her şeye hem şahit kılan hem de onlardan sorumlu tutan bir dinin yö-netim/yönetilme meselesini de söz konusu edeceği zaten aşikârdır.
– Mücmel bir ifadeyle Kur’ân, siyasî faaliyetlerin genel prensiplerini vaz etmiş, uygulamaları muhataplarının içtihadı tutumlarına bırakmıştır. Yani Kur’ân-ı Kerim’de devletin şekil ve yapısıyla idari teşkilatı tanzim eden açık emirler yoktur. Siyasetin dinamik yapısı dolayısıyla; bütün insanlarca benimsenebilecek, her zaman ve mekânda uygulanabilecek genel ilkeler yanında hükümdar ve Peygamberler’in övülen ve yerilen idare tarzlarından ilkesel örnekler vermekle yetinilmiş, bir yandan da bu ilkeler, ahlâkî ve hukukî prensiplerle bireysel ve toplumsal planda takviye edilmiştir. Vahiyle bildirilmemiş meselelerin hallini istişareye devreden emirlerden ayrı olarak siyaset ve idare, diğer deyişle devlet, Nisâ’ suresinin 57- 58. ayetlerinde siyasî düstur mahiyetinde şu dört emirde temelini bulur:
1. Emanetleri ehline vermek,
2. Adaletle hükmetmek,
3. Allah’a, Peygamber’e ve mümin emirlere itaat,
4. İhtilaf hâlinde Allah’a ve Rasulü’ne başvurmak.
Görüldüğü üzere Kur’ân’ın öngördüğü genel siyasal düzen; hürriyet, adalet, düzen, barış, hoşgörü, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve danışma esaslarına dayanmaktadır. Haddi zatında Şeriat’ın gayesi; İslâm ümmetini, zulüm ve sapkınlığın sebep olacağı fitneye meydan vermeyecek şekilde organize etmeyi gerektirir. Zira dinî prensiplerin ve ahiret inancının yönlendirdiği ahlâkla bunun katalizörü olan ibadet, İslâm’ın temel unsurlarıysa da; beşerî zafiyet ve yanılsama, insanoğlunun denetimini üstlenecek bir otoriteyi kaçınılmaz kılmaktadır.
İşte devlet, bu otorite ve ilişkilerin düzenlenmesini üstlenir: İslâm dini bütün insanlık için ilelebet geçerli olan evrensel esasları vaz etmekle kalmamış, kurduğu devlet eliyle bu prensiplerin neşir ve tatbikini sağlamayı hedeflemiştir. Sonuç olarak İslâmî anlayışa göre din, devlet, toplum ve diğer kurumlar, içten fonksiyonel farklılaşmaları olan fakat dini/ahlâkî temeller etrafında bütünleşmiş bir sistem oluşturur.
Selma Karışman, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi