Ehl-i Hakikate Göre Muhabbet ve Nevileri

981441_1997 Ehl-i Hakikate Göre Muhabbet ve Nevileri

Şeyh Ebû Hafs Ömer ibnu 1-Fârız[I] hazretleri —ki 576’da Kahire de doğmuş, 632’dc yine orada vefat ederek türbe-i mahsusa dahilinde medfun bulunmuştur— sofiyye ricali arasında âşıkane ve ârifâne sözleriyle şöhret almıştır.

Taklit edilemeyecek şiirleri ihtiva eden ve Mısırda tekrar tek­rar basılan Divan mın çok sayıda şerhi, Kaside-i Hamriyyesiyle, Kaside-i Tâiyyesinin de ayrıca izahları vardır.

“Biz» sevgilinin yâdı ile öyle bir anda şarap içtik ve sarhoş ol­duk ki o vakit daha üzümün asması yaratılmamıştı” mealiyle başla­yan Kaside-i Hamriyye 817de2 Horasan’ın Cam kasabasında doğan ve 898’de Herat şehrinde irtihal eylemiş olan Mevlânâ Câmî 3 ta­rafından da şerh edilmiştir. Hamriyye şerhine Levâmi’ adını veren Hazret-i Câmî kasidenin beyitlerini şerhe başlamadan evvel “Lâmia” serlevhaları altında birçok hakikati yazar:

Orta kıtada(2)  70,80 sayfalık bir kitap teşkil eden Levâmi’mer­hum üstadım mesnevihan Mehmed Esad Dede Efendi[4] ve esbak[5] Şeyhu 1-Harem Giritli merhum Ahmed Muhtar Bey’in[6] himmet­leriyle hicri 1309 (1891/1892) senesinde bastırılan Mecmua-i Molla Cami arasında tab’ edilmiş, üstat merhum tarafından Fatih Camisi’nde tedris olunmuştu.

Ibn i Fârız ve Mevlânâ Câmî gibi iki ekber ârifin nazım ve şerh yâdigân olan ve Esad Dede gibi bir üstad-ı âzamin tab’ ve neşr edi­len eseri olan Levâmiyi Türkçcye nakil için vicdani bir arzu duy­muş» nâzım, şârih ve tâbi haklarındaki hürmet ve muhabbetimle acziyetimin büyüklüğüne galebe çalmak niyetiyle tercümeye baş­lamış ve bitirmiştim. Bahsin derin olması tercümenin muğlak ol­masına neden oldu. Bundan dolayı özür dilerim. Şu satırları ora­dan naklediyorum:

Hazret-i Câmî şerhinin mukaddimesinde der ki:

“Muhabbetin aslı ile furunun1 taksiminden evvel maksada girişmek, yani İlâhî aşk şarabından bahseden bir manzumeyi şerh eylemek doğru olamayacaktı. Onun için ilk önce sofiyye taifesinin muhabbete dair sözlerinden bazdan ‘Lâmia’ başlığı altında zikre­dilecektir. O kelimatın ‘Lâmia’ serlevhasıyla yazılması da onların zevk ve vücut erbabına keşif ve şühut2 nurlarından lemean3 eyle­miş bulunmasına işarettir.”

Lâmia

Cenab-ı Hakk, ezel-i âzâlde4 ve “Kânallahü ve lem yekun maahu şey’un” yani “Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu” âleminde iken kendini kendi bilir, kendinin cemâl ve ke­malini kendinde görürdü. Bu biliş ve bu görüşle çeşit çeşit sıfatla­rının şuûnunu7 da gayrın ve

gayrılığın zuhuruna muhtaç olmak­sızın bilir ve görürdü.

————-

1.Füru: İkinci derecede olan meseleler, asıldan ayrılan kollar.

2.Şühut: İlâhî tecellîlere şahit olma.

3.Lemean: Parlama, parıldama, parlaklık.

4.Ezel-i azal: Ezellerin ezeli.

5.Şuûn: İşler, fiiller, hadiseler.

—————-

Lâkin bu “kemal-i zari” zımnında bir “kemal-i esmâî” müşa­hede ederdi ki o da nisbeten gayrın itibarına bağlı idi. Sofiyenin büyükleri buna “kemal-i cilâ ve istida” derler.

Kemal-i cilâ: Ruhen, misalen ve hissen hükümler ve eserler itibarıyla mütehalif1 olan varlık mertebelerinde ve yaratılış aynala­rında hakkın zuhurudur.

Kemal-i istida ise: Hakk’ın bu mertebelerde kendini müşa­hedesidir. Yani cem’-i ehadiyyet makamında kendini kendi ile gör­düğü gibi tafsil ve kesret mertebelerinde de kendini gayr ile ken­dinde yahut kendi ile gayrında veyahut gayrı ile gayrında görmesidir işte “kemal-i zatî”de “kemal-i esmâî’ye evvelâ şuur dolayısıyla bunun tahakkuk ve zuhuru için bir hareket, bir meyil ve talep hu­sule geldi. Bu meyil, talep ve istek ise bütün aşkların ve bütün mu­habbetlerin mayası oldu. Bütün aşklar, bütün muhabbetler, bütün meveddetler2 ve bütün meyiller de ondaki taayyünatın3 suretlerini ve takayyüdatın4 mertebelerini teşkil eyledi. Bütün hüsünler, bü­tün cemâller, bütün faziletler ve kemaller, İlâhî cemâl ve yüce bü­yüklüğün sığınağı olan Allah’ın kemalinin furuğu ve [zaten kendi­lerinin de] füru oldukları gibi.

(İslâm Yolu, Sayı: 23, Yıl: 1,10 Mart 1949, s. 3)

———

1.Mütehalif: Birbirine uymayan, uyuşmaz, farklı.

2.Meveddet: Sevme, sevgi, muhabbet.

3.Taayyün: Eşyanın Hakk’ın zâtından zuhur ve tecellî yoluyla ortaya çık­ması anlamında tasavvuf terimi.

4.Takayyüd: Bir şekil ve kayıtla zuhur etme, belirme, taayyün etme, mu­kayyet olma.

———

2.

Lâmia

Ehadiyyet makamındaki bu muhabbet, diğer İlâhî sıfatlar gibi zatın aynıdır. Zat-ı Ehadiyyetin, bîsıfatlık sıfatında ve bînişanlık ni­şanesinde bulunan mahiyetini beyan için ilmin ve aklın kelimeleri bir araya getirecek lisanı olmadığı gibi, hakikatini bulmak için zevk ve marifetini de işarete imkân yoktur. Ehadiyyetin kutsiyet, celâl ve azameti, eteklerine vehim ve havâs tozunun yükselmesinden; şerefe süs veren şerefesi de fikr ve kıyas kemendinin kendisine yaklaşabil­mesinden müteâlidir.1 Yani Hakk Subhanehu ve Teâlâ’nın zatı; ne akıl ve ilim ile bilinir, ne de zevk ve marifetle idrak edilir.

Lâkin ” Vahidiyyet* mertebesi böyle değildir. Orası zat ile sıfatın birbirinden hatta sıfatların birbirinden mümtaz2 bulunduğu bir ma­kamdır. Onun için marifeti elde etme yolu, ilim ve basiret erbabına açıktır. Fakat bu marifette [anlaşılması zor] bir sır, vicdanî ve zevkî bir emir vardır ki tadılmayınca bilinmez, bilinince de söylenilmez.

Muhabbetin Nevileri

Muhabbet, Cemil-i Hakiki Azze Şanuhu3 Hazretlerinin ceman4 ve tafsilen5 kendi cemâline6 meylidir. O da ya “makam-ı cem’den ceme” yani “Hakktan Hakka” olur ki kâinatın tavassutu7 olmak­sızın Zâtın cemâlinin Zât aynasında şühududur.8

Yahut o meyi “makam-ı cem’den tafsile” yani “Hakk tan halka” olur ki yegâne Zât’ın hadsiz ve nihayetsiz olan mezahirde 9

———-

1.Müteâli: Yücelmiş, tecrübe sınırlarını aşan, aşkın.

2.Mümtaz: Seçilmiş, seçkin, imtiyazlı.

3.Azze şanuhu: Çok aziz ve kıymetli olan Allah.

4.Ceman: Toptan, hep birlikte, cümleten.

5.Tafsilen: Tafsilatlı olarak, bütün ayrıntıları ile.

6.Cemâl: Allah’ın “Cemil” diye isimlendirildiği ve Zât’ının, Resulünün dilinden her şeyde tam manasıyla sevmesiyle vasıflandırdığı cemâl, ilahı bir vasıftır. Allah’ın lutfedici sıfatlarının bütünü ve bu sıfatlarının gereği olarak güzellik ve rahmetle tecellisi.

7.Tavassut: Arabuluculuk etme, vasıta olma.

8.Şühud: Allah’ın zuhur ve tecellilerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder.9.Mezahir: Ortaya çıkma, görünme, tecellî etme yerleri, zuhur etmiş şey- ler, varlıklar, mevcudat.

——–

kendi cemâlinin lemeatını1 ve kendi sıfatının kemalini müşa­hede etmesidir.

Yahut o meyi “tafsilden tafsile” yani “halktan halka” olur ki in­sanların pek çoğu, Cemâl-i Mutlak’ın aksini mahlûkat aynalarında görür. Zail2 ve mukayyed3 güzelliği maksud-i külli4 sanır. Visal lez­zetine kanaat eder, ayrılık mihnetiyle de müteellim5 olur.

Yahut o meyi “tafsilden ceme” yani “halktan Hakka” olur ki bazı havas, eserlerin ve fiillerin kayıdarından kurtulur, şüun6 ve sıfat hicaplarını yırtar, teveccühünün kıblesi ancak Zât-ı Mü- teal7 olur.

Lâmia

“Innallâhe cemîlün yühibbül cemâl”8 hükmünce mu­habbet, Cenab-ı zul-Celâl ve’l-Cemâl’in zatî sıfatıdır, insanı da “Innallâhe haleka Âdeme alâ sûretihi” yani “Allah, Âdem’i sureti üzere halk eylemiştir” kelâmı mucibince yaratmış, ona ezelî sıfatlarının hil’atini9 giydirip kuşatmıştır. Bu nedenle insa­nın hüsn ü cemâle10 meyletmesi, mukteza-yi aslîsi, fazilet ve ke­male müncezip11 olması da çelil12 olan siretinin13 icabıdır. Varlık

——

1.Lemeat: Parıltılar.

2.Zail: Devamlı ve kalıcı olmayan, sona eren, yok olan.

3.Mukayyed: Bir şarta veya şartlara bağlı olan, başka bir şeye bağlı ve muh­taç olan.

4.Maksud-i külli: Varılmak, elde edilmek istenen maksatların, gayelerin hepsi.

5.Müteellim: Elemli, kederli, elem duyan.

6.Şüun: İşler, olan şeyler, hâdiseler.

7.Zât-ı Müteal: Yücelerin yücesi, her şeyden yüce, pek ulu olan Zât, Allah.

8.“Allah güzeldir, güzelliği sever.” Hadis i Şerif.

9.Hil at: Birine iltifat veya mükâfat olarak giydirilen, kürklü veya işlemeli kıymetli kaftan.

10.Hüsn ü cemâl: Güzellik, yüz güzelliği, güzelin güzelliği.

11.Müncezip: Bir şeye, bir tarafa doğru çekilen, tutkun.

12. Çelil: Çok yüce, ulu, kadri ve mertebesi yüksek.

13. Siret: Bir kimsenin ahlâkı, sedyesi, karakteri, dışa akseden davranışı.

———

mertebelerinin her birinde gördüğü cemâle gönül verir ve ona taalluk1 peyda eder.

Muhiblerin2 muhabbet derecelerinin, mahbubların melehat[3] tabakalarına göre olduğunda şüphe yoktur. Mahbubun[4] güzelliği kıymeti ne kadar yüksek olursa, muhibbin himmet ve muhab­beti de o nispette âli olur.

(îslam Yolu, Sayı: 24, Yıl: 1,17 Mart 1949, a» 3)

3.

Bu himmetin en yüksek derecesi “muhabbet-i zatiye”dir ki ta­lip olan muhibbin kalbinde mahbub-i Hakk[5] ve madûb-i Mutlaka[6] karşı bir meyi, bir taalluk, bir incizab,[7] bir taaşşuk[8] husule gelmesi­dir. O taalluk ve muhabbet kendiliğinden o suretle alınır ki muhib o alışın def’ine çare bulamaz. Bunun ne sebebini tayin, ne de matla- bını[9] temyiz edebilir. Nasıl ve niçin sevdiğini bilemez. Kendisinde bir incizab duyar, lâkin nereden nereye olduğunu idrak edemez.

Sorsan bana izah edemem ben neni sevdim

Bir anladığım var ise ancak seni sevdim

———–

[1] Taalluk: İlişik, ilgi, bağ.

[2 Muhib: Sevgi duyan, sevgi besleyen, âşık, yâr. muhib (muhibb) keli­mesi, başlangıçta sevgi üzerinde fazla duran ilk sûfîler tarafindan ‘aşık” mânasında kullanılmıştır. Bu dönemde aşk yerine hub ve mahabbet (mu­habbet), âşık yerine muhib terimleri görülmektedir. Muhib terimi, tari­katlar döneminde bir tarikata intisap etme hazırlığında olan kişiler için de kullan dm ıştır.

[3.] Melahat: Güzellik.

[4 Mahbub: Sevilen kimse, sevgili.

[5] Mahbub-ı Hakk: Hakk’ın sevgilisi, Hz. Muhammed (s.a.v.).

6. Madûb-i Mutlak: Mutlak olarak talep edilen, varılmak istenen gaye, Al­lah,

[7 İncizab: Bir şeyin cazibesine tutulup ona doğru çekilme, cazibesi sebe­biyle ona doğru meyletme.

[8] Taaşşuk: Âşık olma, gönül verme.

[9] Matlab: İstenilen, talep edilen şey, istek, meram.

İnceleyin:  Hz.Ali'nin ''Perde kalksa da benim yakinim artmıyor'' Ne Demektir ?

————-

Bu muhabbetin sıhhatine alâmet: Mahbubun va’d1 ü vaid,2 takrib3 ü teb’id,4 i zaz5,  ü izlâl,6 hidayet7, ü ıdlâl” gibi karşılıklı sı­fatlarının muhibbe müsavi olmasıdır. Keza kahr ü celâl eserlerinin acılığını duymak, lutf ü cemâl sıfatının halâvetini9 utmak kadar kolay bulunmalıdır.

Lâmia

Muhabbet: İki muhib arasındaki münasebetin semeresi ve it­tihada badi olan hâlin imtiyâza bâis bulunan hâle galebesidir. Zâti olan mahabbet için zatî münasebet olması da zarûridir.

Hakk ile abd arasında iki türlü zatî münasebet olabilir.

Birincisi: Vucudî tecelli karşısında abdin ayn-i sâbiti,10 mir ariyet cihetiyle ve mazhariyet haysiyetiyle zayıf bulunur, imkan ahkamının çoğu ile mertebeler silsilesinin havas ve vasıtaları ondan müntefi11 olur. Bundan dolayı vuku bulan tecellinin, abdin taayyün ve ta- kayyüdü vasıtasıyla zuhuru, zatındaki kudsiyete ve aslındaki taha­rete tesir ve tağyir12 meydana getiremez. İlahî mukarreblerin ve

———

1.Va’d: İlâhî emirlere uyan bir kimseyi cennetle müjdeleme.

2.Vaid: iyiliğe yöneltmek ve kötü şeylerden sakındırmak için bir kimseyi cehennem azabı ile korkutma.

3.Takrib: Yaklaştırma.

4.Teb’id: Uzaklaştırma.

5.İzaz: İkram etme, saygı gösterme.

6.İzlâl: Alçaltma, küçük görme, tahkir etme.

7.Hidayet: Doğru yolu gösterme, hakka sevk etme.

8.Idlâl: Doğru yoldan çıkarma, saptırma, dalâlete düşürme.

9.Halâvet: Tatlılık, hoşluk.

10.Ayn-i sabit: Eşyanın görünür hale gelmeden önce Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcudiyeti, zâhir olan varlıkların Allah’ın ilmindeki mahiyet­leri, gizli hakikatleri. Mümkün (sonradan yaratılmış) varlıkların Allah Teâla nın ilminde sabit olan hakikatleridir (ayrılarıdır).

11.Müntefi: Yok olan, ortadan kalkan, görünmez olan.

12.Tağyir: Değiştirme, başka şekle sokma.

———–

Rabbani meczubların kemal ve noksan hususundaki farklılıkları­nın sebebi bu olabilir.

Münasebet için diğer bir sebep de: Abdin İlâhi mertebe cemiyetinden1 haz ve nasibi hasebiyle, yani İlâhi ahlâk ve sonu ol­mayan vasıflar ile ahlâklanması itibarıyladır. Bunda da cemiyetin farklılığına göre aralarında fark meydana gelir. Yani her kimin cemiyet dairesi geniş ise bu münasebet hazzından istifadesi de fâzladır.

İşte şu iki münasebeti cem’ edebilen mahbub-i Hakk’tır ki kemal-i mutlak ondadır. Ahkâm ve levazımıyla beraber Zat ve Ulûhiyetin beraber hakikî mir ati odur. Belki vücub ve imkan mer­tebelerini kendisinde toplayan bir berzah; kıdem ve hudus2] âlemleri arasında bir aynadır. Bir taraftan lâhutî sırlara[3] mazhar, diğer taraf­tan nasuti[4] eserlere mecma’dır.[5]

Lâmia

Muhibb-i zariyenin İkincisi: Marifet, şühud, kurb, vusul gibi Hakk Subhanehu ve Teâlaya küllî ihtisası ve tam irtibatı bulunan umur vasıtasıyla muhabbettir.

Birinci dereceye nisbetle mütenezzil[6] ve malûldür.[7] Zira birinci mertebede muhibbin vukufu Hakk ile, bunda ise Hakktan olan

——-

1.Cemiyet: Allah’tan başka her şeyden yüz çevirerek, Yüce Allah’a yönelme sırasında dikkati toplama ve bu anda kalbin tefrika halinde olmamasıdır. Cemiyet Allah’ın zikri ile beraberdir. Zikir kaybolunca, cemiyet de kay­bolur.

2.Hudus: Âlem ve içindeki varlıkların sonradan yaratılması, gizlilikten açığa çıkması, görünmezken görünür duruma gelmesi keyfiyeti.

3.Lâhut: İnsanın İlâhî ve manevî yönü anlamında bir tasavvuf terimi.

4.Nasut: İnsanın beşerî ve cismanî yönünü ifade eden bir tasavvuf terimi.

5.Mecma: Toplanma yeri, kavuşma, birleşme yeri, kavuşma noktası.

6.Mütenezzil: Kendisine yakışmayacak işler yapan, alçalan, değer ve seviye kaybeden.

7.Malûl: Hasta, sakat, illetli.

———

hazzı iledir. Vukuf maal-Hakk1 ile vukuf maal-haz[2arasında da pek çok fark vardır. Bu ikinci mertebe, evvelkinin aşağısında olmakla beraber ondan sonraki mertebeye nisbetle galidir[3] ki yiyecek, içe­cek, giyecek, binecek gibi acil maksatları elde etmek ve huri, cen­net, gılman, vildan gibi acil taleplere ermek yollu Hakka irtibat ve ihtisası olmayan işlerin vasıtasıyla gerçekleşen muhabbettir. Vukuf maal-Hakk ile vukuf maal-haz arasında fark olduğu gibi ondan hoş­nut olma ile nimetlerinden hoşnut olma arasında da sayısız, hesap­sız fark vardır. Zira, o mertebenin sahibi hakikatte dünya rahatıyla âhiret lezzetini mahsut[4 edinmiş, Hazret-i Hakk’ı ise bunların hu­sul ve vusulüne vasıta bilmiştir. Aslî talebin, ârızî[5] taleplere tabi kı­lınmasından, hakikî maksadın mecazî maksatlara tufeyli[6] tutulma­sından daha fahiş bir aldanış olur mu?

Lâmia

Muhabbet-i zatiyenin birinci derecesinin aşağısındaki merte­beler: Esmaî ve sıfatı yahut ef’alî ve âsârî muhabbet kabilindendir.

Esmaî ve sıfatı muhabbet: Mahbubun esma ye sıfatından if- dal[7] ve in’am,[8] izaz ve ikram gibi bazılarını onların zıtlarına mu- hibbin tercih eylemesi, fakat bu hususta o esma ve sıfatın eserleri­nin onaya çıkmasını mülâhaza[9] etmemesidir.

Ef alî ve âsârî muhabbet ise: Yine muhibbin tercih eylediği esma ve sıfatın fiilî eserlerini beklemesidir.

————

[1] Vukuf maal-Hakk: Hakk ile vukuf.

[2] Vukuf maal-haz: Haz ile vukuf.

[3] Gali: Değerinden çok pahalı olan, kaynayan, galeyan eden.

[4] Mahsut: Kıskanılacak bir halde veya bir mevkide bulunan, kıskanılan, haset edilen şey veya kimse.

5. Arızî: Aslında bulunmayıp sonradan olan, gelip geçici, muvakkat.

6. Tufeyli: Sonradan eklenen, sığıntı.

[7] İfdal: Lütfetme, bağışlama, lutuf ve bağış.

[8 İnam: Lutuf, ihsan.

9. Mülâhaza* Düşünce, etraflıca ve iyice düşünme.

———

Hûda-yi Lâyczale1 karşı bu muhabbet, zevale, tagayyüre2 ve in­tikale maruzdur» Yani mahbub, muhibbin taalluk eylediği övülmeye lâyık sıfat ve beğenilmiş fiiller ile tecellî ettikçe muhib, olanca kasd ve himmetiyle ona müteveccih bulunur ve sarılır. Lâkin arzusuna mülâyim ve rızasına uygun olmayan sıfat ve fiiller ile tecelli ederse on­dan tamamıyla yüz çevirir ve sakınır. “Kemâkale teâlâ ve minennâsi men ya’büdullâhe ala harfin fein esâbehu hayren ıtmenne bihi ve in esâbethü fitneten inkalebe ala vechihi” yani “İnsanlar arasında öylesi var ki Allah’a bir maksat uğrunda ibadet eder. Eğer kendi­sine hayır vaki olursa itminan kazanır, şayet bir fitneye maruz ka­lırsa ve beklediğinin aksi çıkarsa yüzünü çevirir ve sırtım döner.”

Muhabbet mertebelerinin en aşağı derecesi: Muhabbet-i aşariye, onun mütealliki3 da “cemâl-i âsâr”dır ki “hüsn” ile tabir edilmiş ve tenasüb kalıbına üflenmiş ruh ile izah ve tefsir edilmiş­tir. Hakikatte vahdet sırrının kesret suretinde zuhurudur.

Cemâl-i asar: Ya manevî ve ruhanî olur. Kamil ve mükemmil4 olanların ahlâk ve evsafındaki tenasüb ve adalet gibi ki bun­lar, talib ve mürid olanların iradelerine müteallaktır5 ve yine o talib ve müridler, bunların iradesi ve ihtiyarı uğrunda kendi irade ve ihtiyarlarını feda ederler.

Cemâl-i asar: Yahut suri6 ve gayr-i ruhanî olur. İnsanî unsu­run 7 suretlerinden bazılarında görülen suretin tenasübü ve hüsn ü melâhat8 gibi.

İnsanî unsurda sıfât-ı cemâli müşahede eyleyenler dört tabakadır:

————

1 Huda-yi Lâyezal: Ebedî, zeval bulmaz Huda, Allah.

2.Tagayyür: Değişme, başkalaşma.

3.Müteallik: Ait, dâir, ilgili, alâkalı.

4.Mükemmil: Tamamlayan, tamamlayıcı.

5.Müteallik: Bağlanılan yer, taalluk edilen yer.

6.Suri: Surete ait, suretle, şekille ilgili.

7.Unsur: Esas, kök, asıl, soy; şeref ve asalet

8.Hüsn ü melâhat: Güzellik, yüz güzelliği.

———–

Birinci tabaka: Güzel ruhları şehvet lekesinden musaffa1 ve te­miz kalpleri tabiat kirinden müberra[2bulunan ruşen[3] dillerdir. Bun­lar halk edilmiş varlıklarda ve varlık âleminin aynalarında Hakk’ın yüzünden başkasını görmezler ve cemâl-i mutlaktan başkasını mü­talaa etmezler. Aşk ve muhabbette güzel şekillere ve yakışıklı suret­lere mukayyed değillerdir. Belki âlemdeki her suret, kendi üzerle­rinde aynı tesiri icra eder.

İkinci tabaka: Ya vasıtasız İlâhî inayet ile, yahut riyazat[4] ve mü- cahedat[5] tesiriyle nefsi, kesret ahkâmından ve tabiatın zulmet ve küduretinden[6] safiyet kazanan pakizelerdir. Bunlarda tabiatın hü­kümleri külliyen zail olmamıştır. Hal ve şanlarına göre mücerred manâların tecelliye mazhar olmaksızın idrak etmeleri kendileri için mümkün değildir. Bundan dolayı İlâhi mevcudatın etemm[7] ve ek- meli[8] bulunan insan mazharındaki suret güzelliği ile bunların kal­binde aşk ve şevk ateşi parlar. O ateş; tefrika alâkalarını yakar, itti- had mayasını kuvvetlendirir. Sonra o mazhara olan meyil ve taalluk kesilir. Cemâl-i Mutlak’ın sim, hüsnü mukayyed[9] suretinden te- cerrüd[10] [11] eder. Nihayet müşahede kapılarından bir kapı açılır, ânzî11 olan mecazî aşk, aslî ve hakikî bir muhabbet olur.

{İslâm Yolu, Sayı: 25, Yıl: 1,24 Mart 1949, s. 2,4)

———

[1] Musaffa: Yabancı maddelerden temizlenmiş, an duru ve saf duruma ge­tirilmiş, analmış, tasfiye edilmiş.

[2] Müberra: Arınmış, arındırılmış.

[3] Ruşen: Parlak, aydın, aydınlık.

[4] Riyazat: Az yiyip içme, az uyuma, çok ibadet etme, nefsin arzuladığı şey­lerin aksini yapma, dünya lezzetlerinden sakınmak suretiyle nefsi terbiye etmek, ahlâkı güzelleştirmek için yapılanlar.

[5] Mücahedat: Benlik ve bencillikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalış­malar, uğraşmalar.

6. Küduret: Tasa, gam, kaygı, bulanıklık.

7.Etemm: Çok (daha, en, pek) tam, eksiksiz, kusursuz.

[8] Ekmel: Çok (daha, en, pek) kâmil, mükemmel, kusursuz.

9.Mukayyed: Bir şeye veya kimseye maddî yahut manevî bir bağla bağlan­mış olan, bağlı, kayıtlı.

[10] Tecerrüd: Uzaklaşmış olma, uzaklaşma,

[1] Arızî: Aslmda bulunmayıp sonradan olan, gelip geçici, muvakkat.

———-

4.

Üçüncü tabaka: Adem-i terakkiye,1 belki de ihticaba[2] maruz kalmış olanlardır. Büyüklerden bazdan “Neûzü billâh iş mine’t- tenekküri ba’de’t-tearüfi ve mine’l-hicâbi ba’de’t-tecelli” yani “Tanıştıktan sonra yabancı kalmaktan ve tecelliye mazhar ol­duktan sonra hicaba uğramaktan Allaha sığınırız” diye bu hal­den istiaze[3] etmişlerdir.

İnceleyin:  Dinde İç-Dış İlişkisi: Zahir ve Bâtın

Bu tabakanın taallûk ve hubbî meyli —kendilerinde şühud ve keşf-i mukayyed husule gelmiş olsa bile— hüsn ile mevsuf[4] olan zahiri sureti tecavüz eyleyemez. Taalluku ve hubbî meyli bir suret­ten kesilse de yine hüsn de müzeyyen bir surete bağlanır. Daima bu keşakeş[5] içinde yuvarlanır, gider.

Surete olan şu meyi ve taalluk ise dinde de, dünyada da mah­cubiyete, meftuniyete,[6] mahzuliyete[7] sebep olan bir âfettir.

“Eazenallahü ve sâiressâdıkune min şerri zâlike” yani “Allah; bizi de, diğer sadıkları da bunun şerrinden saklasın.”

Dördüncü tabaka: Nefs-i emmaresi ölmemiş ve şehvet ateşi sönmemiş olan bulaşıklardır. Onlar, tabiatin esfel-i sâfilînine[8 düş­müş ve behimiyet[9] zindanına bağlanmıştır. Kendilerinde aşk ve muhabbet, rikkat ve letafet sıfatı yoktur. Mecazî güzelleri kucağa almak suretiyle tabiatın arzusuna uymuşlar ve nefsin arzularına aşk adım koymuşlardır. Heyhat, heyhat!

——-

1.Adem-i terakki: Terakkisizlik, ilerlememezlik, yükselememezlik.

2. İhticab: Gizlenme, örtünme, perde arkasına saklanma.

3.İstiaze: “Eûzü billahi mineş-şeytâni ’r-racîm”, “neûzü billâh”, “esteîzü billâh”,“maazallah”, “el-iyâzü billâh” gibi Allah’tan yardım ve iltica talep eden söz­lerden biriyle Allah’a sığınma.

[4] Mevsuf: Vasıflanmış, bir nitelikle nitelendirilmiş, kendisini benzerlerin­den ayıran bir n i tel ik kazanmış.

[5] Keşakeş: Çekişme, kararsızlık, tereddüt, ıztırap.

[6] Meftuniyet: Büyütenmişçesine tutkun ve hayran olma.

[7] Mahzuliyet: Terkedilmiş, hor, hakir, perişan.

[8] Esfel-i safilin: Aşağıların en aşağısı, cehennemin en aşağı tabakası.

[9] Behimiyet: Hayvanlık

————————

Lâmia

Muhabbet-i âsâriyenin en aşağı muhabbet-i şehvettir. Fakat böyle olması, nefsin esaretinden ve tabiatın bağlarından kurtula­mayanlara, zevki ve idraki sahasında keşf ve müşahede nuru pat­lamayanlara nisbetledir. Bunlar, nefsin muradından başka maksat görmez ve bilmezler. Ne verirlerse nefsin hükmüyle verirler. Ne alır­larsa yine nefsin hükmüyle alırlar. Lâkin keşf ve şühud erbabı olan ehlullah için ise “ez-Zâhir”1 ism-i şerifinin tecelliyatı kabilinden- dir. Hatta bu hali Fusûsul-Hikem2 sahib-i arifi radiyallahüanh şa­hit olunan tecellilerin en büyüğü saymıştır. Ulema ve urefanın zem­mettiği ve behimiyet mertebelerinden saydığı şehvet, hicab ehline nisbetledir. Görmez misin ki Hazret-i Peygamber Efendimiz (s.s.) mevcudatın ekmeli olduğu ve nezaheti3 hakkında “Mâzagal ba­sanı ve mâ taga” yani “Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aş­madı.” buyurulduğu halde “Hubbibe ileyye min dünyâküm selâs ve’t-tîbü ve n-nisaü ve kurreti ayni fi’s-salât” yani “Sizin dünya­nızdan bana üç şey sevdirildi. Güzel koku ve kadınlar, bir de namaz, gözümün nurudur” buyurmuştur. Bu hadisin şerhi ve bu muhabbetin smıFusûsul-Hikemin “Hikmet-i Ferdiyye”sinde zik- rolunmuştur. Anlamak isteyen oraya müracaat eylemelidir. Burada maksud olan bir tenbihten ibarettir ki ehlullahtaki şehvet ve tabi­atın suretidir, hakikati değildir. Hakikatin müşahedesinden mah­cup olanlar, o yüce taifeyi kendilerine kıyas etmemeli, inkâr ve idbar4 vartasına düşmemelidirler.

(Islâm Yolu, Sayı: 26, Yıl: 1, 31 Mart 1949, s. 3)

——–

1.ez-Zâhir: Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. “Varlığı kâinatta re­çellisiyle âşikâr olan, açık olarak görünen” anlamına gelir.

2.Fusûsü’l-Hikem: Muhyiddin îbnü’l-Arabi’n in bütün fikirlerinin özeti sa­yılan temel eseri, yirmi yedi peygamberin her birinin hikmetlerine iza­feten yirmi yedi bölüme ayrılmıştır. Kısa bir mukaddimenin ardından kelime-i Âdemî’deki İlâhî hikmeti anlatan bölümle başlar.

3.Nezahet: Ahlâk temizliği, temizlik, saflık.

4.  Idbar: Talihsizlik, bahtsızlık.

——-

5.

Esbab-ı Muhabbet

Muhabbetin sebepleri beştir:

Birincisi: Nefse ve nefsin varlığına ve bekasına muhabbettir. Zaruri olarak malûmdur ki herkes kendi varlığının bekasını ister. Menfâati çekmek ve zararı def etmek hususunda gösterilen ihtima­mın sebebi: Vücudu daimî ve bakî kılma muhabbetinden başka bir şey değildir. Varlık ve bekaya muhabbet, insan için zaruri olunca mu­ciri ve mübkiye (beka veren Allah a) muhabbetin zaruri olması da tabiîdir. Sıcaktan kaçıp bir ağaç gölgesine hoşlanarak sığınan kim­senin o gölgeyi düşüren ağaçtan hoşlanmaması garip olur. Meğer ki o kimse, kendini bilmeyecek kadar cahil buluna. Cahilin Allah’ı da dost ittihaz etmeyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü muhabbetullah, marifetullahın semeresidir.

İkincisi: Ihsan ve inam1 eden zata muhabbettir. Gizli değildir ki nimetin de, o nimeti verenin de halikı; nimeti verenin, vermeye müşevviki2 Allah’tır. Zira nimetin verilmesinden hayır ve saadet bu­lunduğunu, nimeti verenin hatırına getirir ve onu in am ve ihsan hususuna mecbur eder. Bu nedenle mün’im3 ve muhsin olanların hepsinden ziyade Hakk Subhanehu ve Teâlaya muhabbet evlâdır.

Üçüncüsü: Kemal sahibi bir zata muhabbettir. Bir zat; ilim, sehâ,4 takva gibi kemal sıfatlarından birisiyle muttasıf5 olursa o kemal sıfatı, muhabbet sebebi olur. Bütün kemalatın menbaı olan ve cümle mekârim6 ve mehamid,7 kemalinin feyzinden sı-

——–

1.İnam: Lutuf ve ihsanda bulunma, iyilik etme.

2.Müşevvik: Arzusunu, isteğini arttıran, isteklendiren, şevk ve gayrete ge­tiren kimse veya şey.

3.Mün’im: Yedirip içirmeyi, ikram etmeyi seven, iyilik sahibi kimse, cömert.

4.Sehâ: El açıklığı, cömertlik

5.Muttasıf: Bir hal ve şifâda nitelenmiş olan, kendisinde o hal ve sıfat bulunan.

6.Mekârim: Cömertlik, kerem, şeref, asalet vb. güzel huylar, övülmüş, be­ğenilmiş davranışlar.

7.Mehamid: Övgüler, medihler.

——–

zan bir damla olan Allah ise erbab-ı kemalin hepsinden fazla mu­habbete şâyândır.

Dördüncüsü: Bir güzele muhabbettir. İğreti güzellik, haki­katte su ve çamur perdesiyle et ve deri arkasından parlayan bir ha­yalden ibarettir. Ufacık bir ârızaya uğramasıyla değişiverir. Öyle ol­duğu halde yine sevilir. Böyle hayalî ve zevali1 bir cemâle muhabbet edilince [denebilir ki] bütün mümkinat,2  cemâlinin nurlarının ışığı olup da zuhuru, tecelli edecek bir yer ve bir suretle mukayyed[3] ol­mayan cemile[4] muhabbet, evleviyette[5] kalır.

Beşincisi: Ruhanî tearüf[6] neticesi olan muhabbettir. Bu tea­rüf, iki muhib arasındaki ruhanî münasebet üzerine kurulmuştur, o münasebet de mizaçların müşterek olmasına müteferri’dir.[7] Mi­zacın o mânâsıyla ki ikisinin mizacı da itidal[8] ve inhitat[9] itibarıyla mertebeten birbirine eşit yahut mütekarib[10] bulunur. Mertebele­rin ittihadı, yahut birbirine yakınlığı, ruhanî tearüfe ve muhab­bete sebep olur.

Madem ki bu gibi sebepler muhabbeti icap ediyor; onları takdir buyuran ve müsebbibu l-esbab11 olan Allaha muhabbet el­bette evlâdır.

(İslâm Yolu, Sayı: 27, Yıl: 1,7 Nisan 1949, s. 3)

——

1] Zevali: Yok olacak, ortadan kalkacak.

[2] Mümkinat: Hem varlığı hem yokluğu tasavvur edilebilen, varlığı kendi­sinden olmayıp başkasına muhtaç olan şeyler.

3.Mukayyed: Bir şarta bağlı olan, kayıtlı,

[4] Cemil: Güzel.

[5] Evveliyet: Daha lâyık, daha uygun olma, daha tercih edilecek durumda bulunma.

6. Tearüf: Birbirini tanıma, bilme, tanışma.

7.Müteferri: Bir kökten ayrılan, dal budak salan, bir kökle ilgili olan.

8. İtidal: Aşın olmama, orta halde bulunma, ölçülülük, yavaş ve yumuşak olma.

9.İnhitat: Aşağı seviyeye inme, gerileme, kuvvetten düşme.

[10] Mütekarib: Birbirine kenetlenmiş olan.

[11] Müsebbibu l-esbab: Sebepleri yaratan Allah.

Tâhirü’l-Mevlevî – Ehli Hakikate Göre Muhabbet ve İnsan Şeytanları,syf:129-144

Dipnotlar:

1] Mevlânâ Câmî (ö. 898/1492), Nakşibendî tarikatına mensup âlim vc şair. Daha çok Molla Câmî unvanıyla tanınır. Genç yaşta döneminin bütün ilimlerine vâkıf olmasına rağmen bu ilimler Câmî yi tatmin et­medi. Semerkant dönüşünde Nakşibendî şeyhlerinden Sa‘deddîn-i Kâşgarî ye intisap etti. Onun vefatından sonra (860/1456) halefi Hâcc Ubeydullah Ahrâr’a bağlandı. Câmî, üstün şairlik kabiliyeti yanında dinî, edebî ve aklî ilimlerle tasavvuftaki derin vukufundan bütün şiir­lerinde, mesnevilerinde ve özellikle tasavvuf! mesnevilerinde geniş bir şekilde faydalanmış, ele aldığı konuları çok rahat ve sade bir dille an­latma gücünü göstermiştir.

[2] Kıta: Ölçü, ebat, boy, büyüklük.

[3] Mehmed Esad Dede Efendi (1843-1911), Mevlevi şeyhi, mesnevihan. Selânik’te doğdu. Hayatı hakkındaki bilgiler geniş ölçüde Hüseyin Vassâf ’ın Esadnâme adlı eserine dayanmaktadır. Devrin birçok tanınmış simasına hocalık yapan Esad Dede mesnevi şârihleri Ahmed Avni Ko­nuk vc Tâhirü’l-Mcvlcvî’nin mürşididir. Tâhirü’1-Mevlevî onun öğren­cilerine bildiklerini esirgemeden öğretmelerini vasiyet ettiğini, sokakta ayak üzeri sorulan bir soruya bile uzun uzun cevap verdiğini söyler.

[4] Esbak: öncekinden önce olan, daha eski, bir makamda bir evvelkinden önce bulunmuş olan.

[5] Giritli Ahmed Muhtar Bey (1848-1910), Tasavvuf! mahiyetteki telif ve tercüme eserleriyle tanınan son devir Osmanlı edibi ve devlet adamı. Gırit’in Hanya şehrinde doğdu. Girit muhasebecisi Mustafa Kutbî Efendinin oğludur. Büyük ölçüde Muhyiddin îbnü’1-Arabî’nin tesiri altında kalan Ahmed Muhtar onun Mevâki un-nücûm ve Şücûnul- mescûn gibi anlaşılması güç bazı eserlerini tercüme etmiştir. Aynı za­manda şair olan müellif, önemli olaylar vc âbideler için tarih düşür­mekte pek mâhirdi.

6. Şeyh Ebû Hafs Ömer ibni’l-Fârız (ö. 632/1235), Sultanu l-âşıkîn olarak tanınan mutasavvıf-şair. Kahire’de dünyaya geldi. Doğum tarihini, diva­nını derleyen kızından torunu Şeyh Ali 4 Zilkade 577 (11 Man 1182), çağdaşı İbn Hallikân 4 Zilkade 576 (22 Mart 1181) olarak gösterir. Ba­bası, mahkemede kadınların eşlerinden almaları gereken miras ve nafa­kayı tesbit işiyle uğraştığından “Fârız” diye bilindiği için İbnu 1-Fânz olarak[II] meşhur olmuştur. İbnu l-Fârız şiirlerinde tasavvuf! ve İlâhî aşkı dile getir­miştir. Şiirleri, Bâyezîd-i Bistâmîhin sözleri ve Attâr’ın şiirleri gibi İlâhî aşkı yansıtır. Mutlak cemâlin etkisiyle kendinden geçen şair her şeyi sev­gilisi olarak görür. Bazan fenâ halinde ikiliği kaldırarak varlığın Ondan ibaret olduğunu söyler.

7. 23 Şaban 817/7 Kasım 1414.

[

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir