Güzellik ve Aşk
Çirkin ve kötü yok!”
Hallaç
Bir müslüman sanatçı, “güzellik” deyince, mutlak güzelliğin görünen âlemdeki içkinliğini (immanent oluşunu) anlar. Giriş’te de belirttiğimiz gibi, sözgelişi gül’ün güzelliği kendiliğinden olmadığı gibi, bizim onda kendimizi yaşamamız da değildir. Gülün güzelliği, kısaca ifade etmek gerekirse, “cemal” sıfatının ondaki görünüşüdür (tecelli). Sufılere göre, gizli bir hazine (kenz-i mahfî) olan Allah, yokluk aynasında tecelli ve kendi güzelliğini temaşa etmiş, aşkın bu ilk parıldayışı onun isimlerinin ve sıfatlarının çokluğunu sağlamış, böylece âlem yaratılmıştır.
“Küntü kenzen mahfiyyen” diye başlayan ünlü kutsî hadis, sufilerin elinde başlıbaşına bir estetiğin temelini teşkil etmiştir. Allah’ın bilinmeyi istemesi aşk’tır; aşkla kendini beğenen Allah’ın güzelliği, bütün güzellik türlerinin kaynağıdır. “Allah güzeldir ve güzeli sever” hadisini de bir çerçevede yorumlayan İbn Arabî, bütün aşkların temeli ve sebebinin de güzellik olduğunu söylemektedir. Aşk, evrenin özünde vardır ve bütün şeylerdeki ilk hareket ettiricidir; herşeyi “en güzel”in, “mutlak güzelin elde edilmesine yöneltir. “Göklerin dönüşünü aşkın dalgalarından bil’’ diyor Mevlânâ, “aşk olmasa idi, dünya donar kalırdı” (M, V/b. 3834).
İbn Arabi’ye göre, Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının çokluğunu sağlayan aşk, İlahîdir; Allah’ın aslî sevgisidir ve diğer bütün aşk türlerinin -mutlak güzelliğin bütün güzellik türlerinin kaynağı olması gibi- kaynağıdır. Allah, kendini sevmekle, zatında gizli olan şeylerin ayn* (idee)larını da sevmiştir. Bunun için şeyler, çeşitli şekillerde tezahür eden bir aşkla yüklenmişlerdir. Esasen ayn’ların sevgisi, Allah’ın yaratıcı sözünü, “ol” emrini işittikleri zaman başlamıştır.
İlahî aşktan kaynaklanan, fakat mahiyeti itibariyle ondan farklı olan ruhanî ve tabii aşklar ise, İbn Arabî tarafından şöyle anlatılmaktadır: Ruhanî aşk, sevenle sevilenin aslında bir oluşunun idrakidir. Yani gaye sevilenin maddî varlığı ve cismanî lezzetler değil, sevilende aslî sevginin yani birliğin idrakidir ki, doğrudan doğruya • İlahî aşkla bütünleşmeyi sağlar. Mecnun’un Leylâ’ya aşkının bu türden bir aşk olduğunu söyleyen İbn Arabî, ruhanî aşkı, âriflerin belirli bir aşk objesi tanımayan gerçek aşkı olarak tarif etmektedir.
Mevlanâ da, Leyla ve Mecnun örneği üzerinde zaman zaman durmuş, mesela Fîbi Mâfih’de, kendisine Leylâ’dan daha güzel kadınların bulunduğunu söyleyenlere verdiği cevabı şöyle yorumlamıştır:
“Dedi ki Leyla’nın şeklini sevmiyorum ki ben; Leyla bir şekil değil. Elimde bir kadehe benzer Leylâ.Ben o kadehle şarap içerim. Şu halde ben içip durduğum o şaraba (mutlak güzelliğe) aşığım. Siz kadehi görüyorsunuz şaraptan haberiniz yok. Bana altınlarla bezenmiş, mücevherlerle süslenmiş kadeh sunsalar, fakat içinde sirke olsa, yahut şaraptan başka bir şey bulunsa, ne işim var o kadehle benim. İçinde şarap olan eski, kırık bir kabak o kadehten, hatta o kadeh gibi yüzlerce kadehten daha iyidir bence. Fakat şarabı kadehten ayırabilmek için bir aşk, bir şevk gerek.”
Mevlânâ’nın Mecnun ağzından söylediği bu düşünceler, sufilerin genel olarak paylaştığı, güzelliğin ve çirkinliğin izafiliği görüşüne de açıklık getirmektedir. Sufiler, tek tek nesnelerde ne güzelliği, ne de çirkinliği objektif bir değer olarak kabul ederler. İbn Arabi, Füsııs’da “Çirkinde de, güzelde de Allah’ın rahmeti vardır. Çirkin kendi nazarında güzeldir. Güzel de çirkinin nazarında çirkindir. Şu halde varlıkta herhangi bir mizaca göre çirkin olmayan bir şey yoktur. Bunun aksi de böyledir” diyor. Mevlânâ, size çirkin görünen bir şeye onu sevenlerin gözüyle bakarsanız, çirkinliğin mutlak bir değer olmadığını anlayabileceğinizi söyler: “O güzele kendi gözünle bakma; arananı arayanın gözüyle gör. Hatta ariyet olarak ondan bir göz, bir görüş al da onun yüzüne, onun gözüyle bak” (M, TV/b. 72-73).
Tek tek nesnelerde objektif olarak güzellik ve Çirkinlikten söz edilemezse de, bütün görünen âlem, son tahlilde, ilahı güzelliğin tecellisinden ibaret olduğu için, sufiler, aslında âlemde mutlak güzellikten başka birşey olmadığı düşüncesindedirler. Abdülkerim Cilî, âlemde çirkinlik namına ne varsa hepsinin i-tibarî olduğunu, mutlak çirkinlik hükmü kalkınca da geriye mutlak güzellikten başka bir şey kalmayacağını söyler. Birinin çirkin dediği nesnede, bir başkası pekâlâ güzellikler bulabilir. Çünkü güzel olan, sevilendir.
Aşk dediğimiz, bir çeşit “einfühlung” gibi anlaşılmaya müsaitse de, aslında biz çok farklı bir şeyden söz etmekteyiz. Çünkü einfühlung objede kendi kendimizden duyduğumuz haz demektir. Aşk ise, öncelikle ben’in aradan çekilmesini gerektirir. Tasavvufî sembolizmde “mest”, “sermest”, “esrük” gibi kelimelerle ifade edilen sarhoşluk hali, süjenin aşkla kendi benliğinden kurtulması, pervane gibi mumun ateşine atılmasıdır. “Pervane uçtu, döndü, eritti kendini. Resimsiz, cisimsiz, ünvansız hâle geldi. Artık ne için dönecekti şekillere? Vuslattan sonra hangi hâl vardı ki döne?” (Hallaç)
Worringer’in “soyutlama içtepisi” dediği, aslında Nietzsche tarafından daha güçlü bir biçimde sezilen, görünenlere dalan ve temelinde bulunanı araştıran sanatçının dionizik coşkunluk halidir. Aşk ateşidir. Gaye “Öz-Bir”e, asıl yurda kavuşup şikâyet edilen ayrılıklardan kurtulmaktır.
Müslüman sanatçıların eserlerine çok zaman imza atmamaları, atsalar bile “el-fakir”, “el-hakîr” gibi sıfatlan kullanmaları yahut asıl adlarını mahlasların arkasına gizlemeleri, anlatmaya çalıştığımız bu sanatçı davranışının bir neticesidir denilebilir.
Beşir Ayvazoğlu,İslam Estetiği