Fiillerden Kaynaklanan Sevap Ve Günahlara Dair
Sevap ve günah insanın kendi yapıp ettikleri için söz konusu olur. İnsanın yapıp ettikleri ya doğrudan ya da sebep olma şeklindedir. Sebep olma da iki türlü olur: uzak sebebiyet, yakın sebebiyet. Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Siz ancak yaptıklarınızın karşılığına çarptırılacaksınız”[Tur,16],, “insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur”[Necm,39], “Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir.” [En’am,164]
Kulların mükellef olmasından maksad, Allah’ın emirlerine itaat edip yasaklarından sakınmak suretiyle O’nu yüceltmeleridir. Bu da onu yapan kimseye mahsustur. Kutsal olan şeyleri yücelten kimse, başkasının saygısızlık etmesiyle saygısızlık etmiş olmaz. Kutsal olan şeylere karşı saygısızlık eden kimse de başkasının yüceltmesiyle, onları yüceltmiş olmaz. Bundan dolayı başkası adına itaatsizlik etme, günah işleme söz konusu olmayacağı gibi, bedenî ibadetleri de başkası adına yapmak söz konusu değildir. Ancak hac, umre, oruç ve zekat gibi bazı ibadetler bundan istisna edilmiştir. Bu istisna bu ibadetleri yerine getirip sevabına nail olmaya gücü yetmeyenler ve bu kimselerin yerine bunları ifa ederek sevaba nail olmalarına vesile olan kimselere bir lütuf olarak getirilmiştir.
Hz. Peygamberin “insan ölünce üç şey hariç ameli son bulur: devam edip giden sadaka, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih evlat”[Müslim, Vasiyyet, 3/1255] hadisinde kastedilen şudur: insanın amellerinin sevabı kesilir. Bu, bizim yukarıda söylediğimiz kaideye uygundur. Çünkü hadiste zikredilen istisnalar ölen şahsın kendi yaptığı hayırlarıdır. İnsanların faydalandığı bir ilim bırakmak, onun eseridir. Bu ilmin öğrenilmesine sebep olmanın sevabını kazanır. Devam eden sadaka; vakıf veya evin menfaatinden, bahçenin meyvelerinden sürekli faydalanmayı vasiyet etmektir ki bunlar da onun eseridir. Vakıf ve vasiyetten faydalanılmasına sebep olmuştur ve bundan ötürü sevaba nail olur.
Duaya gelince, bu sadece evlada mahsus olmayıp akraba ve diğer dostlardan da vaki olabilecek bir şefaattir. Bu da bu kaide için bir istisna teşkil etmez. Çünkü duanın sevabı dua eden kimseye aittir. Dua edilen kimse için duada istenen şey vardır. Mesela bağışlanma ve rahmet dilenmişse dua kabul edildiğinde, dua edilen kimse bağışlanır ve rahmete nail olur. Ama duanın sevabı dua edene aittir. Benzer şekilde bir fakirin bir elbise edinmesine veya zilletten kurtulmasına aracılık eden kimse, bu aracılığın sevabını alır. Zilletten kurtulma veya elbisenin maslahatı ise fakirindir.
Bazı cahil kimseler bir musibete duçar olan kimsenin bu musibetten ötürü sevaba gireceğini zannederler. Bu apaçık bir hatadır. Çünkü musibetler, ne doğrudan ne de sebebiyet yoluyla onun eseri değildir. Çocuğu öldürülen veya malı gasbedilen, ya da bedeninde bir hastalık zuhur eden kimsenin bu belaların meydana gelmesinde doğrudan ya da sebebiyet verme yoluyla bir etkisi yoktur ki sevaba nail olsun. Ancak bu belalara sabrederse sabrettiği için sevap kazanır, bu belalardan ötürü isyan etmeyip rıza gösterirse bundan Ötürü sevap kazanır. Ama bizatihi musibetten ötürü sevap kazanmaz. Çünkü musibet onun ameli değildir. Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Siz ancak yaptıklarınızın karşılığına çarptırılacaksınız.” [Tur,16]
Dünyevî musibetler, işlenen günahlara karşılık birer cezadır. Verilen cezadan ötürü sevap kazanma söz konusu değildir. Allah (cc)’ın şu sözü buna delalet eder: “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” [Şu’ra,30] Allah Resulünün şu sözleri de bu konuya işaret eder: “Hiçbir mümin yoktur ki, ayağına bir diken veya ondan küçük bir şey batsın da günahları eksilmesin”[Müslim, Bir ve Sıla, 4/1192], “Müminin başına bir acı, meşakkat, hatta onu üzen bir keder gelirse ya da ayağına diken batarsa günahlarından bir kısmı silinir.” [Buharı, Merda, 10/103; Müslim, Bir ve Sıla, 4/1193]
Hz. Peygamberin “Kim bir musibete duçar olursa onun misli sevaba nail olur”[Tirmizi, Cenaiz, 4/185] sözü sabrettiği ölçüde sevaba nail olur anlamındadır. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” [Necm 39]Buraya kadar söylediklerimiz herhangi bir kimsenin sebebiyet vermediği musibetlerle ilgiliydi.
Bir kimsenin sebebiyet verdiği musibetlere gelince; sebebiyet verilen musibet aynı zamanda dinen kötü kabul edilen bir şeyse, bundan ötürü kişiye günah yazılır ve hem dünyada hem de ahirette hesaba çekilir. Kim bir kimseyi yaralar ve yara vücuda yayılarak adamın ölmesine sebep olursa, o kimseye ada’m öldürme günahı yazıldığı gibi kısas ve diyet cezalarına da çarptırılır. Bir kimse birine taş atar sonra attığı taş o kimseye ulaşmadan ölür ve taş atılan kimse de o taş sebebiyle ölürse, taşı atan kasten adam öldürme günahı alır ve kasten adam öldüren kimsenin üstleneceği tüm sorumlulukları üstlenir. Her ne kadar taşı atan daha önce ölerek mükellefiyetten çıksa da durum böyledir. Zira adam onun attığı taş sebebiyle Öldüğü için sanki taşı attığı anda adamı öldürmüş kabul edilir.
Sebebiyet verilen musibet aynı zamanda dinen iyi kabul edilen bir şeyse kişi bundan ötürü ecir kazanır. Mesela cihadda yaralayarak veya ok atarak düşmanın ölümüne sebep olmak böyledir. Bir kimse düşmana ok atar ve atan kişi öldükten sonra ok düşmana isabet edip onu öldürürse, onun üzerindeki silah, elbise vb. ganimetler ok atana ait olacağı gibi onun için düşmanı öldürme ecri de vardır.
Bir kimse iyiliği emreder veya kötülükten meneder ve bundan ötürü öl-dürülürse, Allah rızası için kendisinin ölümüne sebebiyet vermiş olur. O kimse kafir ve günahkar kimseler tarafından öldürülmüş gibi kabul edilir. Öldürme fiili kendisine ait olmadığı için bundan ötürü sevap kazanmaz. Ama iyiliği emredip kötülükten menetmesi hasebiyle öldürülmesine sebebiyet verdiği için sevap kazanır. Bir kimsenin, cihada çıkması hasebiyle savaş meydanında ölümüne sebebiyet vermesi de böyledir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kafirin mümini öldürmesi günahtır. O halde sebebi günah olmasına rağmen müslümanlar nasıl olur da şehit olmayı temenni ederler?
Buna şöyle cevap veririz: Mümin öldürülmeyi, bizatihi öldürülmeyi istediği için temenni etmez. Mümin savaşta öldürülmeyi temenni eder. Çünkü savaşta öldürülürse, öldürmek için taarruz ettiğinden ötürü sevaba nail olur.
Yoksa kendi fiili olmayan ölümden ötürü sevaba nail olmaz. Buna binaen Allah (cc)’ın “Andolsun ki siz, Ölümle yüz yüze gelmezden önce onu temenni ederdiniz”[Al-i İmran 143] sözü “Uhud günü ölümünüze sebep olan durumla karşılaşmazdan önce Allah yolunda ölmeyi temenni ederdiniz” şeklinde anlaşılır.
İnsanın ölmeyi, şehitler mertebesine yükselmek için temenni etmesi caizdir, yoksa bizatihi günah olan öldürülmek için temenni etmesi caiz olmaz. Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmuştur: “Allah’ım senin yolunda şehit olmayı ve Resulünün beldesinde ölmeyi istiyorum.”
İsyankarların isyan etmesi suçtur. Komutanına itaat edip bunlara karşı savaşan kimse başkasının suçundan ötürü değil, isyanın savaş yoluyla izale edilmesi hasebiyle sevap kazanır.
Sonuç olarak; insanın başına gelen şey dinin iyi kabul ettiği bir şeyse, onu meydana getiren de sebebiyet veren de sevap kazanır. Şayet dinin kötü kabul ettiği bir şeyse, onu meydana getiren de meydana gelmesine vesile olan da günaha girer.
Yüz güzelliği, boy pos güzelliği, cesaret, cömertlik, iyilik, haya, izzetinefis gibi güzel ahlak sahibi olma, kuvvetli olma, duyu organlarının güçlü olması, çok akıllı olma gibi insanın dahli olmaksızın yaratılışta kendisine verilen sıfatlar her ne kadar üstün ve şerefli olsalar da bunların bizatihi kendilerinden ötürü sevap söz konusu olmaz. Çünkü bu vasıflara sahip olan kimse bunları kendisi elde etmemiştir. Sevap ve günah insanın kendi yapıp ettikleri için söz konusu olur.
Kim bu vasıfları dinin gösterdiği yola yönlendirirse bundan ötürü sevaba girer. Bu durumda iki güzel sıfatı haiz olmuş olur; birisi yaratılıştan gelen, diğeri kendi iradesiyle ortaya çıkan. Kim dinin davetine uymazsa yaratılıştan gelen vasfı güzel olsa bile ameli kötüdür. Bu vasıflar ile sadır olan fiillerde, Allah rızası murad edilmemişse yine sevap söz konusu olmaz. Görsünler, işitsinler diye yapılmışsa bundan dolayı günah yazılır. Allah rızası için yapılmışsa sevap kazanılır, her iki dünyada birçok hayır ve övgü elde edilir.
Izzeddin Ibn Abdüsselam – Islami Hükümlerin Hikmet ve Esasları,syf.173-176
Ilimdunyasi.com