Gazâlî’nin Döneminin Fizik Bilimine Yaklaşımı ve Bugün İçin Ondan Öğreneceklerimiz
Ekrem Demirli
Miladi 1111 yılında İran’da ölen Gazâlî, İbn Sînâ (öl. 1037)’nın bilimsel (wissenschaftlichen) fizik öğretileri ile ayrıntılı olarak meşgul olan, döneminin en etkili din adamlarından biriydi. Gazâlî, hiç kimsenin öğretisinin bir bütün olarak mahkum edilmemesi gerektiğini defaatle vurgular. Daha ziyade kişi, bir öğreti sisteminin doğruluğunu ya da yanlışlığını değerlendirmeye geçmeden önce ona aşinalık kesbetmelidir. Bunun dışında kalan her şey, Gazâlî’ye göre, kişinin sonuç alamadığı bir girişim ya da bizim deyimimizle: Hedefini şaşıran ve sürekliliği olmayacak olan [beyhude] bir uğraştır. Otobiyografisi El-Münkızü min-eddalâl’de Gazâlî, İbn Sînâ’nın felsefi öğretilerinden çıkarılabilecek faydaları dile getirirken, bu öğretilere bütünüyle bağlanmanın doğuracağı zararlara da dikkat çekmiştir. İbn Sînâ’nın fizik öğretileri bu çerçevede bütünüyle olumlu değerlendirilir.
Bilimsellik genel olarak büyük faydalar sağlar, bu yüzden İbn Sînâ’nın öğretileri topyekûn [yalnış olmakla] mahkum edilmemelidir. Aslında felsefi bilimselliği basitçe reddetmek son derece zararlı olabilir, [zira] örneğin insan dinî motivasyonlarından dolayı güneş tutulmasının ayın, güneş ile dünya arasına girmesiyle açıklanabileceğini reddedebilir. Ve her kim bu açıklamayı reddederse, Gazâlî’ye göre kendini gerçek bilim adamlarının gözünde gülünç duruma düşürür, çünkü bu olayın öyle olduğu astronomi alanında kanıtlanmıştır. Fizik ve bilimin sağladığı bilgileri reddetmek, din adamlarının, bilim adamlarının gözünde salahiyetlerini kaybetmelerinin en doğrudan yoludur. Din adamları İbn Sînâ’nın felsefi öğretilerinin hangilerinin doğru, hangilerinin yanlış olduğunu çok daha kesin bir biçimde ayırt etmelidir.
Gazâlî’ye göre, fizikteki ve metafizikteki öğretilerin doğru olanları, her şeyden önce kanıtlanabilir olanlarıdır. Gazâlî, kanıtlanabilir olan her şeyin din adamları tarafından da kabul edilmesi gerektiğini ve bu öğretilerin İslam öğretisinin bir parçası olması gerektiğini çok açık bir şekilde ifade eder. İbn Sînâ ve Gazâlî’ye göre örneğin Allah’ın bedene sahip olmayabileceği metafizikte kanıtlanmıştır. Vahiylerde bu anlama gelen bütün kısımlar –mesela vahiyde “Allah’ın eli”nden bahsedilmesi– mecazi olarak değerlendirilmeli (te’vîl), Allah’ın büyük kudretini temsil eden metaforlar olarak tefsir edilmelidir.
Kabul edilmesi gereken bu tür kanıtlanmış öğretilerin dışında, kanıtlanmamış ve İbn Sînâ ve takipçileri tarafından ileri sürülen birçok öğreti de bulunmaktadır. Gazâlî’nin [bunlara karşı] tepkisi farklılıklar gösterir ve hepsini topyekûn mahkum etmez. Daha ziyade o her öğretiyi ayrı ayrı, dikkatlice incelemeyi öğretir. Din adamları çok dikkatli davranmalı ve hükümde bulundukları durumların ayrıntılarını titizlikle incelemelidir. İbn Sînâ’nın, özellikle metafizik alanında, Gazâlî’nin bütünüyle reddettiği, ispatı mümkün olmayan öğretileri de bulunmaktadır. Bununla birlikte, kabul ettiği öğretilerin yanı sıra, ufak değişikliklerle kendi öğreti sistemine kattığı üçüncü bir öğreti grubu da vardır. Bu son saydığım öğreti grubu, bana göre en ilgi çekici gruptur. Gazâlî, mesela kâinat tasavvurunu ve onun nasıl yaratıldığını ve Tanrı’nın yarattıkları ile ilişkisi hakkındaki bütün fikirlerini İbn Sînâ’nın kozmolojisinden almış, fakat onu tek bir yerde değiştirmiştir. Yaptığı bu tek değişiklikle Gazâlî, kendine göre İbn Sînâ’nın metafizikte yaptığı bütün yanlışları bir kerede düzeltmiştir. Gazâlî’ye göre, İbn Sînâ’nın yanlış öğretileri de gerçeğe çok yakındır.
Gazâlî bu düzeltmeden, en zor kitaplarının biri olan Nurlar Hazinesi (Mişkâtü’l envâr) kitabında, birçok yorumcunun başını ağrıtan bir pasajda bahseder. Bu bölüm, kitabın sonunda yer alan ve “Hicap bölümü” olarak adlandırılan bölümdür. Burada Gazâlî, Allah’ın hicaplar aracılığıyla kendini insanın anlayışından çektiğini tasvir eder.
Gazâlî’ye göre insanın Allah’ı kavramasını engelleyen en kalın hicap karanlık hicabıdır. O kadar kalın olmayan bir diğer hicap ise nur ve karanlığın karışımından oluşan hicaptır. Gazâlî bu sayfalarda bazıları isimleriyle tanımladığı dinî gruplara ilişkin bir rakam vermektedir. En ince hicap ise safi nurdan oluşur.
Tanrı’yı hakkıyla tanımak ile aralarında sadece nurdan bir hicap olan bu gruplardan üçü, Gazâlî’ye göre çok üst bir mevkiye ulaşmıştır ve bunlar en üst derece idrak sahibi kişilerdir. Buradan öteye sadece Allah’ı gerçekten idrak edebilen kişiler geçebilir, ki bu kişilerle Gazâlî kendisini ve kendisinin eğittiği talebelerini ve takipçilerini kasteder. Gazâlî, Tanrı ile aralarında sadece nurdan hicap olan bu üç grup ile tam olarak kimi kastettiğini [açıkça] söylemez. Ben, Mişkâtü’l envâr’deki “Hicap Bölümü”ne dair yorumumda, Gazâlî’nin bahsettiği bu üç grubu, diğer eserlerindeki pasajlarla karşılaştırdım ve bu üç grup ile filozofları tasvir ettiği kanısına vardım. Gazâlî burada felsefenin çok kısa bir tarihini yazar. Her yeni gelen filozof grubu, bir önceki grubun kâinat ve yaratıcı hakkındaki görüşleri konusunda daha iyi durumdadır. Mesela ilk grup, yaratıcının bir bedeni olmadığı ve sıfatlarının insanların aynı adı taşıyan sıfatları (konuşma, arzu veya güç gibi) ile tamamen farklı olduğu çıkarımını yapmıştır.
Fakat sadece tek bir sema olduğunu düşünerek hataya düşmüşlerdir. Aristoteles ve takipçileri bu hayatı düzeltmiş ve semada çok sayıda kürelerin olduğunu ve hepsinin birbirinden farklı olarak dünyanın etrafında döndüğünü tespit etmişlerdir. Bu görüş elbette Kopernik’ten önceki dünya resmidir ve Gazâlî dünyanın kâinatın merkezinde olduğu bir kozmoloji tasviri yapmaktadır. Bu kâinatta dünyanın etrafında dönen dokuz ana küre (felek) mevcuttu. O zaman bilinen beş gezegenin her biri bu feleklerden birine bitişikti. Ay ve güneş de birer feleğe sahipti. Sabit yıldızların felekleri de bunların hepsinin üstünde bulunuyordu. En üstte de, hiçbir gök cismine bağlı olmayan en yüksek felek bulunuyordu. Bu da feleklerin feleği (felek el-aflâk) olarak adlandırılıyordu.
Gazâlî, Aristoteles’e, kâinatın bu tür feleklerden oluştuğunu anlamış olduğu hususunda hak verir. Gazâlî’ye göre Aristoteles, perdeleri nurdan oluşan ikinci gruba dâhildi, çünkü bu kişiler için Tanrı, “birbirine en uzak gök cisimlerini hareket ettiren ve hepsini semavi feleklerle örten” idi. Bu da Aristoteles’in en uzak gök feleklerini hareket ettiren, [kendisi] hareket etmeyen Tanrı kavramına belirgin bir atıftı.
Ancak Aristoteles nihayetinde hareket etmeyen hareket ettirici düşüncesinde yanıldı. Bunu ise İbn Sînâ, Gazâlî’nin Mişkâtü’l envâr adlı kitabındaki felsefenin kısa tarihi kısmına göre, daha sonra anladı. İbn Sînâ’ya göre Tanrı hareket etmeyen bir hareket ettirici değil, varoluşu sağlayan idi. Gerçek Tanrı bilgisi ile aralarında sadece safi nur perdeleri bulunan üçüncü ve son grup ise, Aristoteles’in hareket etmeyen hareket ettiricisinin Tanrı değil, Tanrı’ya hizmet eden, ast bir mahlûk olduğunu öğretti. İbn Sînâ’ya göre gerçek Tanrı, Aristoteles’in hareket etmeyen hareket ettiricisinin bir aşama üstüydü. İbn Sînâ’ya göre Tanrı ilk hareket ettiriciye talimat verendi. Bununla birlikte İbn Sînâ, Aristoteles’in bütün kozmolojik sistemini kabul etti ve daha sonra onu bir seviye yukarı taşıdı. Böylece, sadece bu dünyadaki hareketin ve değişimin nasıl meydana geldiğini açıklamış olmadı (bunu Aristoteles hareket etmeyen hareket ettirici fikri ile zaten yapmıştı), ayrıca ilk hareket ettirenin üzerinde bulunan, varlık veren yaratıcı aracılığıyla her şeyin nasıl varlığa geldiğini de açıklamış oldu.
Gazâlî’ye göre, bu varlık veren yaratıcı İbn Sînâ’nın öğretilerinde yine de hakiki Tanrı değildir. Bu ise, ancak daha sonra gelen (vâsılûn) müritleri tarafından anlaşılmıştır. Bu da hâlihazırda bahsedilen üç gruba eklenen dördüncü bir gruptur. Bunlar ile Tanrı arasında hiçbir hicap yoktur. Onlar İbn Sînâ’nın Tanrı’sının hakiki Tanrı olamayacağını anlar, çünkü bu yaratıcı “kusursuz birlik” (arab. vahdânîye mahde) değildir. Bunun neden böyle olduğunu hususunda Gazâlî, “O öyle bir sırdır ki, açığa çıkarmak bu kitabın kabını parçalar.” demiştir. Ancak Gazâlî, hakiki Tanrı’nın İbn Sînâ’nın Tanrı’sına nispetinin, tıpkı İbn Sînâ’nın Tanrı’sının Aristoteles’in Tanrı’sına nispeti gibi olduğunu söylemiştir. Gazâlî İbn Sînâ’nın kâinat anlayışına, tıpkı İbn Sînâ’nın Aristoteles’in kâinat anlayışına yaklaştığı gibi yaklaşır: Bu kâinatı bütünüyle kabul eder, ancak en üstüne yaratıcı bir seviye daha ekler. [Böylece] İbn Sînâ’nın Tanrı’sı, gerçek Tanrı’nın onun üzerinde durduğu ve onu yaratıp ona vücut verdiği bir mahlûk olur.
Gazâlî için bu çözüm sadece İbn Sînâ kozmolojisinden çıkan pek çok sorunun çözümü değil, aynı zamanda çok zarif (elegant) de bir çözümdür. Gazâlî böylece İbn Sînâ’nın takipçileri ile kâinatının detayları, yani fizik üzerine tartışmak zorunda kalmaz. Onların fizik öğretilerini bilimsel olarak kanıtlanmış kabul eder. Kabul etmediği şey ise, bilimsel metotlarla bulunan şeylerin metafizik ve teolojik yorumlarıdır. Bilimsel bir fizikçi olarak İbn Sînâ, Gazâlî’nin Tehâfütü’l felâsife adlı kitabında belirttiği gibi, fizik biliminde hakikati bulmuş olabilirdi, ancak onun metafizik öğretileri yanlıştı. Gazâlî, İbn Sînâ’nın fizikî kozmolojisini kabul etmiş, ve buna ilk bakışta küçük görünen fakat etkili bir ekleme yaparak İbn Sînâ’nın metafizikte yaptığı hataların zarif bir şekilde düzeltilebileceğini göstermiştir.
Peki bütün bunlar zamanımızın fizik bilgilerine yaklaşımımızda bize ne öğretebilir? Her şeyden önce, bu bilim dallarında yeterince ikna edici bir şekilde yapılan açıklamaların din adamları tarafından tereddütle karşılanmaması gerekir. Gazâlî’nin düşüncesine göre, bilimsel olarak kanıtlanmış her şey dinde de geçerli olmalıdır. Bugün [çeşitli] bilim dallarında artık kanıtlamanın yerini ikna edici açıklamalar almıştır. Sözgelimi büyük patlama teorisi (Big Bang) kâinatın oluşumu hakkında son derece ikna edici bir açıklama sunar. Gazâlî bu teoriyi hâlâ sorgulayan bilim adamlarının gülünç duruma düşeceğini düşünürdü.
İkinci olarak Gazâlî, ilk bakışta dinî öğretilerle çakışır görünen İbn Sînâ’nınki gibi bilimsel olarak kanıtlanmış kozmoloji öğretilerinin ikna edici ve zarif bir şekilde bilgi kuramı çerçevesinde kanıtlanabileceğini öğretmiştir. Aristoteles ve İbn Sînâ’nın dünya resmine göre en yüksek felek bugün büyük patlama olarak tercüme edilebilir. Antik çağda ve orta çağdaki her fizik bilginine göre en yüksek felek, görebildiğimiz en uzak fiziksel nesne veya hadise idi. Her şeyden önce, bilimsel metotlarla, yani gözlem ve gök cisimlerinin matematiksel değerlendirmesi aracılığıyla, yaratıcının [her zaman] bir sonraki basamakta olduğu algılanabiliyordu. Bu açıdan en dıştaki felek, bugünkü kozmoloji bilimine göre zamansal olarak bize en uzak olan büyük patlama ile karşılaştırılabilir. İki öğreti de kendi kozmolojileri çerçevesinde bildiğimiz mahlûkatın “başlangıcını” içlerinde barındırır.
Günümüz bilim adamları modern kozmoloji biliminin ilahiyata yer vermediği gibi bir şey söylerlerse kendi uzmanlıklarının dışına çıkmış olurlar. Bir ilahiyatçıyı ya da çağdaş bir ilahiyatçıyı Gazâlî’nin ve İbn Sînâ’nın [kendi dönemlerinde] yaptıkları gibi, günümüzün astrofizikçilerinin öğretilerine yaklaşmaktan ne alıkoyabilir? İlahiyatçılar bu öğretilerin detaylarını tümüyle kabul edebilir ve aynı zamanda bunun üstüne bir yaratılış basamağı daha koyarak, kozmologların dünyayı tanımlayan ve kâinatın oluşmasına sebep olan bilinen ilk sebeplerin, her türlü bilimsel kanıtla ispatlanabilir başka olaylardan doğan bir sonuç olduğunu ortaya çıkarabilir. Büyük patlama bugün, tıpkı Gazâlî’nin zamanında en dıştaki felek gibi, fizik ile metafizik arasındaki sınırdır.
İlahiyatçılar, büyük patlamanın nedensel sonuçlarından oluşan kâinatımız ve ayrıca onun içinde bulunan her şey ve her olayın Allah’ın iradesinin sonucunda oluştuğunu ve her şeyin Allah’ın isteği doğrultusunda meydana geldiğini varsayabilirler. Gazâlî’ye göre Allah doğrudan sadece tek bir mahlûk yaratmıştır ve bu da son felek olan akıl (Intellekt)’dır. Tüm diğer mahlûkat, bedensiz ve son felekte olduğunu algılayabildiğimiz bu mahlûktan çıkar. Mahlûkatın yaratılış tarz ve biçimi Tanrı’nın bu ilk aklı nasıl yarattığı ile belirlenmiştir. Bugün de aynı bu şekilde maddenin büyük patlamadan sonra oluştuğunu ve bunun sonucunda fizik yasalarının meydana geldiğini ve bunların sonucunun da evrendeki tüm olayları belirlediğini söyleyebiliriz. Bugünkü ilahiyatçıları, bu düzenin ve bu fizik yasalarının Allah’ın iradesi ile ortaya çıktığını söylemekten hiçbir şey alıkoyamaz. Ancak bu, ilk başlangıçta, Tanrı’nın iradesiyle olduysa, bundan nedensel olarak çıkan ve çıkmakta olan her şey de Allah’ın iradesiyle olmuş ve olacaktır. Ve yine Tanrı’nın iradesiyledir ki, olanlar her seferinde O’nun doğrudan müdahalesini gerektirmeksizin varlığa gelirler. Bu da, Gazâlî’nin “Allah’ın kanunda asla değişme bulamazsın” mealli Ahzab suresinin 62. ve Fetih suresinin 23. ayetlerinin tefsirinde belirttiği Allah’ın mutlak kudretinin ve mutlak iradesinin tecelli etmesidir.
Sabah Ülkesi Dergisi,sayı.40