Felsefe-Bilimin Olmazsa Olmazı:Dil
1-Kavramlar ve onların seslendirilmiş ifâdesi sözler, kurumlaşmış ve oturmuş olmalıdır. Bunu bütün büyük dillerde görürüz. Örneğin insanlar Kur’ânda ne söylendiğini aradan bin üç yüz, bin dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, anlayabiliyorlar. Arapca hâlâ konuşuluyor çünkü. Dilde kalıcılık önemlidir. Her dilde konuşma ile klasik yazı dili arasında farklar var. Babam, öğrenci olarak gittiği Almanyadan babasına yazdığı mektuba “velinimetim, muhterem pederim” diye başlayıp “hak-i pâyiniz, mahdumunuz” (“ayağınızın tozu, oğlunuz”) şeklinde bitiriyor. Babama “evde böylemi konuşurdunuz?” diye sordum. “Bu, yazı dilidir; konuşma dilini yazıya geçirmek, konuşurcasına yazmak ayıptı” cevabını verdi.
Konuştuğunu, yazı dili olarak kullanmak, tıpkı birinin sokakta geceliği veya pijamasıyla dolaşması gibidir. Yatak kılığıyla sokağa adım atılmaz. Eve misafir geldiğinde de giyilecek kıyafet ayrıdır. Bu ayırım kültürümüzde belirgindir. Harem ile selâmlıkta farklı kıyafetlere bürünülürdü. Yatak yahut harem kılığıyla selâmlığa çıkılmazdı.Dil de böyleydi. Kişilerin harem, yanî yakın insanların birebir ilişkilerinde kullandığı dil ile kamu alanında kullanılan dil vardı. Bahis konusu dil kültürleşmişlik seviyesini gösterirdi. Bu, imparatorluğun çok incelmiş dili Istanbul Türkcesiydi.
2-Kültürün yahut düşünce hayatının olgunluğu ile özgünlüğünü dil yansıtır. Bugün dilimizin büyük bir bölümü yabancı kelimelerden oluşmuştur. Bu durum, birçok şeyi kendiliğimizden ortaya koymadan süreklice aldığımızın ve bu aldıklarımız üzerinde düşünmediğimizin göstergesidir. Onca büyük bir düşünme tembelliği ile âtıllığı söz konusu ki, ecnebî dillerden gelen kamyon, otobus, radyo, televizyon gibi kelimelerin Türkce karşılıklarını aramaksızın tercüme dahî etmiyoruz. Bu da, tabiatıyla Türkiyedeki felsefe çalışmalarını sekteye uğratmıştır.
3-Düşünce kavramlı bir yapıdır. Önermeler ile kavramlar arasında kurulan bağlarla anlam yapılanmaları ortaya koyulurlar. Kavram tarife dayanır. “Su nedir?”, “proton nedir?” gibi sorulara cevap verirken nesnelerini tarif eder, onlara bir sınır çizeriz. Kavramlar arasında belli bir sınır vardır. Bunları ayırt ettiğimizde açıklık kazanırlar. Descartes, kavramlarda açıklık ile seçiklik şarttır, der. Zirâ kavramlar açık seçik değillerse, bunlarla ifâde ettiklerimiz belli bir konuya, nesneye yahut hedefe yöne yönelmezler. Açık seçiklikten yoksun kavramlar kalıcı değildir; uçucudurlar. Kavramların önemlerini kaybettiği toplumlar, afyon yutmuş hâle gelirler. Günümüz Türkiyesinde gördüğümüz manzara buna benzer bir durum arzetmektedir.
4-Cemil Meriç’in deyişiyle sözler, namusumuzdur. Kimsenin bunları değiştirmeye ne hakkı ne de yetkisi olmalı. Bugünse kavramların ağırlığının kalmadığına ve belirli bir olayın yahut nesnenin kavramına kiminin A, kiminin B, kimisinin de F diyebildiğine şahit oluyoruz. Meselâ ‘hayat’ ile “yaşama’ kelimelerini taşıdıkları tasavvur güçleri açısından karşılaştırdığımızda, “hayat” kelimesinde bin küsur yıllık bir kültürün işleyip belirlemiş olduğu bir tasavvurgücü saklıdır. Yaşamanınsa tasavvurgücü yok. İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu oturulmuş, aileye iyi ve kötü günlerde ocak, barınak olmuş bir evle, yurtla, yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fabrika mekânı gibidir. Dile yeni kelimeler tabiî ki girip yerleşecektir.
Sözgelişi hepi topu otuz yıl önce bilgisayar, on altı yıl önce cep telefonu varmıydı? Bu ihtiyâçlar yerinde sözlerle doldurulmuşlardır. Geçmişte olmayıp da ortaya çıkan yeni bir araçiçin söz elbette türetilir. Ancak bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da âşikârdır.
Konunun dışında kaldığından, bunlardan bahsetmeyi başka zamana bırakıp varolan kelimelerin neden değiştirildiği sorusuna dönelim. Meselâ niye cevhere “töz’ denilmeğe çalışılıyor? “Cevher’, felsefe dışında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bildiği ve bin yıldır kullandığı bir kelimedir. Ayrıca cevher kelimesini “bu çocukta cevher vardır” gibi çeşitli anlamlar ile konularda kullanıyoruz. Cevher ile töz kavramları ayrı nesneleriçin adlandırılabilir.Örneğin töz kelimesinden bilimde, özellikte de kimyada faydalanılabilir. Cevherse bâhusus metafizik alaniçin söz konusudur. Bu ifâdeler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Bu başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması da dille başlar.
5-Bugün dille, kavramlarla ilgili çok büyük karışıklıklar söz konusudur. Zâten en ihmâl ettiğimiz olay dilimizdir. Dilimizi bu kadar ihmâl ettiğimizden ötürü de bilgilerimiz çok karışıktır. Bilgilerimiz çok karışık olunca da, hayatımızın bir düzene girmesi beklenemez. Yanî geri kalmışlığımızın sebeplerini arıyorsak bunların başına dildeki kargaşayı yerleştirebiliriz. Çünkü bu durum, anlaşma imkânını ortadan kaldırıyor. Meselâ duymak, hissetmek demektir. İşitmek demek değildir. Her nedense işitmeyi duymakla karıştırıyoruz. “Beni duyuyormusun?” denildiğinde bu sorunun anlamı “Beni hissediyormusun?” demekki “beni işitiyormusun?” değil. İşitmek ses yoluyla Olur ve duyumlamanın bir çeşididir. Koklamak, tutmak gibi.
Dilimiz nice sağlamsa, sağlam bir dile dayanıyorsak ve iyi bir dil öğrenimi görmüşsek anlam karışıklıklarına düşme tehlikesinden de onca uzaklaşırız. Bunlar birbirleriyle düz orantılıdırlar. Dil seviyesi yükseldiği ölçüde anlam karışıklığı azalır. Dilin zayıf olduğu, çürük olduğu ortamlarda anlam karışıklıkları çok artmaktadır. Bütün kavgaların, karışıklıkların, çekişmelerin kaynağı anlam karışıklığımıdır? Değildir tabîî. Büyük ölçüde menfaat çatışmaları da söz konusudur.
6-Bazıları dili, anlamlar müphemleşmesin diye çok kuru kullanırlar. Bunun şampiyonu da Aristotelestir. Bir ölçüde İbn Sinâ da böyledir. Kupkuru dili olmakla birlikte, aynı zamanda müthiş derinliği vardır. Örneğin, Kant’ın İngilizce tercümelerini daha iyi anlıyorum. Buna mukabil Almancadaki derinliği orada asla bulamıyorum.
7-Bazı dillerin mensupları, o dillerin fetişisti olmuşlardır. Fransızca, Arapça böyledirler. Sonuçta bu dillerde eser vermiş fılosofların o dili kötü kullanması mümkün değil.Ben Fransızcanın içine doğmuşsam, hastası olmak mecburiyetindeyim. Dilime saygımın baş göstergesi, kelimelere hürmet etmektir. Koskoca ulu çınara balta sallamak neyse, keyfince kelime tasfiye etmek odur. Her söz tasavvura bürünmüş resimli tarihtir. Onda koca bir tarihin geçit resmini görürüz.
Büyük diller içinde en gadre uğramış, bakım görmemiş olan Türkcedir. Yeryüzünde Türkce kadar bilinçsizce yıpratılıp tahrîb edilen bir başka dil yok. Türkceyi anadil olarak kullananlar, dillerine inanılmaz derecede nâdan, nobran ve kaba davranmışlardır. Bu nobranlık bugün artarak devam etmektedir. Öncelikle kaybettiğimiz dil bilincini kazanmalıyız. “Bu, dilimdir; buna şefkat ile itinâ göstermem lâzım. En önemli varlığım, budur.” Bunlar, mübâlağa değil. Kişiye hayatta en değerli varlık dili ile annesidir. Bunlar maddî ‘ile manevî manâda kişiye hikmet sebepleridir. Dil olmasa ne düşünebilirim ne de merâmımı ifâde edebilirim. Ama böyle bir şükran duygusunun beslenip sergilendiğini görmüyoruz. Bazı dillerde bu çok fazladır. Meselâ Rusca, Arapca, Fransızca, Farsca, Bengalce ile İngilizcede çok yüksek, Almancada nisbeten azdır.
8-Bu hususta aydınlarımıza çok iş düşmektedir. Genellikle bugün aydından anlaşılan, okuduklarını sindirmemiş, Türkce yerine saçmasapanca konuşup yazan, bilgiçlik taslayan, üstünkörü, klasik kültür değerlerimize yabancı, bu yüzden de düşman biri olma keyfiyetidir. Hâlis aydınsa, geniş çaplı hayat tecrübelerinden hareketle yaşadıklarını, yaşantıları ile okuduklarını özgünce terkiplemiş kişidir. Bu, geçmiş çağların bilgesidir. Önemli olan, özgün terkipten yeni bir bakış açısının çıkmasıdır. Büyük insan dediğinizde, aklıma gelen en çarpıcı örneklerden biri Einstein’dır.
0, küçük yaşlarda Kant’ı, Schopenhauer’ı (1788-1860) okuyan ve onların ilhâmıyla özel ve genel görelilik teorilerini ortaya koyan kişidir. Okuduğunuz eserlerden hareketle doğrudan doğruya bir şey kuramayabilirsiniz. Ne var ki önemli olan, okunan eserlerin olağanüstü dıkkat yoğunlaştırmasına götümesi ve birer esin kaynağı olmalarıdır.
Ş.Teoman Duralı – Felsefe Bilimin Odağında Metafizik,syf.65,69