Felsefenin İslam Dünyasındaki Yolculuğu
Kadîm dönemlerden beri varlığı bilinen “doğu hikmeti” Yunan topraklarında da varlığını devam ettiriyordu. Ne var ki sofistler felsefî düşünceyi teorik alandan pratik bireysel alana çekmeye çalıştılar ve pratik ve ahlaki yaşantının önemine vurgu yaptılar. Sofistlere göre felsefe hakikati keşfetmenin bir yolu değil, pratikle ilgili olması bakımından bir yaşama sanatı ve hayatı kontrol etmenin bir aracıydı. Söz ustalığı konusunda oldukça yetkin olan sofistler, o zamana kadar filozofların kullanmış oldukları felsefî delilleri kendi lehlerine kullanma konusunda oldukça maharetli idiler (Başdemir, 2019:121).
Sofistlerin hakikatin varlığı ve insanın zihinsel çabasıyla ulaşılabilirliği konusunda uyandırmış olduğu şüpheler Sokra- tes’in ve Platon’un dikkatindende kaçmadı ve bunların çabalarıyla bu tür şüpheler büyük oranda safdışı edildi. Kurmuş olduğu felsefede Mısırlılardan alınmış unsurlara yer veren Platon’un kadîm hikmet geleneğinden haberdar olduğunu varsaymak mümkündür (Herlighy, 2009:18). îdealar dünyası, düzenli, istikrarlı, bilinebilen ve akılla ulaşılan bir dünyadır; ancak aynı zamanda normatif ve iyi olan bir dünyadır. Fenomenler veya görünüşler dünyası ise, bu ideal dünyanın başka bir ortamda, yani zaman ve mekan alanında ancak kısmen veya belli bir yakınlaşma ölçüsünde gerçekleşmesidir. İnsan sadece bu görünüşler dünyasının değil, değişmeyen mutlak bir dünyanın da üyesidir(Cevizci, 2001:288). Rapheal’in meşhur tablosunda Platon’un gökyüzünü işaret eden biri olarak resmedil- mesi bu bakımdan oldukça anlamlıdır. Çünkü Platon Yunan düşüncesinin doğu dinleriyle buluşmasından sonra her zaman dini düşünce içinde yer alan felsefelerin temel ilgi odağı olmuştur.
Aristoteles in gelmesiyle felsefî düşüncede yeni bir kırılma yaşanmış ve hikmetin aşkın kökleriyle olan bağlantısı zayıflamıştır. Aristoteles, Platon’a kıyasla dünya ve dünyadaki imkânları kendi içerisinde açıklamaya çalışır. O, insanın ve dünyadaki varlıkların özelliklerini başka bir dünya ile açıklamaktan mümkün olduğunca uzak durmaktadır. Aristoteles’e göre Platon’un ideaları bu duyular dünyasının içinde tümeller olarak mevcutturlar. Platonun tümelleri bir kavram sorunundan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bu bağlamda Aristoteles tarafindan kurulan Peripatik felsefeye yönelik en önemli eleştiri, felsefenin doğuya ve göklere dönük köklerini kurutarak kuru ve zevksiz bir bilgi haline getirmiş olmasıdır.
Aristoteles’ten sonra felsefî düşüncede çok kalıcı olmayan akımlar ortaya çıktı ve bunlardan bazıları insan bilgisini şüpheli hale getiren görüşler serdettiler. Dinlerin içinde gelişen felsefelere en önemli desteklerinden birisini temin eden ve felsefenin yeniden aşkın ile irtiabatını sağlayan Yeni Pla- tonculuk olmuştur. İlk Çağ felsefesinin son felsefî akımı olan Yeni Plâtonculuğun kurucusu olarak kabul edilen Plotinus’un ahlak anlayışında “dünya ruhu” anlayışı önemli bir yer tutar.
Plotinus, kendisini bu dünyaya sürgün edilmiş ve aslında aşkın olan bir alanın mukimi olarak görüyordu. Dolayısıyla onun işi bu dünya ile alakalı olamazdı. Plotinus’a göre, her türden etik faaliyetin gayesi Tanrı’ya benzemektir. İnsan yaşamında, ya da dış dünyada olan her şey, Plotinus’a göre, bizi İlâhî dünyaya benzetebilme yetenekleri çerçevesinde ele alınıp değerlendirilmelidir. İnsan ancak bir arınma süreci ile bu dünyaya ait şeylerden kurtulup İlâhi olana benzeyebilir. Burada dikkat çekici olan şey insanın, tıpkı bir tarikata girerken tüm eski elbiselerinden soyunduğu gibi, bu süreçte de tüm dünyevi ilgilerden ve kaygılardan uzaklaşması gerekir. Plotinus’un dünyevî ilgilere örnek verirken, bilinen arzu ve ihtiraslarla birlikte aile ve akraba sevgisini, fakir ya da yetimlere acıma ve merhamet etmeyi de zikretmesi ilginçtir. Plotinus’a göre bunlar da insanın arınarak kendisini tanrısal dünyaya benzetmesinin önünde engel olarak duran şeylerdir (Dillon, 2006:320).
Müslümanlar fetihler sonucu diğer kültürlerle tanışma sürecine girdiklerinde İskenderiye’de, Harran’da ve diğer felsefe okullarında Platon ve Aristoteles’in, Plotinus’un belli eserlerine bağlı felsefe eğitimi varlığını sürdürmekteydi ve Müslümanların felsefeye ve felsefi düşünceye ilgisinin gelişmesinin sebeplerinden birisi de Hıristiyanlık içindeki bazı mezheplere mensup olan düşünürlerin de aktif rol aldığı bu felsefe okullarıdır.
Müslümanların Yunan felsefesine karşı olan ilgilerinin çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan birisi de Kur’an’ı Kerim’in insanı, düşünmeye aketmeye ve tefekküre çağırması ve entelektüel bir uğraş olarak hikmetin, peygamberlerden miras kaldığına inanmalarıydı. Çünkü Kur’an’ı Kerim sürekli olarak peygamberi kendisine hikmet verilen kişiler olarak tanıtır:
“Allah ona (Davud’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.”[2]
“Hiçbir insanın, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah’ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.”3
“Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde,‘kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu.”[4]
“işte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar (kâfirler) bunlan inkâr ederse şüphesiz yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz.”[5]
İslam kendisini yeni bir şey olarak görmüyor ve kendinden önceki tevhîdî geleneğin devamı sayıyordu. Buna göre İslam hem en eski hem de en son dindir. İslam en eski din olduğu için, kadim dönemlerden beri bilginin ve hatta felsefî düşüncenin oluşmasında etkin olmuştur. Daha sonra değineceğimiz tercümelerin yapıldığı Fırat ile Nil arasındaki ortadoğu- nun hem dinî düşüncenin hem de felsefî düşüncenin neşet ettiği yerler olması tesadüfi değildir. İlim ve hikmet burada peygamberlerin mesajlarıyla etkileşime girmiş ve sonradan başka yerlere dağılmıştır (Demirci, 1996: 42).
Kindî Müslümanların hakikatin doğru bilginin elde edilmesi için başka medeniyetlerle, kültürlerle irtibata geçmelerinin gerekçelerini şöyle açıklamaktadır:
“Yunanlıların seçkin felsefecisi Aristo bu konuda ne güzel söylemiştir. “Bize gerçek adına bir şeyler getirenler bir yana, onların atalarına da teşekkür etmeliyiz. Çünkü onlar bunların varlık sebebi, bunlar da bizim gerçeğe ulaşmamızın sebebidirler.” Nereden gelirse gelsin, isterse bize uzak ve karşıt milletlerden gelsin, gerçeğin güzelliğini benimsemekten ve ona sahip olmaktan utanmamalıyız. Çünkü gerçeği arayan için ondan daha değerli bir şey yoktur” (Kindî, 1994: 3-4)
Hicri üçüncü asırda özellikle de Abbasi halifesi Me’nıun döneminde (813-833) yoğunlaşan tercüme faaliyetleriyle birlikte felsefî düşüncenin İslam âleminde güçlendiğini ve özellikle Aristo çizgisindeki Meşşai felsefenin entelektüel arenada daha bir belirginlik kazandığı görülmektedir. Muhammed Cabiri’ye göre Me’mun’un bu faaliyeti, tarafsız ve sadece kültürel ve bilimsel endişelerle ortaya çıkan bir hareket değildi. Tercüme hareketi sosyal ve siyasi atakları iflas ettikten sonra ideolojik hamle yapmaya karar veren Fars aristokrasisine karşı başlatılan bir hareket niteliği taşıyordu. Çünkü İran aristokrasisi o zaman İslam toplumunda otoritenin temelde İslam ideolojisine yaslandığını ve ideolojinin rasyonel-felsefî temellerini fark ettiğinde, kendisi de gnostik, irfani bilgiyi esas alan karşı mistifiye edilmiş bir ideoloji kurmaya karar vermişti. Cabiri’ye göre irfânî düşünce, bilginin akıl dışında başka bir kaynağının olduğunu savunan düşüncedir. Abbasi Devleti’nin halifesi Me’mun İran aristokrasi’sinin bu hücumlarına karşı koyarken, bir yandan Mutezile mezhebini destekledi, diğer yandan da hanlıların ezeli rakibi olan Rum’un bilim ve felsefe kitaplarının Arapça’ya tercüme edilmesini sağladı. Cabiri’ye göre Me’mun’un irfani düşünceye karşı Mutezili düşünceyi desteklemesi Mutezile’nin güçlenmesine ve Yunan felsefesinden, fel- sefî-burhani delillerden istifade etmelerini beraberinde getirdi. İhvan-ı Safâ (10. yüzyıl) Nasır Hüsrev (ö. 1073) gibi batınî eğilimleri güçlü olan filozoflar bile bu delilleri kullanıyorlardı. (Cabiri, 2000:41).
Ancak Câbirî’nin, Me’mun’un entelektüel alandaki çabalarını ideolojik bir gayret olarak gören bu iddiaları somut belgelere dayanmaktan uzak olup salt spekülatif düşünceler olmaktan Öte bir anlam arz etmemektedir. ‘îranlılık’ ideolojisine bağlı bulunan kimselerin bulunduğunu doğru kabul ettiğimizde bile irfani düşünceye mensup olan ariflerin tümüyle İran’ın, Türk asıllı bir filozof olan olan Farabî tarafindan savunulan Arap akılcılığına karşı üstünlük sağlamayı hedefleyen İran ideolojisine hizmet ettiğini düşünmek çarpık bir bakış açısının ürünüdür. Bu hem tarihi hem de düşünce tarihini bütünüyle etnik kimlikler savaşının arenası olarak görmekten öte bir anlam taşımaz, Zaten Cabiri’nin bu anlayışı kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Çünkü Cabirî’ye göre, İran ideolojisinin bir parçası olan, batınî eğilime sahip olan İhvan-ı Sefa ve Nasır-i Hüsrev gibi filozoflar da bu rasyonel delillere müracaat ediyorlardı. Bu anlamda Cabirî’ye göre Arap- İslam ideolojisi kaleyi içten fethetmek suretiyle başarılı olmuş demektir.
Tercümeler, İslam’ın ve Kur’anın vazettiği düşüncenin geçmiş asırların entelektüel birikimiyle tanışmasına ve Müslümanların bilim ve düşünce ufuklarının genişlemesine ve tercüme ile oluşan felsefî gelenek içerisinde birçok Özgün meselelerin gündeme getirilmesine vesile oldu. Tercümelerin bir başka etkisi de, akli düşünce yanında kelam ve fıkıh, gramer gibi ilimlerin de kendi metodolojilerini kurmak suretiyle mantıkî, istidlâlî bir nitelik kazanmış olmasıdır.
Öte yandan tercümeler, bazı Mutezile düşünürlerin sergilemiş olduğu aşırılıklarda olduğu gibi Kur’anî hikmet anlayışından sapmalara yol açmış ve Gazalî’nin eleştirilerinde dile getirdiği üzere bazı filozofların Kur’anî hikmetten uzaklaşmalarına ve buna tepki olarak da düşünsel derinlikten yoksun birtakım dinî hareketlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu konuda işaret edilmesi gereken bir başka husus da tercümelerin bir neticesi olarak ilk dönem filozoflarının, tercümeler yoluyla aktarılan yanlış bilgilere bağlı olarak bir takım yanlışlar yapmış olmalarıdır. Bu bağlamda Aristoteles’e ait olmadığı sonradan ortaya çıkan bazı eserler ve buna bağlı olarak ona ait olmayan bazı görüşler Aristoteles’e nispet edilmiş
Meşşai Felsefesinin İslam dünyasında güçlenmesiyle birlikte ona karşı tepkiler ve eleştirler de oluşmaya başladı. Bu eleştirileri yapanlar arasında Eş’ariler ve Hanbeli hadisçiler ön sırada yer alıyordu. Gazalî’nin hakim felsefî görüş olan Yeni Eflatuncu felsefe anlayışına getirmiş olduğu eleştiri zannedilsıklıkla kullanan kimselerin gerçekte bunlarm anlamından bihaber olduklarından şikayet eder.
Aynı şekilde, İbn Sina’nın öğrencisi olan Levkerî’den felsefe dersleri alan İbn Gaylan el-Belhi (ö. 1190) de kendi zamanında birçok Müslümanm felsefecilerin tezlerin kabul etmeye ve onların sapkınlıklarını benimsemeye meyilli hale geldiklerinden bahseder. Belhi temel inançlarda yozlaşma tehlikesinin belirmeye başlamasından endişe duymaktadır. Ancak Belhi yine de felsefî düşüncelere meyleden kimselerin nübüvvete ve ahirete inandıklarından söz eder (Shihadeh, 2016: 246-247).
İbn Gaylan el-Belhi de Gazalî gibi insanların felsefeye olan ilgisini, aritmetik ve tıp gibi felsefî alanlarda çalışma yapan kimselerin bu alanlardaki kesinliği görünce, diğer felsefî alanlarda da benzeri kesinliğin olduğu sonucuna ulaşmalarına bağlar. Ancak Belhi’ye göre insanların felsefeden ve filozoflardan etkilenmelerinin başka sebepleri de vardır. Mesela ilm-i hilaf ile uğraşan fakihler, felsefecilerin kendi delillerinin kesinliğini ölçmek için bir yöntem kullandıklarını fark etmeleriyle birlikte mantık alanında araştırmaya başladılar ve bu araştırmaları esnasında da metafizik ve fiziğe ait örneklerle karşılaşınca bu alanlara da ilgi duydular. Bazı kelamcılar ise, kelamî çalışmaları esnasında bazı felsefî görüşlerin eleştirildiklerini gördüler. Ancak daha sonra bu görüşlerin îbn Sina tarafindan da tenkit edildiğini anlayınca İbn Sina’nın bu alandaki gücünü ve maharetini farkettiler ve onun eserlerini okumaya yöneldiler. (Shihadeh, 2016:247).
Gazalî çizgisinde eserler veren bir başka önemli düşünür de Fahreddin Razî ile yapmış olduğu tartışmalarıyla bildiğimiz ve yine Razî gibi îbn Sina’nın îşarât’ma yazmış olduğu eş-Şukûk ve ve’ş-şübeh alel-işârât adlı eseriyle bildiğimiz Muhammed b. Mesud el-Mesudî (ö. 1194)dir. Yukarıda görüşlerinden bahsettiğimiz Gaylan el-Belhî ondan saygıyla bahseder ve kendisini Gazalî ile eşdeğer bir konumda görür. Mesudî, söz konusu eserinde Gazalî’nin izinden giderek ibn Sina’yı eleştirir ve mçuu alternatif görüş ileri sürmeden İbn Sina’nın delillerini ve çıkarımlarını reddeder. Ancak onun bu eseri Tehaflit ile ile karşılaştırıldığında felsefî yönünün daha ağır bastığı ve daha fazla felsefe içerdiği ileri sürülmüştür. Ayrıca Gazalî’den farklı olarak İbn Sina’yı küfürle itham etmez ve hatta onun adını saygıyla anar (Shihade, 2016:253).
Gazalî’den sonra, Fahreddin Razî ve Nasırüddin Tusî (ö. 1274) gibi filozoflar felsefî düşüncenin yayılmasına ve pekişmesine oldukça önemli katkıda bulundular ve bu anlayışı sürdürecek öğrenciler yetiştirdiler.
Fahreddin Razî (ö. 1210) kendinden önceki dönemin entelektüel mirasını kısmen felsefi kısmen kelamî diyebileceğimiz bir tavırla sorgulayan, hikmet ve şeriatı, başka bir deyişle nebevi hikmet ile felsefe kanunlarını birleştirmeye çalışan bir kelamcı-filozof idi. Gazalî ile birlikte bir gerilim içinde de olsa birbirine gittikçe yaklaşan kelam ve felsefe Razî ile birlikte konulan ve metodları bakımından çakışma ve çatışmayı içinde barındıran bir noktaya ulaştı (Altaş, 2009: 15). Eserlerinde problemleri ele alırken kendinden öncekilerden ilmi bakımdan daha güçlü görüntü sergiledi. Her ne kadar çeşitli kitaplarında İbni Sina’nın görüşlerini güçlü bir şekilde eleştirdiyse de, aynı zamanda onun düşüncelerinin yayılmasına ve başka ilim alanlarıyla ve başka görüşlerle sentez ilişkisine girmesine katkıda bulundu. Esasında Eş’arî kelamını kelam alanında (ve felsefe alanında) nihai otorite haline getiren süreç Fahreddin Razî ile başladı (Yezdanpenah, 1391:9).
Razî hayatının erken dönemlerinde yazdığı Nihayetül- ukûl adlı eserinde kendinden önceki dönemlerin kelam anlayışına yakın dururken Mebahısü’l-meşrıkıyye’de ve daha sonra yazmış olduğu Muhassal ve el-Mulahhas ve Erbaîn gibi eserlerinde felsefi ve burhanî bir dil kullanır. Râzî, Mebahisü’l- meşrıkıyye kitabından sonra “saâdet ve kemâlin tahsilini araştırmak” anlamına gelen, varlığın hakikatinin bilgisini tahsil etmeyi temel hedef olarak belirlemiştir. Râzî, bu hedefin vahye dönük yönünü inkâr etmemekle beraber, bu yöne tâlî bir önem atfetmekte ve esas hedefi gerçekleştirmeye gayret etmektedir. Kelam artık dine nazari destek katkısında bulunan bir ilim olmaktan çıkmakta ve hatta vahyin kendisi bile düşünsel olgunlaşmanın nihai amacının araçlarından birisi haline gelmektedir (Shihadeh 2016:269).
Yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı bazı araştırmacılar, îbn Haldun’un (ö. 1406) Fahreddin Razî’ye yönelik felsefe ile kelamı birbirine karşıtırdığı yolundaki eleştirilerine katılmaz ve Razî’nin bu eserinin kelamla ilgili değil saf felsefenin konuları ile ilgili olduğunu söyler. Fahreddin Razî başlangıçta savunmuş olduğu görüşlerden önemli bir kısmını Mulahhas, Şerh-i İşarât ve Şerh-i Uyûnü’l-hikmede” değiştirmiş olduğu, başka bir deyişle erken dönemde savunduğu görüşlerinden bir kısırımdan rücû’ etmiştir (Razî, 1990: 73).
Daha önceki kelamcıların da kitaplarında benzer konuları ele aldıklarım düşündüğümüzde ve kitabın üçüncü kısmında filozofların ele almadıkları konuları ilahiyyât bahsinde ele aldığım düşündüğümüzde Mebahis’in salt felsefî bir eser olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Buna rağmen eserin daha öncekilerinden farklı bir biçimde felsefî konulara yer verdiği ve felsefî bir üsluba sahip olduğu söylenebilir.
Razî, Mebahis adlı eserinde birçok konuda îbn Sina ve Fa- rabî’nin görüşlerini eleştirir. Örneğin birinci kitab’ın beşinci kısmında Allah’ın varlığının O’na zaid olup olmadığı konusunu ele alırken her iki filozofu da eleştirir. İdealar konusunda, Fa- rabî’nin Platon ile Aristo’nun görüşlerinin aynı olduğuna dair görüşüne karşı çıkar (Razî, 1990:138).
Fahreddin Razî, muhakkik sıfatına uygun olarak sadece filozofları değil aynı zamanda birçok kelamcıyı da eleştirir. Mesela Razî’nin fikri gelişiminin ve izlediği metodun en önemli kaynağı olan Gazalî’yi bile eleştirmekte ve onun tarafindan ileri sürülen fikirlerin hiçbir değeri bulunmayan son derece zayıf olduğunu ileri sürer. Ona göre Gazalî temelde burhanı değil cedeli kullanmaktadır (Shihade 2016: 255).
Fahreddin Razî, İbn Sina’nın el-işarat’ının ders kitabı olarak okutulması geleneğini devam ettirmiştir. Razî her ne kadar hakikate ulaşmada felsefî ve burhanî yöntemi kabul etse de İbn Sina’nın ulaştığı sonuçların bir kısmını kabul etmedi ve burhanî yöntemle eleştirdi. Aynı şekilde Razî el-Mülahhas ve Mebahisül-meşrikiyye gibi eserlerinde felsefî meseleleri ele alıp tartışmıştır. Vefatından sonra da öğrencileri onun felsefe kelam ve fıkıh alanındaki görüşlerini geniş bir coğrafyaya yaymışlardır. Aynı şekilde onun muhtelif eserlerine yazılan şerhler de onun düşüncelerinin ve felsefî çalışmalarının Müslüman entelektüeller tarafindan önemsendiğini gösterir. Razî’nin belki felsefî kelam alanındaki en önemli başarısı hem kelamcı- ların hem de felsefecilerin delillerini çok iyi bilmesi ve bu meseleleri yeni bir yöntemle ele almış olmasıdır. Razî’nin bu yöntemi kendinden sonra gelen geniş bir düşünür kitlesini etkilemiş ve onlar da bu konuda Razî’nin tahkik ve nazar yolunu sürdürmüşlerdir. Bunlardan bazıları, Necmüddin Katibî (ö. 1277) Siraceddin Urmevi (ö. 1283) Kadi Beyzâvî (ö. 1286) Adu- diddin îcî (ö. 1355) Kutbuddin Râzî (ö. 1365) Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 1313) gibi düşünürlerdir (Arıcı, 2015: 314). Ömer Türker’in de ifade ettiği gibi Fahreddin Razî’den sonra felsefe ve kelam geleneği arasındaki yakınlaşma, teoriler çerçevesinde bir oluşuma yol açmıştır (Türker, 2019, 19). Osmanlı fikir coğrafyasında Razî tarafından eleştirilip bir bakıma temellük edilmeye çalışılan İbn Sina felsefesinin oldukça etkili olduğu bilinmektedir. Razî ekolü adıyla anılan ve Kemal Paşazade (ö. 1534), Molla Fenari (ö. 1431) Urmevi, Cürcani ve Tafatazani (ö. 1390) gibi alimlerin bulunduğu silsile, hoca talebe ilişkisi bakımından Razî’ye kadar uzanır. Fahreddin Razî ile birlikte İbn Sina felsefesi, kelamcılar tarafindan yöneltilen eleştiriler sonrasında kelamın hedefleri bakımından yeniden örgütlenerek Doğu İslam dünyasının temel paradigması haline gelmiştir (Al- taş, 2009:18). Bu paradigma felsefenin kelamın içine dahil edilerek temellük edilmesidir.
Razî’nin yaşadığı dönemde bir başka gelişme felsefî düşüncenin seyri açısından oldukça önemlidir. Kelamcılarının filozoflara yönelttikleri eleştiriler neticesinde Meşşai felsefenin İslam dünyasında zayıflamaya başlamasından sonra, îbn Arabi’nin tasavvuf felsefesiyle Şeyhu’l-işrak Sühreverdî’nin (ö. 1191) îşrak felsefesi güçlenmeye başlamıştır. îşrak felsefesi tasavvuf ile Meşşai felsefeyi uzlaştırmaya, ortak bir noktada buluşturmaya çalışmıştır (Razavi, 1997: 121). Sühreverdî’nin iş- rakiliği bir yandan Sufizme felsefî bir temel sağlamak suretiyle onun yüksek entelektüel çevrelerde meşrulaşmasını ve daha incelikli ve yüksek zevke hitap eden bir üslup kazanmasına sebep olurken diğer yandan da Meşşaî felsefenin kuru ve zevksiz olan üslubunun incelmesine, kendi bünyesindeki eksiklikleri gidererek, manevi bir boyut kazanmasına yol açtı. Kendisi de güçlü bir sentez olan İşraki Felsefe, Sühreverdî’den sonra da İran’da hep sentezlerle yoluna devam etti. Esasında etkisinin büyüklüğünün nedenlerinden biri de bu sentezleyebilme gücüdür. İşrakiliğin etkisini sadece onun geliştirdiği İşrakilik siteminin, daha sonraki dönemlerde bütünüyle benimsenmesi anlamında anlamamak gerekir. İran’da hakim olan Şiilik üzerinde büyük bir etki bırakmış ve Şii düşüncenin felsefî/irfanî bir zemine kavuşmasını kolaylaştırmıştır (Nasr, 2014: 476). Her ne kadar Meşşailiğe tepki olarak doğmuşsa da genel olarak değerlendirildiğinde Sühreverdî’nin işrakiliğinin akli düşüncenin irfanî-işrakî bir gelenek içinde muhafaza edilip geliştirilmesine katkıda bulunduğunu söylemek mümkündür.
İslam düşünce tarihinde bir sentez arayışına öncülük eden ve dini aklî ilimler alanında birçok eser kaleme alan ve
..
Şamil Öçal – İslam Düşüncesinde Hikmet Kelam ve İrfan,syf:73-85