Derrida ve ”Ayırım=Erteleme”Kavramı
J.Derrida Batı’da egemen olan akıl yürütme şekline, yapısalcılığın temel bakış açısını oluşturan ikili karşıtlıklarla düşünme biçimini (uygar/barbar; doğum/ölüm; yer/gök; siyah/ beyaz vb.) eleştirir. Derrida’nın dil anlayışı, Sausure’den ayrılarak göstergeye getirdiği yeni tanım bilinirse, postmodern tavır daha iyi anlaşılacaktır.
Geleneksel kültürlerde varlıkların ismini insana Tanrı öğretmiştir, varlıkları Tanrı adlandırmıştır: Âdem’e isimleri Allah öğretmiştir. Yani önce kavram, önce dil vardır. Saussure de Derrida da modernistler de postmodernistler de gösterge ile göstergenin adı, eskilerin deyişiyle isim ile müsemma arasındaki ilişkiyi, bağıntıyı reddederler. Küçük bazı ilişkiler kurulabilse de bu ilişki genelleme yapabilecek boyutta değildir: “Dilsel gösterge nedensizdir” (Saussure: 1978, 100). Derrida da aynı düşüncededir. Onun Saussure’den ayrıldığı nokta, göstergenin tanımı ve sınırı ile ilgilidir. Saussure’e göre gösterge, gösteren ve gösterilenden oluşur; gösteren ve gösterilen, bir kâğıdın iki yüzü gibidir. Kâğıt yırtılırsa iki taraf da yırtılır. Derr- rida işte bu noktada Saussure’e karşı çıkar: Gösterilenin bu şekilde sınırlandırılamayacağını, gösterilenin bu şekilde gösterene bağlı olamayacağını, çünkü anlamın sınırlandırılamayacağını söyler ve Saussure’den ayrılır.
F.de Sausssure’de gönderge kavramı yoktur. Saussure, dil incelemelerine bilimsel bir nitelik kazandırmak için dilin inceleme nesnesini belirlemeye çalışır. İnceleme nesnesi olarak da dilin kendisini alır. Saussure’ün yaptığı anlamlandırmada öncelik verilen dış dünya değil, göstergenin, dilin kendisi ve başka göstergelerle olan ilişkisidir: Dili somutlaştırır; somut bir varlık olarak, doğa bilimlerindeki inceleme nesnesi olarak ele alır, kesin anlama ulaşmaya çalışır. Derrida ise bir metin» de anlamın orada ‘hazır’ olduğu düşüncesine karşı çıkar. Dif- ference (ayırım) kavramıyla bu karşı çıkışını açıklamaya çalışır.
Ayırım kavramı ile anlamlandırmadaki sınırsızlığı ya da genişliği kasteder: Ona göre “anlamlandırma hareketi ancak, var olduğu söylenen her öğe varlık sahnesinde görünürse mümkündür. Bu öğe, bir taraftan geçmişteki izi kendinde korur, diğer yandan da kendisinden başka bir şeyle ilişki kurar ve gelecek öğe ile ilişkisinin iziyle oyulur” (Derrida: 1968, 53). Başka bir deyişle anlam dağılır; sezilen farklı bir şeydir, bilinen, gerçek olan başka bir şeydir. Evrensel bir gerçek, mutlak bir gerçek yoktur. Derrida’ya göre anlamda istikrar yoktur, anlam sabitlenemez. Bu istikrarsızlığı da Difference “ayırım” kavramıyla açıklamaya çalışır.
Derrida, Difference sözcüğüyle oynar, sözcükte sadece bir harfi değiştirir: “e” harfi yerine “a” harfini getirir: “Difference/differance. Birbirine benzeyen, aralarında tek bir harf farkı olan bu sesteş iki önemli kavram ile gösterge, gösteren, gösterilen, gönderge hakkındaki görüşlerini açıklar ve felsefesini bu ayrımdan hareketle ortaya koyar.
“Difference” sözcüğü “farklılık” anlamında bir sözcüktür. Bu sözcüğün kökeninde var olan “Differer” fiilinin ise “ertelemek, başka zamana bırakmak” anlamları vardır. “Differance” sözcüğünü de Derrida “erteleme” anlamında kullanır. Bu noktadan hareketle Saussure’ün ünlü benzetmesine, gösteren ile gösterilenin bir kâğıdın iki yüzü olduğu anlayışına karşı çıkar. Derrida’ya göre göstergenin gösterilen yanı sınırlandırılamaz. Başka bir deyişle anlam sürekli kendini erteler. Çünkü her gösterge, her kavram okuyucusunu bir başka kavrama, bir başka anlama göndererek anlamı öteler: Anlam sınırlandırılamaz. Anlam sınırlandırılamayınca, sürekli ertelenince de ‘doğru anlam’, ‘mutlak anlam’ diye bir şey olamaz. Şimdiye kadar düşünce dünyasında birçok anlatı, kendini tartışılmaz üst anlatılar olarak sunmuş- üst anlatıların reddedilmesi gerekir. Derrida böylece anlamı boşluğa bırakır. Bu açıklama, aynı zamanda, postmodernist mantığın da temelindeki ilk ön kabuldür.
Derrida’nın ileri sürdüğü bu düşünce modernist aklı, bilimselliği reddeder, postmodern savunuyu, modernizme saldırıyı kolaylaştırır: Modernizm, peygamberleri dünya arenasından çıkarmış ama birçok ‘bilim peygamberi’ni arenaya sürmüştür. “Çoğu kez kendi cehaletlerini her şeyin ölçüsü olarak gören yeteneksiz insanların istif olduğu bir takım ne idüğü belirsiz kurullar”da (Feyerabend: 1995,308) egemen olan bir akim belirlediği kurallar, bilimsel gerçekler vardır. Derrida ve postmodernizm önce kendi dünyalarında, Batı dünyasında her şeyi düzenleyen böyle faşizan, ‘modern’ bir akıldan kurtulmayı önerir.
Postmodernizmin genel anlamda, Derrida’nın dil bağlamında söyledikleri aslında hem olguculuğun hem de sosyal bilimlerin eleştirisidir. Derrida’nın ‘ayırım’ (=differance) kavramıyla açıklamaya çalıştığı postmodern tutum bütün alanları etkiler. Buna göre insan evreni, dünyayı, bir başka insanı, nesneleri ne kadar açıklamaya çalışırsa çalışsın bu insan, bu evren, bu ‘metinler’, sürekli başka insana, başka evrene, başka anlamlara göndermede bulunarak anlamı erteler. Bu nedenle de kesin anlama ulaşılamaz, mutlak doğrudan söz edilemez. Bir bakıma herkesin, her metnin bir haklılık payı vardır.
SESMERKEZCİLİK/SÖZMERKEZCİLİK
Derrida Batı düşünce dünyasının sesmerkezci/sözmerkezi olduğunu, yazıyı bir ek, deyiş yerindeyse bir ‘aksesuar’ olarak kabul ettiğini söyler ve bu düşünceyi eleştirir. Derrida böyle bir anlayıştan sonra söz/yazı ikiliği üzerinde durur.
İnsan konuşurken sanki bilincini, düşünce dünyasını daha bir ilk elden sunuyor, anlatıyor gibidir. Konuşurken, anlatılmak isteneni, yanlış anlamlandırmaları düzeltme olanağı vardır. Yazıda ise iletilen anlam, kâğıda döküldükten, kitaplaştıktan sonra elden çıkmakta, başka anlamlara açık durunu gelmektedir. Yazı insanın kendi varlığından kopan grafik bîr koddur. Başka bir deyişle yazıda, söylem artık insanın kendi sesiyle üretilmez, grafik bir kod şeklinde yazıya dökülür. Bir bakıma konuşanın elinden kaymış, başka bir uzama kondurulmuş, durağanlaştırılmıştır, dondurulmuştur. Bu nedenle * Eflatun ‘dan Levi-Strauss’a uzanan Batı felsefe geleneği yazıyı cansız, yabancılaşmış bir ifade biçimi olarak görüp insan sesini (Eagleton: 1990, 152) yüceltmiştir. Bu anlamda Derrida, Batı düşüncesinin ‘sesmerkezi’, ‘sözmerkezi’ olduğunu düşünür
Derrida Platon’u da Saussure’ü de ‘sözmerkezci’ olmakla suçlar. Çünkü her ikisi de söze öncelik vermiştir; Saussure e göre önce söz vardır. “Söz olgusu, her zaman önce gelir. Sonuçta dili evrimleştiren de sözdür” (Saussure: 1978,37). Saussure, dilin olabilmesi için öncelikle bir konuşan kitlenin varlığını şart koşar. Daha da ötesi söz, dilin özüdür. Söz olmazsa dil olmaz.
Derrida ise önce ‘dil’in olduğunu düşünür. Başka bir deyişle, ona göre ‘dil’den önce gösterge yoktur. Derrida ya göre “Batı felsefesi Platon’dan günümüze kadar, kendi kendine yeterli, dilden önce var olan bir temel ilkenin (Tanrı, ruh, madde ya da doğruluk gibi) peşinden koşmuştur. Anlamın dilden önce var olmasını gerektiren bu görüş sesmerkezci düşüncenin düştüğü bir yanılgıdır” (Moran: 1999, 200). Derrida’nın da yanlış olarak kabul ettiği sesmerkezcilik, sözün vazıva olan üstünlüğüdür. Dinsel inançların hepsi söze öncelik vermiştir. “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı” (İncil, Tevrat, Zebur: 2008, Yuhanna I,) diven Hıristiyanlığın yanında, İslam inancında da ‘söz’, önceliklidir: Yaratıcı, ‘ol’ der, ‘olur’. Derrida, gösterilenin kendi başına varmış gibi düşünülemeyeceği, gösterilenden önce mutlaka bir gösterenin, dilin var olduğunu düşünür. Ona göre sesmerkezcilik/sözmerkezcilik, “logos çağı, dolayımın dolayımı olarak düşünülen yazıyı alçaltır, küçük görür ve anlamın dışına düşürür” (Derrida: 1967,24). Ona göre bu gelenek Platon’dan beri süregelen bir gelenektir. Derrida bu yanlışlığı Phaidros[II] okumasında göstermeye çalışır.
Platon’dan beri süregelen bu ‘meta-anlatı’ya göre söz canlıdır, yazı cansızdır; söz, durağan değil devingendir. Yazı ise sözün sembolik şeklidir, asıl değildir, taklittir, ölü bir sözdür. Sözde yanlış anlaşılmaları önleme olanağı vardır. Canlı söze herkes istediği gibi anlam veremez, çünkü karşıda sözün üreticisi bir muhatap vardır ve yanlış anlaşılmaları hemen düzeltir, sözün, sesin sahibi orada ‘hazır’dır. Söz, yazıya geçti mi, anlayan da anlamayan da bu sözü yorumlar. Söz bağlamından kopmuştur, farklı şekillerde yorumlanmaya başlanır; kastedilmeyen anlamalar ortalıkta dolaşmaya başlar.
Platon ile başlayan bu gelenek günümüze kadar sürmüştür. Derrida’ya göre Rousseau da, Saussure de, Hegel de yazının bir zek’ olduğunu kabul ederler. Bu kişilere göre “diller konuşmak için yapılmıştır, yazı sözün bir ekidir sadece. Söz, üzerinde uzlaşmaya varılan göstergeler aracılığıyla düşünceleri temsil eder; yazı da aynı şekilde sözün yerini tutar. Dolayısıyla yazı sanatı düşüncenin dolaylanmış sunumudur” (Derrida: 1967,207).
Derrida’nın eleştirdiği de söze verilen bu önceliktir; yazıya verilen ikincil konum, sözmerkezcilik (logocentrisme) tir. Derrida kesin bir dille şunu söyler: “Yazıdan önce dilbilimsel gösterge yoktur” (Derrida: 1967,26). Her şeyden önce yazı vardır. Derrida denildiğinde yazı akla gelir. Derrida’nın okuma önerisi olan ‘yapısöküm’de amaç, “yazı bir gerçeği nasıl aktarır, nasıl yıkar ya da bozar?” (Gülmez: 1998, 81-82) sorusuna yanıt bulmaktır. De la Grammatologie(Yazıbilim) de bu soruya bir yanıt bulma çabasıdır.
R.Barthes gibi Derrida da dilin, göstergelerin masum, yansı/ olmadığını. gösterilenin sınırlandırılamayacağını düşünür. Ona göne sözmerkezcilik her zaman mutlak anlam, kesin anlam peşindedir. Moderndiler akılla kavrananı gerçek olarak kabul etmişlerdir. Derrida ise akılla kavranan ile hissedileni birbirinden ayırıp kesin anlama ulaşma yerine bu bir aradalığı, karmaşıklığı yöneten mantık yapısını anlamaya çalışır.
Derrida’nın gösterge ile ilgili düşünceleri Wittgenstein’ın ünlü “dil düşünceyi örter.” (Wittgenstein: 1985,45) sözüyle de örtüşüz. Derrida’ya göre dil oynak bir varlıktır. Bir gösterenin tek bir gösterileni olamaz. Okuyucu bir anlamı yazar, üzerini çizer, karalar, yeniden yazar. “Dilin önlenemez bir kaypaklığı vardır. Batı felsefesi, dilin bu önlenemez kaypaklığını görmezlikten gelmiş, dilde kesin ve tutarlı bir anlamı mümkün kılacak temeller bulmaya çalışıp durmuştur” (Moran: 1999,202). Bunun nedeni de gösterileni gösterene bağımlı olarak kabul etmektir.
Bir sözcük birçok anlamı beraberinde getirir. Gösterge her zaman başka bir göstergeye gönderir. Dolayısıyla bir metinde anlam “inşa edilmez”, kesin bir anlama varılamaz, anlam ancak sökülür; bu sökümde de tek bir anlam değil birçok anlam çıkar. Hatta bir cümle sonuna kadar okununcaya kadar, cümledeki her gösterge okuyucuyu birçok göstergeye gönderir. Hatta sonraki cümlenin anlamı, önceki cümlenin anlamını; ya da tersi, önceki cümlenin anlamı sonraki cümlenin anlamını değiştirebilir. Derrida’ya göre her gösterge, her farklı bağlamda farklı anlamlar üretecektir, bu nedenle de anlamı tüketilemeyecektir. Bir sözcenin anlamı, sözlükbilgisi ile kesin bir anlama götürülemez. Öyle ki Derrida bu konuda metinler arasında bir fark gözetmez. Dilin gönderge işlevinin egemen olduğu metinlerle yazınsal metinler arasında anlamlandırma açısından bir fark yoktur. “Bilimsel metinler de yazınsal metinler gibi, anlamı kesin olmayan belirsizlikler taşıyan, söylemek istediğinden farklı şeyler de söyleyen metinlerdir” (Moran: 1999,204).
Yapısalcı anlayışta sistematik bilgi, determinist bilgi mümküdür. Ama postyapısalcılar, postmodernistler sistematik bilginin mümkün olmadığını düşünürler. Dilin kesin bir anlam üretemeyeceğini söyleyen yapısökümcü okuma yöntemi de post- modern anlayışın temelini oluşturur. Derrida’ya göre ‘gerçek’, bir özne tarafından kesin olarak bilinemez. Dikkate alınması gereken yazının macerasıdır. Metnin dışında, yazının dışında bir şey yoktur. “Yazı, ölümle yaşamak arasında, varolanla anlatılmak istenen arasında bir ilişkidir. Bir bağdır. Haykırışlar için için yazıda kanamaktadır. Sesler, mürekkep izleri gibi karadır. Siyah gözyaşlarının yittiği, yiterken doğduğu o ‘yeridir yazı. Yazı, tarihin sahnesi, dünyanın da oyunudur” (Derrida: 1968,82).
Yazıyı bu derece öne çıkaran Derrida harf tutkunu, sözcük tutkunudur; dile, göstergelere sevdalı, dil üzerinde düşünen bir yazardır, sözcüğün tam anlamıyla bir gösterge çözümleyicisidir. Sevgiyi dile bağlar. Onun için “sevgi, genellikle dil sevgisinden geçer” (Derrida: 2006,180). Yazıya olan tutkusunu her fırsatta açıklar. Derrida “iki eliyle yazmak” isteyen bir yazardır. Ona göre söz değil, yazı önceliklidir. Sözü öncele- yenler metafizik yorumlar yapmaktadırlar. 1997 yılında YKY ve Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldiğinde, yayıncı arkadaşı Catherine Malabou’ya yazdığı mektubunda dile, harflere, yazıya olan tutkusunu anlatır. Yapısö- küm de yazı da dil üzerinde düşünmek de ona göre bir seyahat deneyimidir. Harfler, sözcükler sürekli uçuşur, seyahat eder:
“Sadece onu, harf (letter) düşünüyorum. Türklerin harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları alfabelerini düşünüyorum. (…) Nasıl da travmatik! Bizde böyle bir şey olduğunu: Cumhurbaşkanı, yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dili değiştirmeksizin. (…) Bu coup de lettre (Harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor. (…) Bu harf değişiminin şiddeti bütün İstanbul sokaklarım kuşatmış; deşifre ettiğim her şeyin üzerinde, işporta tezgahlarında, yüzlerde, mimaride, yürüyüşe çıktığım her yerde veya birçok göstergenin Cezayir’le ilgili anılarımı canlandırdığı ve hatta Fas, Yunanistan, Filistin ve İsrail anılarımı da canlandırdığı her yerde yaralar açıyor” (Derrida: 2006,19-20).
Derrida, bir bakıma her şeyi yazı olarak gören bir düşünürdür. Yazı, Derrida için, kendisinden sonra kalacak olan bir izdir. Ona göre yapısöküm de “bir seyahat deneyimidir, seyahat- taki harflerin ve dillerin bir deneyimidir” (Derrida: 2006,31), kâğıt üzerindeki izlerin bir sökümüdür. Ülkemize yaptığı seyahatte de Türkiye’deki yazının serüvenini kavramaya çalışır: “Türkiye’de bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içindeymiş gibi onu kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum. (…) Modern kültüre geçiş bahanesiyle insanlar, bir günde, yüzyılların hafızasını okuyamaz hale geldiler, cahil kılındılar ” (Derrida: 2006,23-27).
Yazıyı bu kadar önemseyen Derrida, yazının da, metnin de, yazılı söylemin de tek bir anlama indirgenemeyeceğini söyler. Bu bağlamda, eleştiriyi metne bağımlı kılan bir eleştiriyi de kabul etmez. Çünkü metinde anlam boşlukları vardır. Hiçbir metin tamamen tüketilemez. Çünkü anlam sınırlandırılamaz. Bu konuda Derrida’nın görüşleri, “metine ancak eğretilemeli olarak yaklaşılır: Burası kâhinin alanıdır, arkalıksız kanepedir, çok yüzlü bir küb’dür” (Barthes: 1998, 91) diyen R.Barthes’in görüşleriyle örtüşür.
ANLAM VE YAPI
Yazınsal ürünlerde, dilde, olay ve olgularda var olan yapıyı incelemek isteyen yapısalcı anlayış, F.de Saussure’ün öncülük ettiği dil kuramından hareket eder. Yapısalcılık, bu dilbilimsel çözümleme yöntemini dil-dışı bütün göstergelelerin çözümlemesinde kullanılma çabasıdır. Bu anlayış ve öneri bir süre kabul gördükten sonra 701i yıllardan itibaren yoğun eleştiriler alır.
F.de Saussure de dilin ‘söz boyutunun oynaklığının, değişkenliğinin farkındadır. Bu nedenle “dilbilimin gerçek konuşmayla, yani kendi deyişiyle parole (Söz) ile uğraştığı sürece karmaşaya düşeceğine inanır” (Eagleton: 1990, 120). Saussu- re, dilsel incelemelere de ‘bilimsel’ bir nitelik kazandırabilmek için bir inceleme nesnesi ortaya koymak ister: Dilbilimin inceleme nesnesi de toplum içinde ‘söz’ ile üretilip ortaya konulan ‘dil’dir. Başka bir deyişle söylersek F.de Saussure’ün çalışmaları dildeki pozitivizmdir. “Yapısalcı anlayışın öncelikli konuları çoğunlukla sözel olmayan gösterge dizgeleridir” (Jameson: 2002, 109). Ne var ki Saussure’ün kendisinin de düşündüğü gibi dili tek bir yapıya indirgemek çok da kolay değildir. Hele hele söz konusu tekil olgu yazınsal bir metin ise, bu metni tek bir anlam ile açıklamak kolay değildir.
Yapısalcılık yazılı metin durumuna gelmiş, kurallarını, ön- kabullerini açıkça ortaya koymuş ideolojilerin ‘söküm’ünde önemli bir işleve sahiptir. Başka bir deyişle yapısalcılık söylemi, sözceyi ihmal etmiş, cümleyi çözümlemeye çalışmıştır. R.Barthes’ın ‘söz göstergebilimi’nden, J.Fontanille’in ‘söylem göstergebilimi’nden söz etmelerinin nedeni budur. Derrida’nın da diğer postyapısalcıların da yapısalcılığa olan karşı çıkmaları bu noktada odaklanır: Anlam sınırlandırılamaz, çünkü dil oynaktır. “Anlam, doğrudan göstergede bulunmaz. (…) Anlam bütün bir gösterenler zincirine dağılmış veya yayılmıştır: Kolayca belirlenemez, (…) sürekli bir bulunup bulunmama sınırında oynayan bir şeydir. Bir metni okuma, kolyedeki boncukları saymaktan çok bu sürekli hareketi izlemeye benzer” (Eagleton: 1990,150). Saussure sonrası anlamlandırmada cümle değil sözce öne çıkar, başka bir deyişle bağlam içinde anlam öne çıkar. Gerçekten de söz bağlam içinde anlam kaza- nır. Bağlamından koparılıp alınmış bir gösterge anlamsız dununa ya da çok başka anlamlara gelebilir. Türkçedeki “kör” sözcüğü sadece gözü görmeyen anlamına gelmez. Bağlama göre, başka göstergelerle olan birlikteliğine göre farklı anlamlan beraberinde getirir: Kör, aynı zamanda “keskin olmayan” anlamındadır (kör bıçak); ışığı az olan anlamına gelir (kör fener, kör lamba, kör kandil); ucu açık olmayan” anlamına gelir (kör yol); basireti az, görüşü noksan anlamına gelir (Kör müsün? Görmüyor musun?); kötü anlamına gelir (kör talih); alışkanlıkları terk edemeyenlere de “kör” denir (körün değneğini bellemesi); hedefe yönelemeyen çabalama anlamına gelir (kör döğüşü), kör kütük, kör olası, kör topal, körü körüne…
Bu örneklerden anlaşılacaktır ki dil, tek bir yapıya indirgenemez. Dil, karmaşık, sınırlandırılamayan yapılardan oluşur. Dil, içinde barındırdığı gösterilenlerin “sürekli olarak karşılıklı ilişki ve dönüşüm içinde bulundukları sınırsız bir ağ” dır (Eagleton: 1990, 151-152). Anlamın sürekli ertelendiğini düşünen Derrida da insanın kendisini tümüyle başkasına anlatamayacağına; sözcüklerin yetersizliğine ya da anlamın sürekli dağılıp yayıldığına dikkat çeker. Gerçekten de kendimizi anlatırken sürekli açıklamalarda bulunma gereksinimi duyarız. Ya- pısökümcü anlayışa göre “hiçbir şey göstergelerde tam olarak bulunmaz” (Eagleton: 1990, 152). Yapısalcılık ‘gösteren’ üzerinde ısrar eden bir çözümleme yönteminin adıdır. Postyapı- salcılar ise gösterileni çözümlemeye yönelirler ve gösterilenin sınırlandırılamayacağını düşünürler.
“Jacques Derrida tüm bir anlam hiyerarşisinin üzerine oturtulabileceği sağlam bir temele veya bir ilkeye dayanan tüm düşünce sistemlerini ‘metafizik’ olarak değerlendirir” (Eagleton: 1990, 154). Ona göre kesinleştirilmiş her anlam metafiziktir. Platon’un ideaları da, ideolojiler de, dinler de Tanrı kavramı da… sorgulanamaz ‘aşkın’ kavramlardır. Derrida, bu gösterge oyunu içinde kimi ideolojilerin bazı kavramları (Tanrı, bağımsızlık, ekonomi, demokrasi, laiklik, özgürlük, eşitlik…) öne çıkardığına ve diğer kavramları bu ilk kavrama bağlı olarak düşündüğüne inanır. Derrida işte böyle bir “ilk düşünce” den çıkan bütün ‘metinlerin, söylemlerin çözülebileceğini, ‘yapışırım sökülebileceğini’, yapılması gerekenin bu olduğunu söyler. Böyle bir işlem de metni tek bir anlama doğru götürmek değil,birçok anlama doğru götürmek demektir: Birlik, kesinlik reddedilir,çokluk oynaklık kabul edilir.
Derrida yapısalcılığın temel varsayımlarından olan ‘anlam karşıtlıklarından doğar’ ilkesine de karşı çıkar. Zira her türden kesin yargıya, kesin kurala karşıdır. Kural koymak, insana, düşünceye kesin sınırlar belirlemek ideolojilere özgü bir tutumdur. İdeolojilerin önkabulleri, olmazsa olmaz ilkeleri vardır. Bu ideolojilere kapılan, yapıyı sökemeyen insanlar da bu tür metafizik düşüncelerden bağımsız düşünemezler.
YAPISÖKÜM VE OKUMA ÖNERİSİ
Yapısökümcü yaklaşım bir okuma önerisidir. Derrida okumaları hep bir sorgulamadır. Okuyucu, Derrida’dan eleştirel bir okuma yöntemini; yazarın kutsal bir varlık olmadığını, yanlışlar yapabileceğini, duygusal hareket edebileceğini öğrenebilir. Derrida sorgulayarak okuyan bir okuyucudur. Gösterilenin sınırlandırılamayacağından hareketle kesin diye sunulan her bilgiye şüphe ile bakar. Bu bilginin kesin olmadığını göstermek için okur; metindeki yapıyı söker, metnin içindeki yönetici düşünceyi buluncaya kadar, bu düşüncenin geçersiz olduğunu gösterinceye kadar okumasını sürdürür. Hiçbir önkabulün dayanamayacağını düşünür. Bu tutum, şüphenin zirvesidir. Ona göre, kesin anlama ulaşamazsınız; ‘hakikat’ diye bir şey yoktur. Böyle bir bakış açısı ve yaklaşım biçimiyle düşünce üreten herkesin yolunu keser; nereden gelip nereye gittiğini sorar, sorgular, yanlış yolda olduğunu söyler. Yapıçözüm, ya- pısöküm şeklinde dilimiz aktarılan “deconstruction” sözcüğü için “yapıyıkım” da diyebiliriz. Derrida neyi yıkmaya çalışır? Derrida toplam olarak Batı düşünce dünyasının temellerini, çıkış noktalarını sorgular, eleştirir, yanlışları göstermeye çalışır.
Derrida, bu düşünce yapısıyla olguculuğun (pozitivizm), olgucu düşünme biçiminin korkulu rüyasıdır. Derrida karşısında genellemeler yapamazsınız. Ne var ki Derrida’nın ken- disi de bu düşüncelerle bir doğma üretmiyor mu sorusu da bu noktada gerekli bir sorudur: Derrida’nın olgucu düşünme biçimini, olgucu bilimselciliği reddederken hiçbir kesin gerçeğin olmadığını kesin bir dille söylemesi de bir dogma değil midir? Bir sözcede, kesin anlam yokluğunu mutlak gerçek gibi düşünmek ne dereceye kadar doğrudur ya da geçerlidir? Derrida nm yapısökümü hiçbir inanca dayanmadan bütün inançtan eleştirme özgürlüğüdür. Derrida’da ‘belirlenemezlik’, ‘doğrulanamazlık’ bir saplantı, bir dogma şekline dönüşüyor. Eagleton bu tür okuma biçiminin avantajını şöyle açıklar: “Akla uygun kesin doğruluk iddialarında bulunamayacağımız (çünkü bu iddialar kullandığımız dile bağlıdır) dogmasının bir avantajı hiçbir inana benimseme gereği duymadan herkesin inananı eleştirmenize olanak sağlamasıdır” (Eagleton: 1990,166). Yapısökümcü okuma yöntemi için Eaglaton şu şekilde bir genelleme yapar: “Sizi hiçbir şeyi onaylamaya zorlamadığı için boş bir cephanelik kadar zararsızdır” (Eagleton: 1990,166).
Derrida’nın okumalarında öncelikle, deyim yerindeyse bir ‘açık arama’ öncelikli tavırdır. Derrida ne yazdığı ne söylediği merak edilen bir yazardır. Yeri gelir, Marksist düşüncenin yanında yer almasına karşın 2.Entemasyonalden söz eder, Marksizmi eleştirir, ‘tarihin sonu’ düşüncesini, başka bir deyişle liberalizmi eleştirir; annesinin kızlık soyadı Sefer olan- Yahudi kökenli bir Cezayir çocuğudur, İsrail’i eleştirir. Hatta “İsrail’in felaketlere yol açan ve intihar eğilimli politikası ve belli bir Siyonizm anlayışı başta olmak üzere” İsrail’in kendi gözünde “Yahudiliği temsil etmediğini” (Derrida: 2006, 181) dile getirir. Avrupa kültürünün utanacak çok eylemi olduğunu düşünür. “Bu küçük kıtanın (…) kültürünü bir baştan diğerine kateden büyük suçluluk (totalitarizm, Nazizm, soykırımlar, Yahudi soykırımı, sömürgeleştirme vb.) sebebiyle çok şeyin yapısökümünün” (Derrida: 2006,182) yapılabileceğini söyler.
Derrida’yı felsefede değerli kılan, tartışılmaz gibi duran, “büyük” denilen, başta Saussure olmak üzere Hegel, Husserl, Heidegger, Condillac, Blanchot, Freud, Marks gibi düşünürleri tartışması, eleştirmesi ve sarsmasıdır.
Yapısökümcü okuma “dipsiz bir uçuruma düşmekle birdir, düşüş (okuma) hem bir korkuyu, hem bir yere hiçbir düşülmeyeceğini bilmenin hazzını birlikte getirir” (Yavuz 1987,- 47). Derrida bu noktada da R.Barthes ile örtüşür:Metnin verdiği bir haz vardır.
Derrida’nın karşı çıkmadığı, başka bir deyişle eleştirel bir gözle okumadığı hiçbir söylem yoktur. O her türlü genel söyleme karşı şüpheyle bakar, karşı çıkar. Oluşturulan bu genel söylemle insanlığın sömürüldüğünü, yanlışlıklara düşürüldüğünü düşünür. Derrida yazarak düşünen, yazıyla düşünen bir yazardır. Bütün söylemlere dikkatle yaklaşan, yazılı olan her şeyi sorgulayan “yazdığı her şeyin hesabını soran ve hesabını veren bir yazma biçimi”ne (Soysal: 2006, 253) sahip bir düşünürdür. Derrida’nın toplam olarak okuyucusuna söylediği nedir diye bir soru sorulsa şu yanıt sanırım onu, onun düşünme biçimini ortaya koyan doyurucu bir yanıt olacaktır: “Günümüz aydınlarının çok acil bir sorumluluğu var: Doxa’ya artık ‘med- yatik entelektüeller’ diye adlandırabileceklerimize ve politik, ekonomik lobilerin kontrolü altında olan medyatik güçler tarafından önceden şekillendirilen genel söyleme karşı tavizsiz bir savaş açılması gerekiyor” (Derrida: 2006,177).
Derrida yazısını aykırı bir söylem olarak niteleyebiliriz. “Bozmak, geçersiz kılmak Derrida yazısının en önemli özelliğidir. Çünkü bozmak çözümlemektir, görüşleri göçebe bir yazı etkinliği ile dolaştırmaktır. Sanki bir yıldızın ışığını kesmek, tutulmasına yol açmaktır bu etkinlik. Ya da silmek, yolunu kapatmak” (Gülmez: 1988, 82).
Derrida’ya göre metafizik, düşünüp seçmektir. Metafizik kararsızlığın karşısındadır, kararsızlığı reddeder. Derrida’ya göre ise her metin, okuyucuyu kararsızlıklar içine düşüren gösterge katmanlarından oluşur. Derrida demek, kararsızlık demektir ya da kesin hiçbir şeyin varlığına inanmamak demektir. Derrida çift anlamlı sözcüklerden hoşlanır. Teksesliliği, tekanlamlılığı yadsır. Çoksesliliği öne çıkarır. Çift anlama işaret etmek için zaman zaman sözcüğü değiştirir, bozar. Dilin de böyle olduğunu, gösterilenin tek olmadığını düşünür: Difference, difförance, Hymen, verginite gibi sözcükler buna örnektir. Bu bağlamda Derrida, Saussure’ün gösteren ile ilgili temel görüşlerinden biri olan ‘çizgisellik’e de karşı çıkar. Çizgisellik “hiç şüphesiz sesmerkezcilikten ayrılamaz” (Derrida: 1967,105). Çünkü ona göre, çizgisellik demek de tekseslilik demektir, sözcüğü tek anlama mahkûm etmek demektir.
Derrida’sürekli parçalar, parçalara ayırır, yapıyı söker. Bu nedenle Derrida’nın sözlüğünde “bütün” diye bir sözcük yoktur, “parça” vardır; sürekli bütünü sorgulayan bir düşünürdür Derrida. Derrida’nın kendi felsefesi gereği, kendisini de tam anlamıyla anlamak olası değildir. Çünkü dil anlamı dağıtır, erteler.
Bu noktada Derrida tek bir ilkeden çıkan bütün anlamlandırmaları karşısına alır. Hegel de İslam da Platon da… ona göre “bütün”den hareket etmektedir. Bu anlayışlara göre evren de insan da nesneler de bir ilk görüşten yola çıkarlar. Derrida’ya göre ise bütünlüğü olan bir gerçeklik kuramı -bu gerçeklik kuramı söz gelimi bir ahiret inancı, ruhsal bir varlık olabildiği gibi, siyasal bir örgütlenme, bir devlet yapısı, sanat anlayışları, her türlü dinsel, kültürel anlayış olabilir- oluşturmak olası değildir. Bu bütünlük inancı içinde düşündüğümüzde İslam tevhid inancına, Marksizm diyalektik materyalizm gibi “bütüncül” bir bakış açısına sahiptir. Evreni bu bakış açısıyla anlamlandırırlar. Derrida’ya göre “bütün” kavramı tek başına “metafiziktir” ve bu bakış açısıyla evren-insan, evren-doğa, insan-insan ilişkileri açıklanamaz. Çünkü kesin anlam yoktur. Derrida, bütün bu “gerçeklik” ilkelerini tek bir ilkeden, tek bir bütünden, tek bir bakış açısından hareketle açıklamak istemez, “bütün”ü parçalara ayırır, her parça bir başka “gerçeklik”tir. Derrida’nın “dissemination” (yayılma) kavramı da budur: Göstergeler “yayılır”, dağılır, hiç beklenmedik anlarda başka başka anlamlar ortaya atar. Derrida’da zaman biteviye akmaz, her an eşyayı dağıtır. Derrida için “zaman kotana, soğurucu, birleştirici, toparlayıcı bir süreç değil, her aşamasında ‘olan’ın yeni bir ivmeyle beklenmedik, öngörülmedik, hesaplanmamış yönlere saçılan, serpilen, dağılan, savrulan, ayrışan, yayılan bir süreçtir.(Cevizci: 2008).
Derrida Sesmerkezciliği/sözmerkezciliği reddedip yazıyı ön» çıkarır. Başka bir deyişle, başlangıçta sesin, sözün değil, sesten ve sözden önce çizilmiş bir izin, bir tür yazının var olduğunu düşünür. Tanrı’nın değil, ‘yazı’nın önceliğine inanır Derrida. Bu da bir metafizik değil midir?
DERRİDA VE ETKİLERİ
Derrida’nm “putkıran” unvanı ülkemizde bilinen unvan- larındandır. Derrida, aykırı söylemiyle, eleştirel bakış açısıyla 2004 yılındaki ölümüne kadar ne yazdığı, ne düşündüğü hep merak edilen bir yazar olmuştur. Doğrusunu söylemek gerekirse ne söylediği, ne söylemek istediği de pek fazla anlaşılmamıştır. Çoğu insan okumadığı ve anlamadığı hâlde “sadece şahsı ve fikir babalığını yaptığı yapısökümü denilen düşünce okulu hakkında duydukları nedeniyle bile heyecanlanıyor. Bu duruma örnek olarak ağızdan ağıza dolaşan şu espri gösterilebilir: ‘Mafyayla yapısöküm arasındaki fark nedir? Mafya red- dedemeyeceğiniz, yapısöküm ise anlayamayacağınız bir teklifte bulunur” (Sun: 2000,8-9).
Derrida’nın yazılan, çözümlemelerinde kullandığı kavramlar kapalıdır: İlk elde söylenilen anlaşılmaz. Bu onun düşünce sisteminin, çözümleme biçiminin doğasının gereğidir: Çünkü anlam sınırlandırılamaz. Yapısöküm dildeki anarşizmdir. Yapısökümcü dildeki anarşisttir. Ne söylerseniz söyleyin bu anarşist bir başka pencereden size karşı koyar, başka bir şey söyler, başka bir soru sorar. Bu anarşist karşısında anlamı ke- sinleyemezsiniz. Yapısökümcü anlayışta evrensel bir gerçeklik yoktur. Anlam oynaktır. Yapısökümcü anlayış anlamın bu oynaklığını, başka bir deyişle metinlerdeki çokanlamlılığı göstermeye çalışan bir okuma yöntemidir. Yemek tarifi yapan bir metin, edebiyat ya da eleştiri bütün metinler çokanlamlıdır;bu metinlerdeki anlam sınırlandırılamaz. Batı düşünce dünyası boş yere dili nesnelleştirme peşine düşmüştür. Bu tutum, aynı zamanda olguculuğun da eleştirisidir.
Postyapısalcılığın, postmodern bir edebiyatın Derrida’nın dildeki bu felsefesinden doğduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. “Yapısökücümlük dilin kesin ve tutarlı bir anlam üretmeye uygun olduğu inancına şüpheyle bakan bir kuramdır ve bu yönüyle tüm yapısalcılık ötesi düşünce tarzının hareket noktasını oluşturmuştur” (Moran: 1999,203). Yapısökümcü anlayış dildeki istikrarsızlığı göstermeye çalışır.
Postmodern dil de yapısökümcü düşünce biçimi de anlama düşmandır; her iki anlamlandırma biçimi de kesin anlamdan nefret eder. Derrida’ya göre, hakikat bir özne tarafından kesin olarak bilinemez. Bu nedenle metnin dışında, yazının dışında bir şey yoktur. Metin de yazı da çokanlamlıdır. Yazı ve yazar da kutsal, değişmez değildir. Yazı bir farmakondur, bir ilaçtır, yararlı da olabilir zararlı da. İlacı, ne için, ne kadar, nasıl kullanacağına insanın her hastalıkta (her metinde her okumada da diyebiliriz buna) yeniden karar vermesi gerekir. Derrida bu bağlamda “sonsuz bir karamsarlık yaymak ve bizatihi felsefenin öznesini tahrip etmeye çalışmakla, (…) metaforik saçmalıklarla, sofistçe karalamalar yapmakla, (…) metin çözümleme biçimi de ‘sonsuz, haince ve korkutucu’ olmakla” (Sim: 2000, 9-10) suçlanır.
Derrida bir konu hakkında düşünüp bir düşünce ortaya koyacaksa bu düşünce kamuoyunun genel kabul görmüş düşüncelerini sarsan, değiştiren, dönüştüren, düşündüren bir düşünce olacaktır. Söz gelimi herkes liberal demokrasinin diğer sistemlere karşı zafer kazanmasını ‘tarihin sonu’ olarak niteleyen, bu olguyu sevindirici bulan, liberal demokrasinin sistem olarak insanlığın ‘son’ durağı olduğunu söyleyen ön kabullere de bir soruyla karşılık verir ve kamuoyunu sarsar. Yapısöküm çoğu zaman marjinal bir düşünme biçimi olarak kabul edilmiştir.
Metafizik, bütünden hareket eder. Metafiziğin öncülleri vardır, bu öncüllere göre parçalan değerlendirir. Yapısöküm reddeder. Adı üstünde gördüğü her bütünü söker,dağıtır, her parçanın başka parçalara gönderdiğini, baş- ürettiğini söyler. Hiçbir parçadan kesin bir sonuç anlatıların ‘bu’ diyen bir yapısı vardır; yapısökümcülüğün, postmodernin ise ‘ne o ne bu’ diyen bir bakış açısı vardır.
Postmodernizm de postyapısalcılık da Derrida’nın yapısö- kümü de metafizik felsefenin sonunu dillendiren düşüncelere sahiptir. Postmodernizmle birlikte birçok metafizik kavram sona erdirilir. Bu anlayışa göre, artık Tanrı yoktur, insan yoktur, ölmüşlerdir. 2O.yüzyılın en etkin düşünürü diyebileceğimiz Nietzsche’den yapısökümcülüğün kuramcısı Derrida’ya kadar birçok düşünür insanın sonunu ilan ederler. Nietzsche’nin nihilizminin sadece yapısökümcülüğe değil, bütün bir 20.yüz- yıla damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Nihilizmin egemen olduğu bir düşünce biçiminde hiçbir inanç ya da ideoloji ölüm pahasına savunulamaz. Nihilist, kendisi için ölebilir ama bir ideoloji ya da inanç için ölemez.
Uzun süre gündemde kalan ‘tarihin sonu düşüncesi’nin de postmodern anlayışla örtüşen yanları var: Tarihin sonu gelmişse hiçbir şey yapmanıza gerek yoktur ya da her şeyi yapmak mübahtır. ‘Metnin’ belli bir hiyerarşi içinde olması gerekmez, her yerden alabilirsiniz, her şekilde yazabilirsiniz, kural koymaya gerek yoktur… Ne yapsanız yeridir, ‘her şey gider.’ Postmodern anlayış, özgürlük, eşitlik adına iyiyle kötüyü, güzelle çirkini, âdil ile zalimi eşitler: Ne yapılsa yeridir, her şey yapılabilir. Yapısalcılığın önemli ismi Levi-Strauss özneye değil, sisteme, yapıya inanan bir insanbilimcidir. Postmodern ise yapıyı reddeder, yapışız kalır, hiçbir şeye, hiçbir kesin yargıya inanmaz. Derrida’nın metaanlatıları reddedilir; sınırsız bir özgürlük belirgin bir çizgi hâlini alır.
İdeolojiler alternatif düşünceleri kabul etmezler, alternatif olarak sunulan diğer ideolojileri yok saymazsa, reddetmezse varlığım sürdüremez. Postmodern bir dil, postmodern bir söylem ise ideolojiyi, her türlü otoriteyi reddeder. Derrida’nın dilde yaptığı da budur. Başka bir deyişle postmodern mantık, kendisini Derrida’nın dil anlayışıyla ortaya koyar.
Derrida’ya göre hiç kimse, hiçbir söylem tek başına tek bir fenomenin sadece bir tek yorumu olduğunu, bu yorumun dışındaki diğer yorumların geçersiz olduğunu iddia edemez. Yapısöküm, yorumun önlenemez yükselişidir. Örneğin ‘tarihin sonu’ düşüncesi ‘liberal demokrasi’, ‘Marksizm’ ya da “İslam” düşüncesi yorumlardan bir yorumdur. Bu nedenle Derri- da Marksist kökenli olmasına karşm 1971’de “marksizme ters hiçbir şeyi savunmuyorum” (Sim: 2000, 38.) demesine karşın Marks’ı da eleştirir. Çünkü Marks anlamı sınırlar, ona göre tek anlam vardır: proleterlerin zaferi. Marksizm de, kendi düşünce dünyasına aykırı en küçük düşünce kırıntısını bile cezalandırabilir, şiddetle bastırabilir. Çöküşü, Berlin Duvarı’nın yıkılışı da belki bu yüzdendir. Başka bir deyişle Marksizmde dogmatik bir anlayış egemendir. Derrida, Marksistlerin de canını sıkan bir postmarksisttir ve postkomünist bir dünyada yaşadığının farkındadır. “Nasıl Engels, Marks’m Marksist olmadığım ilan etmişse, Derrida da kendisinin bir Marksist olmadığını ilan edebilmektedir. (Kesin olan bir şey varsa o da Marksist olmadığımdır.) Buna rağmen Derrida liberal demokrasiye yönelttiği eleştirilerde Marks ruhunu da canlandırmaya” (Sim: 2000, 43.) çalışır.
Marksizm olsun, liberalizm olsun her ikisi de aydınlanma düşüncesinin mirasçılarıdır. Biri diğerini doğurmuştur. Her ikisi de rasyonalisttir. Aydınlanma düşüncesi aklı merkeze koyan bir düşüncedir. Liberalizm akıl adına, aydınlanma ve olguculuk adına hırsı ön çıkarırken, Marksizm de yine akıl adına hasedi öne çıkarmıştır. (Marksizm, kapitalizmin tıraş edilmiş şeklidir) Bugün dünya, aydınlanma projesinin sonuçlarını tartışırken, eleştirirken, yeni çıkış yollan ararken ülkemizde aydınlanmaya övgü düzen, Derrida’dan hiç nasiplenmemiş kelaynak kuşları vardır.
Derrida Marks karşısında şöyle bir yerde durur: Herkes onu mitleştirirken ya da yok sayarken o Marks’ı yok saymaz,mitleştirmez. Tarih içinde önemli yere sahip bir kültürel varlık olarak kabul eder, umursamazlık tavrıyla karşılanamayacağını söyler.
Her kuram ve kavramda olduğu gibi postmodernizm de ülkemizde anlaşılarak uygulanmış bir düşünce ve algılama biçimi değildir. Postmodernizm sözcüğü de ülkemizde farklı anlamlar kazandı: gizlice yapılan iş; anlamsız, açıklanamayan, açık olmayan eylem, darbe; şaşkınlık, olağan dışı, garip, tuhaf olay ve eylem.
Türkiye henüz aydınlanma felsefesinin temelinde yatan akılcılığı, modernizmi aşamadı. Hâlâ Tanzimat Dönemi’nde bir nass gibi ezberlediği, kurtuluş reçetesi olarak kabul ettiği olguculuğu dayatmaya çalışıyor; Batı dünyasında yapılan eleştirileri, kendi kültürel geleneğindeki zenginliği görmezlikten geliyor veya gerçekten göremiyor. 2008 Türkiye’sinde aydınlanma tartışılıyor ve birileri diğerini “sen, aydınlanma felsefesini kaldırmak için anayasa değişikliği hazırlıyorsun” şeklinde suçluyor.
Postmodern serüven Batı için bir arayış serüvenidir. Batı, yarın çok başka bir boyutta bizi yeniden şaşırtan bir tartışma, bir ret veya kabul ile karşımıza çıkabilir. Batı arıyor. Biz Batı’nın arayıp tartıştıklarını gecikmeli olarak okuyup kabul edip, tartışıyoruz. Uzak Doğu, Osmanlı, Türkiye Batı için her zaman ilginçtir, gizemlidir. Batı’da, Doğu’nun gizemini keşif arzusu tarih boyunca her zaman var olmuştur. Doğu ise keşiften çok Batı’ya karşı bir özlem duyuyor; onun gibi olmaya çalışıyor. Kendi doğrularının onayını Batı’dan bekliyor ya da Batı’nın söylediklerini kendi geleneğine onaylatmaya çalışıyor. Böyle olunca da ilginçliğini, özgünlüğünü kaybediyor; zaman zaman gülünç durumlara düşüyor. Söz gelimi soyut resim, doğayı inkâr eden bir resimdir; başka bir deyişle sanatta taklidi inkâr eden bir resimdir. Resim sanatı bireysel bir arayıştır. Batı uygarlığının merkez şehirlerinden “Paris’te resim, kitapla beraber sokağa akmıştır. (…) Paris’i resim zaptetmiş- tir. (…) Paris’te resim asrın buhranını en fazla gösteren sanattır” (Enginün-Kerman: 2008, 50). Batı’nın ‘non figüratif, ‘abstre’, ya da ‘nu’ resim yapması kendi içinde anlamlıdır ve bir arayıştır. Biz de, resimsiz bir uygarlıktan kalkıp ‘nu’, ‘abstre’ resimler yapmayı modernliğin gereği olarak kabul ettik. Hâlbuki bu Batı için bir arayıştı, bir mutluluk, bir mutlak gerçek arayışı idi. Bizimkisi ise taklittir.
Batı’nın postmodern bir tutumla her şeyden şüphe etmesi, her şeyi tartışması, Doğu’nun kendi gerçekliklerini de bilinçsizce tartışmasına yol açar. İnançlar tartışılmaz, kabul edilir. Günümüz Türkiye’sinde tartışılmaması gereken kesin nasslar (namaz, hac, faiz, imamlık, kadının imamlığı…) yetkili yetkisiz herkesin ağzına sakız olur. Türkiye’de bir tarafta olgucu mantık dayatması devam ederken, olguculuğun hiç açıklama getiremeyeceği inançlar -postmodern deyimle söylersek meta- anlatılar- Derrida’dan hareketle olgucu mantığın kalıplan arasına sokulmaya çalışılıyor, kitaplar yazılıyor, gelenek, tekrara düşmekle suçlanıyor. Acaba tekrar edilen Batı’nın geleneği mi yoksa bu toprakların geleneği mi? Geleneği bilen var mı? Batılılaşmanın ya da doğu’nun neresindeyiz? İnançları yanlış yorumlayanlar geleneğe sahip çıkanlar mı yoksa Batı’yı her ne pahasına olursa olsun taklit edenler mi?
Ne var ki iyi düşünülürse Derrida’nın kuramı da akim bir başka boyutta, bireysel düzeyde kutsallaştırılmasıdır: Herkesin bir aklı var, herkes göstergelere kendi aklı ile, kavrama düzeyine göre farklı anlam verebilir. Ancak, verilen bu anlam ‘gerçek’ değil, herkesin kendi gerçeği olacaktır. Bu da akla övgüdür ve bireysel akim kutsallaştırılmasıdır.
Batı’nın böyle bir boşluk içinde her şeyi tartışması, Doğu’nun da kendi değerlerini tartışmasını gerektirmiyordu. Doğu’nun kendi uygulamaları üzerinde, başka bir deyişle itikad boyutunda değil amel boyutunda bir özeleştiri yapması gerekiyordu. Bunun yerine tartışılmaması gereken inançları tartışma alanı içine aldı: Namaz üç vakit mi? Beş vakit mi? Hacca her zaman gidilse ne olur? Tesettür yeniden tanımlansa? Kadın imam olsa?Cenaze namazı birlikte kılınsa vb… Bunlar da ‘postmo-dern’, anlamsız, özgürce üretilmiş sorulardı.
Tanımak ve bilmek fiilleri bizde de batı dillerinde de farklı, ayrı fiillerdir. Bir nesneyi, bir olguyu, bir kuramı bilebilir, ama tanımayabiliriz. Bir toplumun, bir uygarlığın kendisini tanıya bilmesi için kendi tarihsel birikimini bilmesi ve tanıması gerekir. Belleksiz, benliksiz bir insan sağlıklı düşünemez, savrulur, daldan dala atlar durur. Şunu söyleyebiliriz: Biz Batı’yı tanımadan, hayranlık duyarak ve aşağılık kompleksi ile taklit ettik.
Derrida, Batı uygarlığını, Batı düşünce sistematiğini sorgulayan, bu uygarlıkla hesaplaşmak isteyen bir düşünürdür. Dilden hareketle getirdiği eleştiriler Batı’daki düşünce akımlarının kendisini yeniden sorgulamasını getirmiştir. Derrida’nın mutlak gerçeği yoktur; yeryüzünde gerçek adına sadece metafor vardır, kişisel gerçeklikler vardır. Derrida, Batı’nın içinden biri olarak Batı’yı eleştirir. Batı’nın kendi içindeki bir aykırı düşünürüdür. Kuramsal düzeydeki yazılarıyla, okuma ve çözümlemeleriyle belki de yüzyılın en etkin düşünürlerinden- dir. Bu nedenle söyledikleri anlamlıdır. Marks, Kafka ya da Freud Batı içinde ne kadar anlamlı ise Derrida da en az onlar kadar anlamlıdır. Adı geçen kişiler İslam söz konusu olduğunda ise tipik bir batılıdırlar. Bu düşünürler Batı’nın içinden Ba- tı’yı eleştirirler. Biz ise bu düşünürlerden hareketle Batı’yı değil Doğu’yu, kendi geleneğimizi eleştirmeye çalışırız. Söz gelimi aynı yapısöküm mantığı ile dinsel metinleri anlamaya çalışırız.
Postmodernist anlayışı yüzeysel olarak kavrayan Doğu top- lumlarında geri kalmışlığın da verdiği bir acelecilikle her türlü şaz, ekstra düşünce desteklenir ve Doğu toplumları da kendi sabitelerinden uzaklaştırılmaya çalışılır. Rasyonalist çalışmalar, akıl yürütmeler yerine artık her şeyin, her doğrunun tartışıldığı bir ortam yaratılıyor: Hacca neden senenin her ayı gidilmesin? Amine Wadud neden imam olamasın? Örtü neden farz olsun vb… Bir dini seçen nihilist olamaz.
“Kur’an İslâmî” diyerek yapılan bir bakıma Derrida’nın yaptığıdır: Kendi kültürüne olan güvenin kaybı, kaos, aşağılık kompleksi, postmodern sloganla ‘ne olsa gider’ (Anyt- hing goes; VVekome to the jungle; It’s so easy) mantığı, ‘haki- kat’in değil ‘metafor’un varlığı. Dinin, inancın değil dünyanın tartışması. Zira “postmodernistler (…) her türlü tutarlılık ve öncelik belirleme kaygısını ‘totaliter diye damgalamayı pek severler” (Birkan: 1992, 57-64).
Yapısöküm, Batı dünyasında düşünülmeden kabul edilen birçok değer yargısının sorgulanmasıdır. Bu anlamda yapısö- küm Batı düşünce dünyasını sarsar, yeniden düşünmeye çağırır. Batı düşüncesinde kabul gören değer yargılarındaki “boşlukları açığa çıkarıp, onların tartışmalı yönlerini ifşa eden felsefi şüpheciliğin oldukça kapsamlı bir biçimi sayılmaktadır. (…) Yapısöküm, genellikle olumsuz bir düşünce biçimini, yani neyin işlediğinden ziyade neyin işlemediğini ortaya koymaya gayret eden” (Sim: 2000,31) bir düşünce biçimidir. Derrida relati- vistlikle de suçlanır. Derrida mutlak aklın, aydınlanmacı akim, nesnel aklın,bir dogmanın, bir inancın yanında yer almaz, görece bir akim yanında yer alır. Her mutlak denilen doğruyu söker, parçalar. Derrida’ya göre her yorum eksiktir. Aktarılan her söylem, kendi değerinden bir şeyleri kaybeder. Bu pencereden baktığımız zaman yapısöküm şöyle bir düşünme biçimine çağrı yapması açısından anlamlı ve önemlidir: Bir özne, bir olguyu, bir olayı anlamlandırırken, karar verirken kör noktaların, gözden kaçırabileceği olguların olabileceği olasılığını göz önünde bulundurmalıdır. Birdenbire aceleyle kesinleme- lere gitmek yanlış kararlar, yargılar doğurabilir.
Batı’da “dinle felsefe arasındaki aktif çatışma” sonucunda din, “birçok kültürel değerden sadece biri durumuna indirgenir ve hadım” edilir. Dine gösterilen saygı yüzeyde sürüp gitse de, bu etkisizleşme, dinin ruhsal nesnelliğin tek zemini olma özelliğinin yok edilmesine ve sonuçta da dinsel vahyin mut- laklığı düşüncesinden doğan böyle bir nesnellik kavramının ortadan kaldırılmasına yol açtı” (Horkheimer: 2005, 65). Bunun yerine insan da, dil de, akıl da yeryüzüne egemen olan dev üretim aygıtının gereçlerinden bir gereç, sömürünün bir aracı geldi. Anlık doyumlarla vecde gelen, doyumsuz- kıvır kıvır kıvranan bir insan tipi ortaya çıktı. Üretim ve tüketim dinsel bir inanç durumuna getirildi.
İnsanın doğası değişmez, öz değişmez: İnsan hırslıdır, her şeyi,her çıkarı kendine tahsis etmek ister; her şey benim olsun der. “Değişen, biçimlerdir. İlk avcının bozkırda ve dağda gördüğü, sadece iyi avlanma imkanlarıydı; modern iş adamı da bir manzaraya sigara afişlerinin yerleştirilmesine uygun bir yer gözüyle bakmaktadır” (Horkheimer: 2005,127). Bu anlamda Marksizm, kapitalizmi tedavi etmeye çalışan bir kuramdır, insanda var olan içsel hastalıklar giderilmezse onurlu bir yaşam elde edilemez.
“Bir zamanlar sanatın, edebiyatın ve felsefenin amacı varlıkların ve hayatın anlamını açıklamak, dilsiz olan her şeyin sesi olmak, doğaya acılarını anlatması için bir dil vermekti; başka bir deyişle, gerçekliği asıl adıyla çağırmaktı. Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı; bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görünmektedir” (Horkheimer: 2005,125).
Böyle bir postmodern durumda insanın bugün ne yaptığı önemli değildir. İçinde yaşadığı anda yaptığı işlerin erdemli olup olmadığı değil, bundan daha çok 100 yıl, 500 yıl sonra güneşin sönmesi, buzulların erimesi, uzayda yeni bir yaşamın keşfi onu daha çok ilgilendirir. “Bazı Fransız kuramcıların problemi bence burada: Öncelikle tüm yapılar, ortodoksiler, sözmerkezcilik, fallusmerkezcilik vs.den kaçar gözüken Derri- da gibi kuramcılar bile bende, kendi kuramlarına hapis oldukları şeklinde bir izlenim uyandırmışlardır. (…) Buna ‘sistem’ değil, kesinlikle kendi ‘tarzları’ diyeceğim” (Said: 2004, 205). Elde mutlak değerler yoksa, doğru ve güzel bilinmiyorsa her şey doğru kabul ediliyorsa anlamlı bir ilerlemenin, anlamlı bir değişim ve dönüşümün ölçüsü ne olacaktır?
Hilmi Uçan – Görmek-Göstermek,syf:143-165
[II] Platon Phaidros adlı yapıtında Öğrencisi Sokrates ile Phaidros’u konuşturur. Bu konuşmalarda Platon yazı ile sözün yerine ve önemine dikkat çeker. Sözü öne alır, yazıyı küçümser. Yazının korkunç olduğunu, harfleri öğrenenlerin artık yazıya güveneceklerini, belleklerini işletemeyeceklerini ve unutkan olacaklarım söyler. Yazı sayesinde insanların öğretmensiz olarak gırtlaklarına kadar bilgiye gömüleceklerini; çoğu zaman hiçbir şeyi doğru dürüst düşünemedikleri halde kendilerini bilgin sanacaklarım, gerçekte ise bilgili adam değil de adam bozması oldukları için çekilmez varlıklar olacağım söyler. Bu konuda Bkz. EFLATUN, Phaidros, (Dünya Edebiyatından Tercümeler) MEB Yay.,1997,117-118.