Hz.İbrahim (a.s) Hakkında
İbrahım yavrusu, kıdemin lütûf ve ihsan beşiğinde, kerem ağacının gölgesinde büyüdü. Fazilet yelpâzesi “Biz İbrahim’e rüşdünü (doğru yolu bulma kâbiliyetini) önceden vermiştik” nesimi ile onu serinletti.
Kader; zerrelerin zerrelerini ve canların ruhlarını “Rabbin (onlardan ahit) aldığı zaman” toplayıp, “Ben sizin. Rabbiniz değil rmyim?”in kölelerine hitâb ettiğinde, İbrâhîm (a.s.)’ın fasîh ve saâdet lisânı o yakınlık ve muhabbet minberi üzerinden “Belâ/Evet Rabbimsin” diye hitâb edenlerin ilklerinden idi. Onun sır kulaklarında “İbrâhîm’e selâm olsun” nağmeleri çınlıyordu. Ezel sâkîleri “Allâh İbrâhîm’i halîl (candan dost) edinmiştir” hâlis şarabının kadehleriyle onun etrâfinda dönüyorlardı.
İbrâhîm aşkının verdiği divânelik ve sarhoşluk ile cûşa geldi de coştukça coştu. Şevk, bütün şiddet ve ihtişâmıyla onun kalbini istilâ etti. Kara sevdânın sultânı gönlüne taht kurdu. “Onları şâhit tuttu da hazır olanlar içerisinde öylece kaldı. Tâ ki, zaman otağı içinde Nemrûd b. Ken’ân devletinde onun zuhûr etme vakti geldi. Aklını başından alan o âşıklık çöllerinde bu nesimin kokusunu koklayarak, “Belâ/Evet, Rabbimizin” yalnızlığının tâlibi olarak büyüdü. Muhabbet uğrunda leke sürülmek ona zevk verdi, hoş geldi. Şevk onun zihninin meşgûliyetini sürekli yeniledi. Aşk ise onun içindeki defineyi dürtükledi durdu.
O celîl/yüce olan Halîl, mağaradan çıktı. Vecd onun kalbindeki ateşi tutuşturmuştu. Fikrinin nazarı dehşete düştü. Sırrını felek gelinlerinin yüzüne doğrulttu. Hâlinin münâdîsi güzelliğinin sohbet arkadaşına dedi ki:
“İşte, senin için de benim için de bir göz aydınlığı!’’ Gözlerinin ışıkları itibar arasatlarını aydınlattı. Küçük bir şimşek çaktı; “İbrâhîm’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik” bulutu onun üzerine ağdı. Fikrinin nazarım, kendisini müjdeleyen gözbebekleriyle, şevk aceleciliğinin kınasıyla ve aşk sarhoşluğunun coşkunluğuyla âlem meydanlarında ve yüce bahçelerde gezdirdi. Kalp gözüne matlûbunun alâmetinden başka bir yansıma ve sır nazarına da mahbûbunun zannından başka bir parıltı belirmedi. Her ne zaman kendisine bir şey gözükse, sâkînin ellerinde kadehler ile kendisine hitâb ederek belirdiğini zannetti. Halbuki gece kevn/varlık elbisesini karanlığına boyamış ve onu çadırının eteklerinin üzerine yaymıştı.
Felek bostanı çiçeklendi. Gökyüzü aydınlandı. Kazânın/kaderin dişleri gülümsedi. Vücûdun/varlığın yüzü o nesîmi dehşete uğrattı. Nûrların güzelliği bulut perdelerini onun üzerine çekti. Gözlerin gezebildiği her yer hicâp/perde kesildi. Gökçadır bütün kemâli ve nazı ile gelinler gibi süslendi. Yüce kubbe sağdan soldan çalım satan sarhoşlar gibi bezendi. Gökbahçe gezegen çiçekleriyle donandı. Yüce deniz göktaşı/yıldız incileriyle kabardı.
Yıldızların menzilleri doğularda ve batılarda farklı farklı sıfatlarla göründüler.
Müşteri, çakırkeyifliğe garkolmuş meftun âşık gibi; ya da sarhoşluk derdindeki sevdâlı gibi… Merih, divâne âşığın kalbindeki sevdâ ateşinin lazerine konmuş bir cezve gibi… Süreyyâ, hicrandan eriyip bitmiş âşık gibi; sevdânın şiddeti onda baş ve gözden başka bir şey bırakmamış. Cevzâ, sevgilinin ruh memleketine girip, onun kalbini ele geçiren muhabbet sultânının otağı gibi…
Sabâ rüzgârı dostların canlarına “Duâ eden var mi? Tevbe eden var mı? Kapıya buyurun” dâvetini yapan sevgilinin elçisi gibi…
İşte böyle… Kara sevdâ âşığın kalbini harap eder. Vecd, tâlibin rûhunu yakıp kül eder. Şevk dâimâ sevgiliden bahsettirir. Divânelik mahzun kalbi istilâ eder… İbrahim’in üzerinde aşk-ı kadîm zuhur ediverdi. İşte tam bu makamda iken Zühre yıldızının yüzünün güzelliği, sanki bir sâkî gibi,
“pâdişâh” ordusunun alayları arasında uzun eteklerini sürüye sürüye edâlı bir şekilde yürüyerek ona göründü. Her yer onun ışıklarıyla aydınlanıyordu. Sanki O’nun kemâl ayının bir hâlesi gibiydi. Nazar lisânı fikir anlayışına dedi ki:
“Eğer bu, muktedirlerin tasarrufu gibi kendi irâdesi gereğince yürüyebiliyor ve seçilmişlerin gezmesi gibi gök menzilleri arasında dilediği şekilde dolaşabiliyor ise ben de kalbimden gelen muhabbetin lisânı ile ona: İşte benim rabbim!” derim.
Fakat eğer hallerindeki sıkıntıları gideremiyor ise, başındaki hâli ile sonundaki hâli birbirini tutmuyor ve bu sebeple kaderin taht-ı tasarrufunda kalıyor ise, çeşitli hâdiseler onu da istediği yöne çeviriyor, kendine zarar veren hasmına karşı kendini savunmaktan âciz ise, o halde matlûb ondan başkasıdır; duâ edenin duâsına icâbet edendir, karşılık verendir.”
İbrâhîm, sanki ufûl/kayboluş atları iki saf olmuş da o, onların arasına sıkışmıştı. Ya da, birbirine hücûm eden iki ordunun arasında kalıvermişti!
(Yıldızlar) bir müddet göründükten sonra zulmet denizinde garkoldu. Ufuk mânâlarında sessizce kayboldu ve gizlendi.
Onun (Zöhre yıldızının) durumunun hakikati ibrâhîm (a.s.)’ın fikrinin nazarında açıklığa kavuştu. Bunun üzerine yakîn safâsının diliyle “Ben batardan sevmem” dedi.
Sonra ay, kemâl burcundan doğarak, güzelliğinin bütün parlaklığıyla yükseldi. Parlak ışıklarının ortalığı kaplamasıyla birlikte gökyüzü eyvanı aydınlandı. O ihtişâmlı devletinin gücüyle ışık ordularını etrâfa gönderdi. İbrâhîm (a.s.) dedi ki:
“Bu daha yüce bir sultan, bunun derecesi daha yüksek; eğer gidişâtı düzensizlik ve bozukluk gibi şeyler göstermezse, bir batıp bir doğmazsa… o zaman anlayış lisânımla bunun için ben de ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.
Onun o göz kamaştıran güzelliği de gizlilik ve görünmezlik perdesiyle ortadan kayboldu. Ufuk kudreti, onun aydınlığını kaptı ve güzelliğinin üzerine kapandı. Kader onun varlık belirtisini adem/yokluk kılıcıyla kesti attı. Engin denizin diplerine doğru perişanca boğulan biri gibi batıp git’ ti. Onun varlığına delil sâdece geride bıraktıkları kaldı da bunun üzerine İbrâhîm nebilerin tahkik lisânıyla şöyle dedi:
“Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse, ben gerçekten şaşkınlardan olacağım.”
Sonra ortaya aydınlık ordularının bütün heybetiyle birlikte güneş sultânı çıktı. Soğuk nefesleri ısıttı. Sıkıntılı göğüsleri ferahlattı. Uzayan bakışları rahatlattı. Aydınlık alaylarının otağlarını gök eyvanına kurdu. Parıltı taburlarının revaklarını fezâ ufuklarına yerleştirdi. Yüceliğinin süvârilerini de masmâvi bir elbise üzerindeki yaldızlı bir işleme gibi gök’ yüzüne saldı. Gezegenlerin ışıklan utançlarından dolayı onun izzet ve şe’ refi önünde secde etti. Doğuş ve batışın bütün yönleri onun heybetinin kemâline boyun eğdiler. Parlak yıldızların askerleri onun ihtişâmlı salvosu karşısında hezîmete uğradı. Akıp giden parlak aylar onun eşsiz güzelliği i yanında görünmez oldu. Îbrâhîm dedi ki:
“Bu en büyükleri, en azametlileri, en parlakları, en aydınlıkları, en yüceleri, en ihtişâmlıları… Eğer seyrinde, akıp gidişinde kahrın cezbelerinden i sağlam kalabilirse, gidişâtında değişim darbelerinden etkilenmezse, o zaman r ben de onun için sırrımda fikir lisânımla ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.”
Onun devleti de nakil ve taşınma karşısında hafif kaldı. Batıp kaybolma örtüsüyle o da gizlendi. Tagayyür/değişim kudreti onu da çekip götürdü.
Kader süvârîleri ona da saldırdı. Ufuk eyvanı onun kayboluşuyla birlikte karanlığa gömüldü. Şafak kuşağı semânın dört bir yanını dolanmaya başladı. îbrâhîm (a.s.)’ın itibârının hâkimi, ihtiyârının/seçiminin şâhidine şöyle dedi:
“Vasıfları sürekli değişen bir devlet gördüm; bu devletin kendinden hâriç bir ‘pâdişâh’ı olmalı. Sapasağlam işleyen bir memleketin, onu çekip çeviren, idâre eden bir Mevlâ’sının da olması gerekir.”
Zümrütten bir eyvan… Lâcivert bir renk… Kudret masmâvi düzlüğün üzerine yıldız cevherlerini döşeyiverdi. Hikmet eli o düzlüğün aşağı taraflarını bulut örtüsüyle örtüverdi. Ve karanlık bir gece… Dalgaları birbirine vuran denizin kabarması gibi… Dolunayın yüzü gibi aydınlık bir gündüz… Üzerine hikmet yorganı örtülmüş ve sağlam yapısıyla kıdemin/ ezelin sübûtuna işâret eden bir yatak… Ezel, hâtırların çözebileceği şeylerden değildir ki!… Araz ve cevherin niceliğine de girmez. Tevhîd lisânı, anlayış insafıyla İbrâhîm’e dedi ki:
“Ey halîl! Hareket ve sükûn; görünürlük ve gizlilik, renkler ve varlıklar, asıllar ve teferruatlar, tavâlî/doğuşlar ve levâmî/parıldamalar… Bunların hepsi ademden/yokluktan sonra, ezel irâdesinin kudreti ile inşâ edilmiş olan şeylerin vasıflarıdır. Ezelî fiilleri kendi fiillerinle mukâyese etmeye kalkışma. Akıl gözüne görünen şeyleri ehadiyetin vasıflarına örnek gösterme!”
Sonra ezel münâdısi, kerem ve lütûf lisânıyla ona şöyle seslendi:
“Ey Îbrâhîm! İzzet cânibine doğru yürü. Kudret perdelerine yapışmaya bak. Ehadıyet celâlinin himâyesine teveccüh et. Ezelî kemâlin kapısında bekle. Memleketini yönetmede Ferd/Bir olan Hâlık’ı maksat edin. Vâhid olan ve mahlûka benzerlikten münezzeh olan Rabb’e ibâdet et. O’na olan yolculuğunda ve itimâdında ilk ayağını O’nun şirkten berî olması tepesine, ikinci ayağını ise ‘Ben yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm’ zirvesine bas.”
Ibrâhîm (a.s.) arzusuna nâil olmanın sevinciyle dedi ki:
“Kendisine itiraz yolu olmayandan yüz çevirme daha ne kadar sürecek?! Nâfile ve farzlarda kesin ve yeryüzü boyunca apaçık hüccet/delil sâhibi olan için bu kadar geri durmalar niye?! Ben yüzümü, gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm.”
Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)