Filistin, İsrail ve İslâm-Batı ilişkileri
20.yüzyılda Islâm-Batı ilişkilerini geren ihtilaf konularından biri de, İsrail’in işgaliyle ortaya çıkan Filistin meselesidir. Meselenin Islâm-Batı ilişkileri üzerindeki etkisi genellikle Batılı uzmanların tahmin ve itiraf ettiklerinden çok daha derindir. Islâm dünyası Filistin meselesini basit bir toprak sorunu değil, bir adalet ve insanlık meselesi olarak görmekteyken, İsrail ve destekçileri konuyu Filistinlilerin, Arapların ve Müslümanların ötekileştirilmesi üzerinden kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Düşmanlarla çevrilmiş bir coğrafyada barış, demokrasi ve yaşam mücadelesi verdiği söylemini yayan İsrail yönetimleri, Batı devletlerinin ve kamuoyunun desteğini yanına çekmek için siyasetten medyaya, ekonomiden lobilere, sinemadan diplomasiye geniş bir araçlar setini kullanmaktadır.
Burada detaylarına giremeyeceğiniz çeşitli gerekçelerle İsrail’in hikâyesini satın alan Batı kamuoyu, böylece Orta Doğu’nun en büyük ihtilafında taraf olur ve bilerek veya bilmeyerek Arap ve İslâm dünyasını karşısına alır. Elbette Avrupa ve Amerika’da İsrail’in işgal politikalarına ve hukuk ihlâllerine karşı çıkan ve Filistin davasını destekleyen pek çok aydın, yazar, sanatçı ve siyasetçi bulunmaktadır. Fakat genel tabloya bakıldığında, Batılı ülkelerin İsrail’e verdiği destek, İslâm dünyasında bir çifte standart ve ihanet tavrı olarak görülmektedir. 1967’den sonra İsrail’in Kudüs’ü işgal ederek “ebedî başkenti” ilan etmesi, bu gerilimi had safhaya taşımıştır. İşgal altındaki Gazze ve Batı Şeria’nın yanı sıra Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın belli dönemlerde İsrailli işgalciler (“yerleşimciler”) tarafından ele geçirilmek istenmesi, meseleyi siyasî olmanın ötesinde dinî bir boyuta da taşımaktadır.
1917 Balfour Beyannamesi ile başlayan ve 1948’te Filistin toprakları üzerinde bir İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanan süreç, modern Orta Doğu tarihinin en büyük kırılmalarından biridir. Yüzlerce yıldır yaşadıkları vatanlarını bir oldu-bittiyle kaybeden Filistinliler, özellikle 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra büyük travmalar yaşadıkları bir döneme girdiler. Modern Arap siyasetinin tarihi aynı zamanda Filistin topraklarının işgal tarihidir. Mısır’da Cemal Abdunnâsır’ın yükselişinden Suriye ve Lübnan siyasetine, Filistin Kurtuluş Orgütü’nün ve Hamas’ın kurulmasından Hizbullah’ın ortaya çıkışına, İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın 1969’da Kudüs’te meydana gelen hadiseler üzerine kurulmasından Amerika’nın Orta Doğu politikasına kadar çağdaş Arap siyasî tarihinin her önemli başlığı bir şekilde Filistin meselesiyle ilgilidir.(31)
Filistin, hiçbir zaman sadece Arapların meselesi olarak görülmemiş, Türkiye’den Endonezya’ya bütün İslâm dünyasında yakından takip edilen bir konu olmuştur. Arap dünyasında birleşik Arap kuvvetlerinin İsrail ordusu karşısındaki kayıpları, modern Arap ve Orta Doğu tarihinin büyük travmalarından biri haline gelmiştir.(32)
Batılı devletlerin siyonizm hareketine ve İsrail’e verdiği destek, 1917’den bu yana İslâm-Batı ilişkilerinin temel gerilim hatlarından birini oluşturmaktadır. Siyonizm hareketi, ortaya çıktığı andan itibaren Orta Doğu dışından “büyük güçlerin” (İngiltere ve Amerika) desteğini alarak Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma projesini hayata geçirmiş ve bunu açıkça ifade etmekten de çekinmemiştir.(33)
1917-1948 arasında ağırlıklı olarak İngiltere’nin desteğiyle büyüyen hareket, 1948’de İsrail devletinin kurulmasından sonra ağırlık merkezini Amerika’ya kaydırmıştır. Soğuk Savaş döneminde sadece Amerikan devletinin değil, zengin ve etkili Yahudi iş adamlarının, siyasetçilerin, medya mensuplarının ve sanatçıların da desteğine başvuran Siyonizm hareketi, Orta Doğu’nun göbeğinde Batı’yla ilişkilerini güçlendirirken Arap ve İslâm dünyasıyla gerilim ve çatışma siyaseti izlemiştir. Bu çerçevede “bölge dışı büyük güçlerle ittifak” stratejisi, Arap ve İslâm dünyasında sömürgeciliğin ve Haçlı seferlerinin yeni bir versiyonu olarak görülmektedir. Avrupa’nın Holokost karşısında hissettiği ‘suçluluk duygusu’ ve Amerika’nın bölgesel çıkarları, İsrail devletini ve onun yayılmacılık siyasetini meşrulaştırırken; Filistin topraklarının işgal edilmesini, Filistin halkının aşağılanmasını ve sürgün edilmesini haklılaştıran bir işlev görmektedir. Amerikan sağının ve Hris- tiyan çevrelerin İsrail’e dinî ve siyasî gerekçelerle tam destek vermesi, Amerikan toplumuyla İslâm dünyası arasındaki temel gerilim hatlarından biridir.(34)
Bugün Amerikan devleti ve kamuoyu üzerinde etkili olan İsrail lobisinin de çabalarıyla, Batılı ülkelerin Orta Doğu politikası, büyük bir gerilim kaynağı olmaya devam ediyor.(35) “İslâmî köktencilik/terörizm” söyleminde olduğu gibi, burada da kültürel ve ırkçı tiplemelerin etkin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz.
Filistin sorununa adil ve barışçıl bir çözümün önündeki tek engelin Filistinliler olduğu tezini sürekli işleyen lobi, bu söylemi yaymak için her tür imkânı seferber etmektedir. 1962 tarihli Lawrence of Arabia filminden alınan bir cümleyle ifade edecek olursak, Batı’nın nazarında Araplar, “akıllı bir Batılının himayesine muhtaç ve siyasetten anlamayan” aktörler olarak görülmektedir.(36)
Bu betimleme, yer yer düpedüz ırkçılığa dönüşür. Böylece Filistin sorunu, İsrail’in işgal ve yayılmacılık politikalarına değil, Filistinli Müslüman Arapların güya demokratik olmayan geleneklerine, uzlaşmaz tutumlarına, geri kalmışlıklarına vs. atfedilir. Filistinliler “şiddet yanlısı, barış karşıtı, terörist…” gösterilerek asıl mağdurlar suçlu hale getirilmek istenir.(37) İsrail yanlısı bîr yazara göre, sorun “işgal değil, (Yahudi) yerleşimciler değil; hele İsrail’in hunharca saldırılan hiç değil. Sorun Arapların başkalarıyla barış içinde yaşama yeteneğinden yoksun olması”dır.31′ İsrail lobisi, bu söylemi temellendirmek için vulgar oryantalizmin inşa ettiği çarpık Islâm ve Müslüman imajını mebzul derecede kullanır, özellikle Amerika’da İslâmofobinin bayraktarlığını yapan isimlerin aynı zamanda İsrail lobisinin etkin isimleri arasında yer alması şüphesiz bir tesadüf değil.(38)
Filistin meselesi ile İsrail lobisinin ve vulgar oryantalizmin kesiştiği yer de burasıdır. Bunun tipik örneklerinden biri, 2005 yılında Amerikan Yahudi liderleri için bir rapor hazırlayan anket uzmanı Frank Luntz’un “Filistinlilere Arap deyin” tavsiyesidir. İlk bakışta önemsiz bir detay gibi görünen bu ifade şekli, İsrail’in işgal ve şiddet politikalarını meşrulaştırmak için sıkça başvurulan etkin bir propaganda aracıdır. Zira “Filistinli” kelimesi insanların zihninde “mülteci kamplarını, mahrumiyeti ve baskıyı” çağrıştırırken, “Arap” dendiğinde insanların aklına “zenginlik, petrol ve İslâm” gelir.
“Filistinli”, gerçek bir halkı, hem de zulme ve haksızlığa uğramış bir toplumu ifade eder. “Arap” ise, Batı toplumlarının kollektif hafızasında pek çok olumsuz referansı akla getirir. Dahası bu isimlendirme İsrail yönetimlerinin “pek çok Arap devleti var; Araplar Filistin sorununu çözmek istiyorsa Filistinlileri ülkelerine alarak bu meseleyi kökünden halledebilir” imasında bulunan yaklaşımlarına da psikolojik bir zemin hazırlar. Buna göre, Filistin halkı acı çekiyorsa bunun sorumlusu zengin, müreffeh ve demokratik İsrail değil, baskıcı ve duyarsız Arap rejimleridir. Luntz’a göre. Amerikan Yahudi örgütleri Filistinlilere karşı propaganda savaşında bu ayrımları stratejik bir araç olarak kullanmalıdır.'(40)
Bu tavrın arkasında yatan acı ve rahatsız edici gerçek şudur: “Bir başka milleti işgal etmek, ırkçılığı gerektirir ve onu besler”.(41) Siyonizmın Filistin-li Arap ve Müslüman karşıtı bir kimliği bürünmesinin sebebini burada aramak gerekir. Onlarca yıldır devam eden haksız ve gayr-ı insani bir işgali sıyaseten, zihnen ve ahlaken meşrulaştırmak için, Müslüman Arapların ve Filistinlilerin her zaman suçlu, şiddet yanlısı, terörist, vs. olarak gösterilmesi gerekir. Bu ise bir grup insana karşı -aslında neredeyse bütün dünya Müslümanlarına yönelik- tekdüze, suçlayıcı ve son tahlilde ırkçı tiplemelerin inşa edilmesi ve medya yoluyla yayılması sonucunu doğurur.
Filistin’de yaşanan büyük haksızlığa karşı çıkan herkes, derhal teröristleri desteklemekle vs. suçlanır.Öyle ki Jimmy Carter bile İsrail’in işgal ve ayrımcılık politikaları yüzünden bir apartheid devleti” haline geldiğini söylediği için muazzam bir saldırıya maruz kalmış; yobaz, antisemitik, vs. olmakla suçlanmıştır. Bir eski Amerikan Başkanı bu tip bir muameleye maruz kalıyorsa, sıradan insanların ve tabii Filistinlilerin her gün maruz kaldığı saldırıları düşünün!(42)
İslâm dünyasında İsrail devletine gösterilen tepki, antisemitizm gibi Yahudi düşmanı ve ırkçı bir söyleme dayanmaktan ziyade Filistin topraklarının işgal edilmesi ve Filistin halkının yok sayılmasıyla ilgili bir durumdur.(43) Islâm tarihinde çeşitli Yahudi topluluklarıyla gerilim ve çatışmalar yaşanmıştır. Bu tür tecrübelerin yer yer Yahudi karşıtı söylemleri cesaretlendirdiği de doğru dur. Fakat son tahlilde antisemitizm bir Hristiyan-Avrupa ideolojisidir. Israil’e verilen tepki, Yahudilere yahut Yahudilik’e değil, bu devletin işgal ve politikalarına verilen bir tepkidir.
Elbette bu, İslâm dünyasında hiçbir antisemitik söylemin bulunmadığı anlamına gelmez. Yahudilere yönelik nefret söylemleri kesin olarak reddedilmelidir. Bir kişi, kurum ya da siyasî yapı, sadece Yahudi olduğu için ırkçı ve ayrımcı yaklaşımların konusu olamaz. Bu yüzden de Yahudi düşmanlığı ile İsrail’in politikalarını eleştirmeyi birbirinden ayırmak büyük önem arz etmektedir. Bu konuda İslâm dünyasındaki siyasetçilerin, aydınların ve din adamlarının gerekli hassasiyeti göstermesi siyasî ve ahlâkî sorumluluğun bir gereğidir.
İsrail’in işgal politikalarını eleştirmeyi antisemitizm olarak takdim etmek, İsrail lobisinin ve propaganda makinasının kullandığı etkili araçlardan biridir. Her itirazı “İsrail’in varlığını ortadan kaldırmaya dönük bir adım” olarak görmek, tartışmayı rasyonel zemininden kopartarak varoluşsal ve sıfır toplamlı bir düzleme taşır. Edward Said’den Jimmy Carter’a, işgale karsı çıkan- Filistin ve İsrail halklarının hak, adalet ve eşitlik temelinde yaşamasını savu-nan herkes antisetnitık damgasını yer. Lobinin ustalıkla kullandığı bu argüman, İsrail hükümetlerine yönelik eleştirileri bir ırkçılık ve ayrımcılık olarak kurgular.
Amaç, İsrail’in işgal politikalarına karşı eleştirilerin önüne geçmektir. Fakat asıl çifte standart şudur: Batı’dan gelen İsrail eleştirileri siyasî tezler olarak reddedilirken, İslâm dünyasından gelen itirazlar antisemitik, fundamentalist, şiddet yanlısı, aşırıcı, vs. olarak yaftalanır ve böylece Batı kamuoyunun derhal reddedeceği söylemler haline getirilir.(44)
Dahası, İsrail’e yönelik eleştiriler söz konusu olduğunda ifade özgürlüğü bir hak olmaktan çıkar. Basında uygulanan sistematik sansür ve, habercilerin ve yorumcuların içselleştirdiği oto-sansür, adil ve sağlıklı tartışmalar yapılmasını imkânsız hale getirir. Böylece Filistin meselesi, modern çağda gazetecilik standartları, ifade özgürlüğü ve adil temsil gibi İslâm-Batı ilişkilerinin merkezinde yer alan konularla iç içe girer. Bu duruma itiraz eden kişiler arasında Yahudi aydın, yazar ve akademisyenlerin olduğunu da not etmekte fayda var.(45)
İsmail Farukî, 1980’de kaleme aldığı İslâm ve İsrail Sorunu adlı eserinde, Filistin topraklarının işgaliyle ortaya çıkan İsrail sorununun aynı anda İslâm dünyası, Hristiyan âlemi ve Yahudiler arasındaki ilişkileri gerdiğini söyler. Balfour Beyannamesi sonrasında yaşananlar Haçlı seferlerinin bir devamı yahut modern sömürgeciliğin bir tezâhürü olarak görülebilir. Fakat “İsrail sorunu” hem bunlardır, hem de bunlardan fazla bir şeydir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla bölgede ortaya çıkan jeopolitik boşluğu doldurma yarışına giren Batılı sömürge güçleri, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurarak Orta Doğu’daki varlıklarını devam ettirmek istediler.
Böylece modern sömürgeciliğin tarihi, Arap ve Islâm ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sona ermedi; tersine Filistin meselesi üzerinden derinleşerek devam etti. Geleneksel Yahudilikten ayırt edilmesi gereken siyonizm, modern bir ideoloji olarak Avrupanın sömürgeci emellerine hizmet ettiği için destek görmüştür. Farukî’ye göre, Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail Devleti’nin Batı nezdindeki stratejik önemi buradan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Farukî, Yahudilik ve Yahudiler ile siyonizmin ve İsrail Devleti’nin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Bu ayrımın altını bugün de ısrarla çizmek gerekir.(46)
Filistin topraklarının ve halkının işgal altında olduğu gerçeği, bir tarafta Müslüman-Yahudi, diğer tarafta İslâm-Batı ilişkilerini zehirleyen bir etkiye sahiptir. Batı Şeria, Kudüs yahut Gazze’de yaşanan her hadise, küresel bir etki yaratarak Müslümanlar, Yahudiler ve Batılılar arasındaki ilişkileri germekte ve rasyonel konuşma zeminini ortadan kaldırmaktadır. İsrail lobisinin Filistinlileri ve Arapları gayr-ı İnsanî ve şeytanî imajlar üzerinden mahkûm etmesi, Amerikan yönetimlerinin İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık askerî yardım yapması, genel olarak Batılı devletlerin İsrail’in uluslararası hukuku ihlâl eden politikaları karşısında sessiz ve tepkisiz kalması, elbette İslâm-Batı ilişkilerini de doğrudan etkilemekte ve şüphe, öfke ve husumet duygularının doğmasına neden olmaktadır. Filistin halkının hak ettiği özgür, bağımsız ve adil bir yaşam biçimine ve siyasî düzene kavuşması, sadece Orta Doğu siyasetinin temel sorunlarından birini çözmeyecek, aynı zamanda İslâm-Batı ilişkilerinin büyük gerilim hatlarından birini de ortadan kaldıracaktır.(47)
İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;437-443
Dipnotlar:
31.Filistin meselesinin çağdaş Arap siyasî tarihindeki yeri ve İslâm-Batı ilişkilerine etkisi konusunda genel bir değerlendirme için bkz. Milton Viorst, Storm from the East: The Struggle Between the Arab World and the Christian West (New York: The Modern Library, 2006).
32. Olivier Roy, The Politics of Chaos in the Middle East (London: Hurst and Company, 2007), s. 74.
33. Baos Evron, Jewish State or Israeli Nationf (Bloomington: Indiana University Press, 1995), s. 133.
34. İsrail’in Amerikan’ın Orta Doğu siyasetinde ve algı biçimlerinde oynadığı belirleyici rol için bkz. Douglas Little, American Orientalism: The United States and the Middle East since 1945 (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2008), s. 77-115.
35. İsrail lobisinin Amerikan dış politikası üzerindeki etkisi için bkz. John J. Mearshe- imer ve Stephen M. Walt, The Israel Lobby and US Foreign Policy (New York: Farrar, Straus and Giroux, 2007).
36. Zikreden Ralph Braibanti, The Nature and Structure of the Islamic World (Chicago: International Strategy and Policy Institute, 1995), s. 6.
37. Bkz. Edward Said ve Christopher Hitchens (ed.), Blaming the Victims: Spurious Scholarship and the Palestinian Question (London: Verso, 1988). Bu derlemedeki makaleler, Filistin halkının tarihi ve sosyolojik gerçekliğini inkar ederek İsrail’in işgal po-litikalarını meşrulaştırmayı hedefleyen akademik çalışmalara da köklü eleştiriler getirir.
38. Köşe yazarı Mona Charen’den aktaran Robert Fisk, “Fear and Learning in America”, Independent, \7 Nisan, 2002.
39. Burada özellikle Pamela Geller, Robert Spencer, David Horowitz, Steve Emerson gibi isimleri sayabiliriz. Bu kişilerin ve ilgili kurumiann Amerika’daki “İslâmofobı en düstrisi”nde oynadığı rol için bkz. Nathan Lean, The hlamophobuı Industry: How the Right Manufactures Fears of Muslims (Pluto Press, 2012) özellikte s. 119-136 ve http://www.cair.com/images/islamophobia/Legislating-Fear.pdf Ayrıca bkz. John Esposito ve İbrahim Kalın, Islamophobia and the Challenge of Pluralism tn the 21* Century (Oxford University Press, 2011).
40. Nakleden Peter Beinart, The Crisis of Zionism (New York: Picador, 2012), s. 45.
41. Beinart, The Crisis of Zionism, s. 24. –
42.Carter’in Filistin sorunu hakkındaki görüşleri için bkz:Jim Carter,Palestine:Peace not Apartheid(New York:Simon and Schuster,2007)
43-Armour, Uiam, Christianity and the West,s.147-166
44.Avrupa ve Amerika basınında İsrail’in hak ihlâlleri konusunda uygulanan sistematik sansür, buna mukabil Filistinlilerin haklarının baskı altına alınması ve perdelenmesi çok geni; bir konudur. Yer darlığından bu konuya burada giremeyeceğiz. Bunun İslâm-Batı ilişkileri ve imaj-üretim süreçleri açısından son derece önemli bir konu olduğunu ifade etmekle yetinmek durumundayız. Bu konuda birinci el kaynaklara ve tecrübeye dayandığı halde adeta ademe mahkûm edilmek istenen ilk kapsamlı çalışma için bkz. Christopher Mayhew ve Michael Adams, Publish it Not: The Middle East Cover-up (Oxford: Signal Books, 1975; yeni baskı 2006). Yazarlar İsrail aleyhine olabilecek haberlerin İngiliz basınında nasıl sansürlendiğini ve nötralize edildiğini detaylı bir şekilde anlatmaktadırlar. Batı medyasının Filistin ve İslâm dünyasındaki hadiseleri aktarırken uyguladığı perdeleme ve çerçeveleme yöntemleri için bkz. Edward Said, Covering Islam: ow the Media and the Experts Determine How We See the Rest of the World (New York: Vintage Books, 2007; gözden geçirilmiş baskı). Said’in kullandığı başlık da oldukça anlamlı: “Covering” hem haber/gazetecilik yapma hem de “üstünü örtme” anlamlarını taşır.
45.Burada basın ve akademi dünyasından pek çok örnek vermek mümkün. Bunlar arasında bkz. Avi Shlaim, Israel and Palestine (London: Verso, 2009), s. 366-372. Ayrıca bkz. Norman Finkelstein, The Holocaust Industry: Reflections on the Exploitation of Jewish Suffering (New York: Verso Books, 2000).
46-Bkz. İsmail Raji al Faruqi, Islam and the Problem of Israel (London : Islamic Coun-cifl of Europe(1980) Edward Said de siyonizmi benzer bir eleştiriye tabi tutar. Bkz.The Question of Palestine(New York,Vintage Books,1980)
47-Bu konuya çeşitli eserlerinde ele alan Said’in görüşleri için bkz:Edward Said,From Oslo to Iraq and the Roadmap(London,Bloomsbury,2004)