Gece Yürüyüşü: Miraçtaki Sır
Allah Resulü (sav), “gece yürüyüşü”ne dair bilgiyi başkalarından saklaması gerektiğine, çünkü ona inanmayacakları ve kendisini alaya alacaklarına dair uyarıyı işittiğinde, bunun öyle olacağım herkesten daha çok biliyordu. Buna rağmen, Allah’ın adına ant içerek durumu tebliğ edeceğini bildirmişti. Bu, bir meydan okuma tavrıydı. Ve aynı zamanda, içinde yaşadığı toplumun [ durağan değerlerine bir başkaldırıyı içeriyordu. Çünkü Allah’ın bildirisi, Resulü’nün (sav) de içinde yaşadığı toplumu ve dünyayı, bir başından öbür başına sarsacak uyarılar ve işaretlerle doluydu.
Ama biz burada konunun biraz farklı bir yönüyle ilgileneceğiz. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar “yürütülmesi” ve oradan da miracın gerçekleştirilmesi olayı başkalarına bildirilmekle bir sırrın ifşasına mı meydan verilmiş oluyordu? Miracın ifşa edilmesi, açıktır ki, aynı zamanda Allah ile kulu arasında vuku bulan bir sırrın açıklanmasını da tazammun ediyordu. Bu sır ifşa edilmemiş olsaydı, kimsenin böyle bir olaydan haber olmayacaktı. Fakat böyle olmakla birlikte sırrın özü gene de sır olarak muhafaza ediliyordu. İfşa edilen, sırrın sır olarak muhafaza edilen içeriği değildi; ifşa edilen, sır olarak gerçekleştirilen olayın kendisiydi. O günden beri bu olay üzerine yürütülen tartışmaların kesintisiz sürmesi, aslında, sırrın sır olarak muhafaza edilen yanıyla ilgilidir. Miracın bedenen mi, yoksa maneviyat âleminde mi gerçekleştirilmiş olduğuna dair tartışma, olayda sır olarak saklanan içerikle ilintilidir.
Böylece, bir sırrın hem ifşa edildiğini, hem gizli tutulduğunu ileri sürmüş oluyoruz. Fakat böylece de kendimizle bir çelişkiye düşmüş olmuyor muyuz?
► Allah Resulü’nün (sav) “ilân edeceğim” diye meydan okuduğu husus, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülüp orada namaz kıldığına dair bilgidir. Bu işin nasıl olduğu bir sır olarak bırakılmıştır. Hikmet de, iman noktasından burada ortaya çıkıyor. Durum herkes tarafından bilinebilir ve kabul edilebilir bir düzlemde ifade edilmeye müsait olsaydı, imanın hikmeti ortadan kalkardı. Oysa iman olgusunun kendisi bir sınama/sınanma- dan ibarettir. Olay, iman eden için kendi gözüyle gördüğünden daha bedihidir; iman etmeyen içinse, gözüyle gördüğü bile yanılsama (illüzyon) mesabesinde kalır. Sır da zaten, bu noktada odağım buluyor.
Burada, sırrın iki yüzü olduğu görülüyor. Biri, onun dış yüzü: Ortada bir sırrın var olduğunun bilinmesi; öteki de o sırrın içeriğidir. İfşa edilen, sırrın var olduğuna dair bilgidir; saklanansa onun içeriği. Burada içerikten anlaşılması gereken de miraçta vuku bulan mükâleme değil: Bu mükâlemeden bilinmesi gerektiği kadarı zaten bildirilmiştir. Sır olarak saklanan husus, miracın nasıl vuku bulduğuna dair olan bilgidir. Bu bilgi, zaten belki bizzat miracın sahibi için de sır olarak bırakılmıştır. Her ne kadar “gece yürüyüşü”nde Cebrail’in, Burak’ın, Ref- ref’in (hepsine selam olsun) aldıkları pay (rol) anlatılmış olsa da, bu anlatım betimleme düzleminde bırakılmış ve aslında asıl sır da bu suretle şifrelenmiştir.
“Gece yürüyüşü”, aslında bütün yönlerin yittiği ve yönsüzlüğün başladığı, dolayısıyla mekânın ve gene dolayısıyla zamanın ortadan kalktığı bir ortamda gerçekleştiriliyor. Kıble, içinde yaşadığımız dünyanın şartları çerçevesinde gereklidir. İnsan, bu dünyanın şartlarına tabi olarak yaşıyorsa/yaşadığı sürece, yönünü sabit bir kıblenin mihverinde belirler. Yönünü kıblesine dönerek yolculuğunu başlatır. Daha baştan yönün belirlenmesi gerekmektedir. O kadar ki, yön belirlenmeden yola çıkmak ancak şaşkınlara mahsus bir davranış biçimi olarak ortaya çıkar. Bu dünyanın çerçevesi içinde belirlenmesi gereken yön, aslında, kozmik düzlemde bakıldığında hiçbir şey değildir, bir hiçtir. Ama bu dünyanın şartlanma bağlı olarak yaşayan faniler, bütün yönlerin aynı yöne ulaştığını görüp anlayıncaya, bu olgunun künhüne vâkıf oluncaya kadar, belli bir yön kıblenin tayini husufunda nirengi noktası olarak kabul edilmeli veya onların adına bu nirengi belirlenmelidir. Belki de bu nedenle, iki mescit arasmda gece yolculuğuna çıkarılmış olan Kul’a, mescitlerden önce biri, sonra öteki kıble olarak tayin edilmiştirın
Harekât, bu dünyada ve bu dünyanın şartları içinde başlatılmaktadır. Öyleyse, harekâtın komutanı, bu dünyaya, avucunun içinde tuttuğu bir avuç toprak parçası kadar hâkim olmalıdır. Ve gene onu aynı zamanda bir yumurtayı her tarafından görebildiği gibi, açık ve pürüzsüz bir biçimde görebilmelidir. Yön tayininin bu dünya için gerekli olduğunu söylüyorsak da, yön tayini için gerekli olan sezgi (ortssinn) kozmik düzlem açısından da gereklidir. Her şeyin yerli yerinde (tam olması gerekti-ği yerde) görülebilmesi, dahası gözle görülmediği zamanlarda da görülüyormuş gibi yerinin tayin edilebilmesi ve bunda şaşırılmaması, şaşkınlığa düşülmemesi, sözü geçen duygunun sıhhatiyle bağlantılıdır. Bu duygûya sahip olanlar bakımından gecenin karanlığı nasıl ki yönün tayininde engel oluşturmazsa, günün aydınlığı da gözleri kamaştırıp görmeyi önlemez. Görmeyi sağlayan iç’in aydınlığıdır.
Gözle hakikat arasında, rivayet olunur ki, her biri yetmiş bin yıllık yol olan yetmiş bin perde vardır. Ve gene perdelerin arasındaki mesafe de yetmiş bin yıllık yoldur. Bütün yönlerin kaybolduğu veya bütün yönlerin aynı yöne kavuştuğu, başka bir söyleyişle hiçbir yönün bulunmadığı kozmik âlemin ortasında, gene de hakikatin durduğu yere ulaşabilmek için, arşın ve kürsînin, yer aldığı ayakların altından kaymadığını, sabit durduğunu hissetmek gerekiyor. Bu his, ancak yönün hedefinden sapıtmadığına dair taşman bilinçle mümkün kılınabilir. Her ne kadar bütün yönlerin aynı olduğunu ve aynı hakikat kapısına ulaşacağım kabul ediyor olsak da, yön duygusunun yitirilmesiyle sürçmeye maruz kalmak mümkündür. Böyle bir ihtimalle insan dehşete düşebilir. Akıl zail olabilir. Ve kul, o anda, kürsîden düşecek gibi olabilir. Üstelik bütün bunlar, artık, yönün ve mesafenin ortadan kalktığı bir ortamda vuku bulabilir.
[Gene de Kul (sav), oradan, kürsîden düşmeden, ayağı sürçmeden durabilmişse, durabiliyorsa, bu, ancak kendisine sunulan rahmetten bir damlanın yüzü suyu hürmetinedir Bunu bilmek gerekiyor; Böyle bir rahmetle bu dehşet anlan atlatılınca, evvelin ve ahirin ilmi keşfe açılıyor: îşte o anda dehşet kaldırıldığı gibi, perde ve perdeler de aralanıyor. Yerini ferahlık ve doygunluk duygusu alıyor. Hakikatle göz göze geliniyor, “ayn-el yakîn” hâsıl oluyor: Orada kelimeler (lafız) de yok oluyor.
O yakınlıkta bütün perdeler zail oluyor. Orada Kul, hakikatle karşı karşıya durmaktadır. Bir mükâleme gerçekleşiyor: harfsiz, sessiz, kelimesiz ve dolaysız! Yaratı- cı’dan, Kul’una seslenişi şöyle aktarılıyor:
-Esselâmu aleyke eyyuhennebiyyu ve rahmetulla- hi ve berekâtuh!
Kul’un cevabıysa şöyle biçimlenmiş:
-Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillahis sâlihın!
Ama bu konuşmada yer alan bu sözlerin tarafların dışında kalan bizlere, biz “dünyalıklara” bir tercüme olduğunu kabul etmeliyiz. Kelimesiz, harfsiz, hecesiz ve sessiz gerçekleştirilen bu konuşmanın ancak “üçüncü kişiler”in anlamasını sağlamak bakımından zikredilen ’ kelimeler hâlinde biçimlendirildiği telâkkisi yerinde olacaktır. Sözü geçen karşılaşmada Yaradan ile Kul’u arasındaki bütün perdelerin (hicapların) yakıldığı, ortadan kaldırıldığı beyan edildiğine göre, bu perdelerden bir perde olan kelimenin (lafzın) de kaldırılmış olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Deniyor ki, “o anda” bir büyük ayna peyda oldu ve gönül gözü aynasından Yaratıcı’nın “cemal-i bîzevali” anlaşılmayan ve anlatılmayan bir şekilde Kul’una tecelli etti. Karşılaşma böyle vaki oldu: selâmlaşıldı.
Çıplak hakikat hiçbir kelimenin dolayımından geçilerek kendini ifade etmeye müsaade etmiyor, Kelimelerin dolayımından geçilerek ifade alanında biçimlenen hakikat, aslında, kelimelerin perdesi arkasına gizlenmiş, kelimelerle örtülmüş hâlde gelir. Kullanılan her kelime t hakikatle onun müşahidi araşma “mesafesi yetmiş bin yıllık yol olan” bir perde koyar. Oysa bu “buluşma” dan maksat, zaten perdenin ortadan kaldırılması maksadına matuf değil midir? Buluşmanın ve konuşmanın kelimesiz olarak gerçekleştirildiğini kavradığımız anda, aslında selamlayanın da selamlananın da aynı zat olduğunu kavrayabilir hâle geliriz. Çünkü yaratıcısı karşısında yaratılmış olan sadece Kul’un kendisi değildir, kullanılan kelimeler de Yaratıcı’nın eseridir. Kelimesiz konuşan da, sonra bu konuşmayı kelime hâlinde biçimlendiren de, onu yaratan zatın eseri olarak ortaya çıkıyor. Delilin de, delalet edenin de, medlulün de adresi daima aynı “noktada” birleşiyor.
“Miraç, insanın, ait olup da koptuğu yeri ziyaretidir” de denebilir. Oradan bakınca, içinde yaşadığımız dünyanın hakikatle insan arasında nasıl bir perde olduğu, insanı nasıl körleştirebildiği ve bu dünyanın gerçek değerinin ne olduğu müşahede edilmiştir diye düşünüyoruz. Ve asıl şu nokta üstünde durulmalıdır: Miraçta, sı- layırahimin gerçekleştirildiğini söylediğimizde Kul’un kopup ayrıldığı yerin bu dünya olmayıp “hakikat âlemi” olduğu ve bu dünyanın iğreti olduğu, belki bir misafirhane mesabesinde bulunduğu, gerçek yurdun ötede bulunduğu da anlaşılabilir hâle geliyor. Böylece bu dünyadan kopma, başka bir düzlemde, bir kavuşmanın eşanlamı oluyor: Kopmayla kavuşma özdeşleşiyor. Miraçla, Kul’un bir defa olsun fizik olarak (ruhuyla, bedeniyle) bu dünya şartlarından kopması öngörülmüştü. Ona eninde sonunda bu dünyanın bir parçası olarak yaşadığı yerden (Çünkü bedenin malzemesi bu dünyanın balçığından başka ne ki!) kopabileceğini ve ona bağımlı olmaksızın da yaşayabileceğini göstermek gerekiyordu. Kul’un göklerde karşılaştığı harikalar karşısında dünya, ancak layık olduğu, layık olabildiği bir değerle ölçümlenebiliyordu ve bu ölçümün imkânı elde ediliyordu. Ama Kul, dönüşünde, gene de bedenen bu dünyanın şartlan içinde yaşayacaktı. Çünkü kul olmanın şanı buydu. Kul olmanın şanı, gökte Yaradan’a olan teslimiyet ve biatini tazelemeyi gerektirirken; yeryüzünde fethin (cihadın) yolunu açmayı öngörüyordu.
Allah Resulü (sav) “gece yürüyüşü”nün hitamında, o gece Kudüs’e gittiğini ve orada namaz kıldığım bildirince, evinde kaldığı yeğeni Ümmü Hani, “Ey Allah’ın Resulü, bunu başkalarına söyleme, çünkü onlar sana yalancı der ve seninle alay ederler” deyince, o da şu cevabı verir: “Vallahi bunu herkese söyleyeceğim!”
Anlatılamaz ve inanılamaz olan, kimi zaman, böylesi bir meydan okuma tavrıyla anlatılabilir hâle gelir. Ve böyle bir meydan okuma tavrı anlatılamaz ve inanılamaz olanı anlaşılabilir ve inanılabilir kılar. Böyle durumlarda özür dileyici ve alttan alıcı bir tavrı benimsemek, belki de, inanılması ve anlaşılması gerekeni, inanılmaz ve anlaşılmaz kılardı.
Dikkat edilmiş olacağı gibi, sırla temastan bahsediyoruz, sırra vâkıf olmaktan veya ona nüfuz etmekten söz açmıyoruz. Çünkü burada sırrım açması söz konusu olan Yaradan’dır. Kul’un sırrı Yaradan’a zaten malûmdur. Kul’a sırrım açan, daha doğrusu sırrı ile temas imkânını bahşeden Yaradan’dır. Ama Kul’un o sır ile doğrudan temas imkânını bulması, bulabilmesi, kendi zırhını, kabuklarını soyması; soya soya kendi özüyle baş başa kalması, olayın Kul nezdindeki görüntüsüdür. Kul’un nihai safhada kendini soya soya kendi özünden ibaret kaldığı anda, belki işte tam o anda sır ile temas, yani kavuşma, yani vuslat sağlanıyor. Ama vuslat gene de sırrın özünde, onun özniteliğine nüfuz edememek anlamına geliyor ve bunu bilmek gerekiyor.
Rasim Özdönören – Hadislerin Işığında Hz.Muhammed,syf.32-39