Deizmi Doğru Yerden Konuşmak

640x360-300x169 Deizmi Doğru Yerden Konuşmak

Sözcüğün etimolojik kökeni

Deizm, Latince “deus” (tanrı) kelimesinden türetilen Fran­sızca bir kavramdır. İlk olarak Charles Blount, “Deist Dinin Özet Açıklaması” adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde bahseder. İntiharından sonra yayımlanan bu eser deistik düşüncenin yayılmasında çok etkili olmuştur. Charles bu makalede bütün dinlerin ve peygamberlerin insanlığa katkılarının tarafsız bir şekilde ele alınıp tartışılmasını teklif eder. Aslında Charles’m önerdiği; dinin kaynağının ilahi ya da beşerî olmasından öte bütün dinlerin hatta dine inanmayanların özgür biçimde ya­şayabilecekleri evrensel, hikmete dayalı din düşüncesidir. Bu anlamda Charles’m teklif ettiği şey, sonradan deizmin geldiği yerden çok farklıdır.

Aslında Charles’tan daha önce, Kalvinci bir ilahiyatçı olan Pierre Viret’nin 1564 yılında yayımlanan Instruction Chres- tienne adlı eserinde deizm kavramına rastlanıyor. Bu eserde ateistlerden ayırmak için kendilerini deist olarak isimlendi­ren kişilerden eleştirel bir dille bahsedilir. Fakat Hefelbower 1920’de kaleme aldığı deizmle ilgili makalesinde hâlâ deizmin bir tanımının olmayışından yakınır. Tabii somut kavramsal olarak tarihi en fazla dört yüzyıl öncesine kadar götürülse ve hayatı, insanı, kâinatı yeniden konumlandıran Aydınlanma ürünü bir düşünce olarak kabul edilse de, hemen her modern düşüncende olduğu gibi deizmin de kökleri tlkçağ’a, özellikle de Aristoteles’e kadar dayandırılmıştır. Felsefe tarihinin Ay­dınlanma diye adlandırılan en önemli dönemindeki gelişme­ler ve bunların felsefi ve pratik neticeleri, Sokrates öncesi dö­nem ile Sokrates’in felsefeye kazandırdığı yeni mecra arasında hep bir benzerlik kurula gelmiştir. Bundan sebep, Aydınlan­ma felsefesini MÖ 5. yüzyıla kadar götürenler vardır.

Kısaca Sokrat öncesi felsefe

Sokrat öncesi felsefe, doğa felsefesi olarak varlığını sürdürürken, Atina’nın içinde bulunduğu refah ortamının savaş ve salgın has­talık gibi felaketlerle yerini sefalete bırakması sebebiyle sofist­ler ve Sokrat gibileri tarafindan felsefenin konusu doğa yerine insan olmuştur. Çünkü Atina’yı içinde bulunduğu zor şartlar­dan kurtarıp ona yol gösterecek bir düşünceye ihtiyaç vardı. Bu durum, olgunun düşünce tarihinde ne kadar belirleyici ol­duğunu göstermesi açısından önemli bir örnektir. Dolayısıyla Sokrat, felsefeyi gökten yere indiren adam olarak anılmıştır.

Bir başkaldırı olarak deistik tavır

Bu akım 16. yüzyılda Avrupa’da feodalite ile halk kitleleri arasında sınıf çatışmalarının başladığı dönemde, toplumsal yapı üzerinde hegemonyası olan her türlü kuruma yönelik mücadelenin bir uzantısı olarak, kiliseye karşı başkaldırının epistemik tarafını oluşturur. Daha doğrusu, hiyerarşik feodal sistemin en mukavvim unsuru olan kiliseye karşı bir başkal­dırı olması hasebiyle, genel anlamda her türlü hegemonik dü­zene karşı verilen sınıf çatışmalarının felsefi, epistemik yanını teşkil eden söylem ve düşüncenin bir ünitesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla deizm sadece teolojinin konusu değil­dir. Eşitlik, özgürlük gibi kavramlarla aynı epistemik zemin­de doğmuş ve aynı mantıksal örgü içinde anlam bulmuştur.

Aydınlanmaklığın bir uzantısı olması itibarıyla felsefi bir doktrin olsa da çıktığı dönemdeki bütün felsefi düşünceler gibi deizm de bir hareket olma özelliği taşır. Kendisini ortaya çıkaran şartlar kaybolunca deizm de dünyada etkisini yitir* miş, yerini ya ateizme ya da spritüalist eğilimlere bırakmıştır.

Bu etkinin yitmesinde bilimsel verilerin rol oynadığı söylene* bilir. Çünkü her şeyde aktif bir yaratıcı varlık seziliyor. Mesela fiziğin oynadığı rolü gündeme getirebiliriz. Sağlam bir Hıristi* yan olan ve kendisini tncil öğrencisi olarak takdim eden New* ton’un geliştirdiği yeni fizik, deizmin iddia ettiği tanrı-kâinat ilişkisinin hiç de pasif olmadığını, kâinatta sürekli olarak gizli bir elin müdahalesi olabileceğini ortaya koymuştur. Newton sonraları atom altında öngörülemeyen, atom üstü dünyanın fizik kanunlarının geçerli olmadığı ve bu kaosun atomun ha­reketine tesir ettiğini, sonuç olarak kâinatta bildiğimiz kanun­ların tefsirinde imkânsız olân bir bilinmezliğin olduğunu or­taya çıkarmıştır. Modern sonrası dönemde postmodern ara­yışların temelinde fizikteki bu ve benzeri yeni gelişmelerinin ciddi bir payı vardır. Özellikle son yüzyılda dünyanın hemen her yerinde mistik düşüncelerin eskiye göre daha fazla kabul görmesi ve spritüalist eğilimin artmasmm arkasındaki saik de bu anlam arayışıdır. Dolayısıyla iki yüzyıl önceki deizm tartış­maları yerini ateizme bırakmıştır ve bugün zannedildiği gibi dünyada deizmin arttığı söylenemez.

İslam geleneğinde izdüşümleri var mı?

Deizmin ortaya çıktığı Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçiş dönem­lerinde İslam toplumunda Batı’ya muadil deistik düşünceyi temsil ettiği söylenen kişiler olmuştur. Ebû Bekir er-Râzî bun­lardandır. Fakat tslam felsefe geleneği içinde deizmle örtüşe- bilecek düşüncelere rastlamak mümkünse de Batı’daki gibi sistemleşmiş ve belli bir şahıs veya ekolle özdeşleşmiş bir ku­ramdan bahsetmek çok zordur.

Deizmin krizleri

Burada daha en başta, tüm evrene ilk hareketi veren, sonrası­na hiçbir müdahalesi olmayan, kâinatın düzenini belli kanun­lara bağlamış ve bu yasaları yaratılışın yazılımına kodlayarak mahlukatıyla irtibatını koparmış bir tanrı söz konusudur. De- istler dünyanın anlaşılabilir ve açıklanabilir olduğunu, mu­cizenin sadece yaratılışta var olduğunu iddia ederler. Tanrı dünyayı yaratmış ve kâinatm işleyişini belli başlı yasalara bağlı kılmıştır. Bu yasalar kâinatta meknuzdur, insan aklı tanrının bu yasalarını anlamaya ve yorumlamaya müsaittir. Tanrmın insan ve kâinata dair muradı, tabiattaki değişmez yasalara ve bu yasaları anlama mekanizması olan akla bırakılmıştır.

Deizmin dine karşı evrensel bir sistem vadetmede çözmesi gereken en önemli sorun, evrensellik meselesidir. Her inşam bağlayan iyi ve doğrunun ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Bu so­ruya genelde “doğa” cevabı verilir: Buna göre, doğa insan için evrensel bir ölçü olabilir ve tanrının muradmı ancak doğaya bakarak, doğanın kanunlarını temaşa ederek tespit edebiliriz. Stuart Mill’in söylediği gibi, Stoacılardan Epikürcülere kadar antik çağda, özellikle antik düşüncenin gerilemeye başladığı dönemlerde tüm felsefi ekollerin ortak tavrı, benimsedikleri davranış düsturlarını ve doğanm emirlerini kanıtlamakla yü­kümlü oluşlarıydı. Felsefelerinin doğaya uygunluğunu ispat eden, daha haklı ve kabul edilir olmasıydı.

Deizmin de aynı refleksi gösterdiğini görüyoruz. Tanrı devre dışı kalınca hakikatin ölçüsü doğa oluyor ya da tanrı söylemek istediklerini doğanın zımnında saklıyor. Din tanrmın doğaya yerleştirdiği bu kanunları ortaya çıkarmak ve buna uygun bir yaşam modeli geliştirmekten ibarettir. Gerçi bugün hâlâ bir şeyin yanlış ve batıl olduğunu ifade etmede doğal olmadığını söylemenin çok etkili bir argüman olduğunu kabul etmek ge­rek. Buna rağmen doğanm ahlaki davranışların temeli sayıl­ması bugün pek muteber değildir.

Çoğu deist tüm semavi dinleri reddedip onun yerine doğa dinini ikame eder. Çünkü her semavi din mutlak doğrunun kendisi olduğunu iddia eder ve bu da sonunda bir çatışma doğurur. Halbuki doğayı bir din olarak kabul edersek, her­kesi bağlayan ortak bir zemin sağlanmış olur. Böylece bütün insanlığı tek bir referanstan hareketle ortak bir çağrıya davet etme imkânı doğar. Bu anlayışa göre, tanrınm kitabı evren, onu bize ileten peygamber ise bilimdir.

Schopenhauer “Felsefe neye inanmamız gerektiğiyle ilgilenmez. O, ne bilebileceğimizle ilgilenir,” der. Felsefe inanmamız gereken şeyden farklıysa, o zaman onun inanca bir zararı olmayacaktır çünkü o bilemeyeceğimiz şeyi öğrettiği için inançtır. Edebilsey­dik o inanç yararsız olurdu. Bunların her biri diğerinden fark­lıdır ve ikisi de menfaati gereği birbirlerinden ayrı kalmalıdır. Böylece her biri kendi yolunda ilerleyebilir, diye düşünür Alman filozof. İnsanın iman tarafı ile bilme yanı birbirlerinden ayrıdır. İman insanın bilmediği şeye yönelik deruni bir etkinlik değildir. Bilgi imanın yerini almaz. İnsan bir şeye dair bilgi sahibi oldu­ğunda ona dair imam son bulmaz. Eğer buluyorsa, dinin insan­dan istediği iman bu değildir. Haddizatında o iman değildir.

Neticede imanın cari olduğu yer zaten bilmenin mümkün ol­madığı yerdir. Ayrıca bilginin alanı ne kadar genişlerse geniş­lesin, insanın inanma ihtiyacını yok etmez. Bunlar insana ait iki ayrı hakikati ifade eder. İkisi de hayatı ve kâinatı anlama konusunda farklı metotlar kullanır. İkisinin de bilinmeyenle ilişki kurma özelliği vardır. İman, insanm bilme ihtimali ol­mayan konularda, öğrenme ise insanm bilmesinin mümkün olacağı konularda aktiftir. İnsanm bilim ve teknoloji yoluyla bilinmeyeni tüketmesi, insanm iman ile ilişki kurduğu bilin­meyeni ihata edip ortadan kaldırmaz. Din bu inancın bütün­sel ve sistemli halini ifade eder. İnsana bir anlam haritası su­nar. Neredeyse hiçbir insanın kayıtsız kalamayacağı “Nereden geldik ve nereye gidiyoruz?” gibi temel ontolojik sorulara tat­min edici cevaplar vererek kaosu kozmosa çevirir.

Doğadan ahlak ve adalet çıkar mı?

Modern dönemde evrensellik iddiasının en güçlü ve geçerli argümanı doğaya uyum ve doğallıktır. Modern ile postmo- derni ayıran en önemli unsur da budur. Postmodernizm ev­rensellik iddiası taşıyan her türlü unsura karşı çıkmıştır. Bu anlayışta farklılık, çeşitlilik, görelilik esastır. Postmodernizm bilimi de bu bağlamda bir yere koymuş, onun da bilme yolla­rından sadece bir yol olabileceğini söylemiştir. Bugün deistle- rin sıkça referans olarak kabul ettikleri doğallık, az önce be­lirttiğim gibi doğayı dinin yerine, doğa kanunlarını da dinin yasalarının yerine koyma iddiası taşır.

İnceleyin:  Aydın Başar - İrfan Yolculuğu -Alıntılar

Oysa işin özünde doğadan ahlak, erdem, vicdan ve adalet gibi kavramların çıkarılması mümkün değildir. Zira doğada ahlak da adalet de yoktur. Doğada işler güç ekseninde yürür. Güçlü olan ayakta kalır. Aslan koşar, ele geçirip avlar ve ceylanı öğle yemeği olarak yavrularının önüne atar. Biz bunu belgeselde izlerken ceylana acır ve aslana karşı hmçla dolarız. Diğer ta­raftan, bir insana ceylan değil, aslan demek övgü niteliğinde­dir. İnsan gücü sever ama içindeki ahlak yasası onu güçsüzün yanında olmaya zorlar.

Doğayı Spinoza gibi insan davranışlarının senkronize bir şe­kilde neden-sonuç ilişkisine bağlı, doğanın pasif bir parçası anlamında dinin kaynağı olarak görür ve öyle kabul edersek, doğaya itaatsizlik diye bir şey zaten mümkün değildir. Bu durumda doğanın rehberliğine ihtiyaç yok demektir. Çünkü yanlış, hata diye kabul ettiğimiz şey sonuçta doğal bir dav­ranışa dönüşür. İşlenen suçlar, yapılan hatalar doğanın zo­runlu nedenselliğiyle var olmuştur. Spinoza’nın paralelizmi olarak anılan bu düşüncenin -aslında doğadaki nedenselli­ğin insan için de geçerli olduğunun söylenebileceğinin- in­sanı hırs ve tamahtan uzaklaştırma yoluyla özgürleştireceği zannedilir. Maksat tamamen ahlaki ve insani erdeme teşvik etmeye yöneliktir.

Tabiat kanunlarının yol gösterici olması

Tabiat kanunları dediğimiz şeyler, son derece basit ve anlaşı­labilir niteliktedir. Sözgelimi, yer çekimi yerkürenin hemen her yerinde cari olan ve son derece basit gerekçelerle açıkla­nabilen bir doğa yasasıdır. Keplerin “Tabiat basitliği sever,” sözüyle kastettiği de budur. Aynı şekilde Newton tabiatın gö­rünenin ötesinde gizemler barındırmadığını, gösterişi sevme­diğini, net ve kaba kanunlarla örülü olduğunu söyler.

Gelgeldim insan böyle değildir. Onun son derece karmaşık ve öngörülemez bir tabiatı vardır. Bu karmaşık ve öngörülemez tabiatı biraz da tamamlanmamış olmasmdan kaynaklanır. So­lucandan file kadar kâinattaki bütün canlılar fiziksel anlamda insandan daha tamamdır. Nitekim insan eksik olduğu için icat yapmak zorunda kalmıştır. Bir aslanm ya da ineğin hayatmı devam ettirmesi için teknoloji üretmesi gerekmez. Teknik takviye olmadan hayatmı idame edemeyen tek canlı insandır. Bunun için insan tabiatı gayritabiidir. Dolayısıyla dinin kayna­ğının doğa olması isabetli değildir ve zaten çok kısa bir zaman sonra bu teori ters tepmiştir. Eğer insana rehberlik edecekse, bu yine insanın o derin ve gizemli iç dünyasıdır, doğa değil.

Deizmin amaçları

Deizmin en temel amaçlarından bir tanesi inanç özgürlüğü­dür. Deizme göre, özgürlüğün olmadığı yerde gerçek mana­da dindarlıktan söz edilemez çünkü din samimiyettir. İnsan ancak özgür olduğunda samimi olabilir. İkinci olarak, deizm inananlar ile inanmayanlar arasında bir birliktelik sağlamayı amaçlamıştır. Böylelikle bir dinin müminleri kendilerinden olmayanlara karşı ellerindeki imani motivasyonu kaybetmiş olur. Üçüncü olarak, dinin akla aykırı yanlarını ayıklayarak rasyonel bir biçim vermek. Böylelikle üç temel gayesi oldu- ğunu söyleyebiliriz: inanç özgürlüğü, eşitlik-evrensellik, akla uygunluk.

Bir de bu kavramın taşıdığı tepkiselliğin metafizikle ilişkisine değinmek gerek. Deizm bir tepki olarak doğmuş olsa da ge­leneksel ve doğaüstü anlayışa tamamen zıt bir amaçla ortaya çıkmamıştır. İlk deistlerin paradoksal bir biçimde bir taraftan deizmi savunurken, diğer yandan Hıristiyanlığın aslında ras­yonel bir din olduğunu, Incil’de bilimle çatışan herhangi bir emrin olmadığını iddia ederek apolojik bir mücadele içinde oldukları gözlenir. Hıristiyanlığın bir yığın dogmasmı akli teville gerekçelendirmeleri ve bilimin sağladığı verilerle doğ­ruluklarını teyit etmeye çalışmaları ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de gerçekte böyle değildir.

Dini ortadan kaldırma ithamı

Deizm taraftarlarının dini ortadan kaldırmak istedikleri şek­linde popüler bir algı var. Hayır, en temelde yapmayı arzu­ladıkları şey dinin topyekûn varlığını yok etmek değil, ona insan ve toplumu ıslah edici rolünü geri kazandırmaktır. On­lar dinin her şeyi belirleyen bir özne olmaktansa onun da bir yerinin olduğuna ve kendi yerinde kaldığı müddetçe bir anla­mının olacağına kanidirler. Bir kısmı ise dinin kaynağının ne olduğuyla hiç ilgilenmeden konumuna eğilmiş ve bir önceki zümreyle hedef açısından aynı noktada birleşmiştir.

Bu demektir ki, ontolojik ve epistemolojik açıdan bir hakikati olmasa bile, işlevsel açıdan faydalı olabileceğini göz önünde bulundurarak hem kişisel hem de toplumsal menfaatin bir aracı olarak kabul ettikleri dinin gerekliliğine kanaat getir­mişlerdir. Ayrıca toplumsal ahlakın dinle çok alakasının ol­madığını hatta aralarında ters bir ilişki olduğunu iddia eden deistlerse dini daha temel bir yerden ele alarak tenkit etmiş­lerdir. Bu açıdan, deistler içinde tek tip bir yapıdan söz etmek mümkün değildir.

Din mi ahlakın, ahlak mı dinin kaynağı?

Kuran kendisinin muttakiler için bir hidayet rehberi oldu­ğunu söyler. Peki, zaten bu kişiler muttakiler ise hidayete ne ihtiyaçları var? İşte dinin rolü tam bu noktada ortaya çıkıyor. Din evvel emirde bir iyiler organizasyonudur. Her dinin ilk müminleri yaşantı itibarıyla zaten dindar olan insanlardır. Yeni din önce onları bir araya getirir, organize eder ve onların örnekliği üzerinden halka halka çevreye yayılır.

Burada net biçimde şu ayrımı yapmak gerek; ortada bir din var, bir de İslam. Evet, İslam bir dindir. Fakat din insanlıkla beraber kaim olan bir şeydir. İslam hak olduğunu ezelden ebede var olan dine uygunluğuyla tesciller. İlk vahyin geldi­ği zamana gidelim. Peygamber Efendimize [s.a.v.] bir melek görünüyor ve o da bu olayın dehşetinden ürpererek evine koşuyor. İlk etapta bu durumun rahmani mi yoksa şeytani mi olduğundan emin değil. Hz. Hatice’ye kötü ruhların onu ele geçirmesinden ya da kendisine cinlerin musallat olma­sından korktuğunu söylüyor. Hz. Hatice’nin cevabı, gelen şeyin bir sistem olarak din olduğunu ortaya çıkaran muh­teşem bir testtir: “Sen” diyor, “akrabaya yardım edersin, ye­timlerin başını okşarsın, hastalara, yolda kalmışlara destek olursun.” Yani bu demek oluyor ki sen dindar bir insansın; iyi, ama ortada henüz İslam yok. Evet, İslam yok ama din var. Demek ki biz akrabaya yardım etmeyi, yetimi kollama­yı, açları doyurmayı, kısacası iyi insan olmayı İslam’dan öğ­renmedik. Tam aksine İslam’ın sahih, hak bir din olduğunu, bu hasletleri emretmesinden ve peygamberinin bu hasletle­re sahip bir insan olmasından anlıyoruz. Buradan dinin kay­nağının ahlak olduğunu mu anlıyoruz? Evet. Aynı zamanda ahlakın da kaynağının din olduğunu öğreniyoruz çünkü ilk insan ayrıca ilk nebiydi.

Yeni din arayışları ve modernitenin krizleri

Postmodernizmle birlikte yeni din arayışları da modernitenin krizlerinden biri midir? Biliyoruz ki postmodernizm, moder- niteye karşı bir tepkinin ifadesidir. Modernizmin beklendiği gibi insana mutluluk getirmediği, aksine dünyayı daha beter bir yere çevirdiği gerçeği üzerine kurulu, eskiyle yeniyi uzlaş­tırmayı amaçlayan bir düşünce biçimidir. Bir kenara itilmiş olan dinin de bu yeni düzende yeniden geri döndüğü söyle­nebilir. Maddi refah, ekonomik kalkınma, özgürlük, adalet gibi âdeta cenneti yeryüzüne indirmeyi vadeden modernizm, yeryüzünü hiç olmadığı kadar kirletti. Bundan sebep moder- niteden kaçış çok erken başladı. Elbette beraberinde arayış da başlamış oldu.

Demek ki modern sonrası ortaya çıkan yeni dinî hareketlerin artık modern öncesi dönemde kaldığı yerden devam etmesi imkânsızdır. Yeni dünyada bugünün insanmm idrakine uy­gun bir din arayışı başladı. İşin doğrusu bu arayış hâlâ son bulmuş değildir. Ortaya çıkmış hemen her dinî hareket bu arayışın bir tezahürüdür. Türkiye modernleşmesi diğer Müs­lüman ülkelere göre hem daha erken hem de daha radikal ve agresif bir şekilde gerçekleştiği için, Müslüman cemaatler dü­şünsel anlamda bir arayıştan önce Müslüman olarak var ola­bilmenin çözümüne odaklanmak zorunda kaldı.

Dinî serbestiyetin deizmin yaygınlaşmasına katkısı

Kur’an-ı Kerim elifbalarının gizli saklı okunduğu bir düzlem­de nasıl bir din anlayışına sahip olunduğunun konuşulması imkânsızdır. Son beş yılda başörtüsünün serbest olması ve Kur’an-ı Kerim derslerinin seçmeli de olsa müfredata girmesi gibi dinî serbestiyetin gerçekleşmesinden hemen sonra, artık din eksenli tartışmalar başladı. Deizm meselesinin böyle bir sosyal zemini var. Topyekûn dinle mücadele edilen bir ze­minde dinin anlaşılması, bilimsel olarak ele alınıp irdelenmesi beklenemezdi. Birileri dinî olan her şeye savaş açarken, diğer bir grup dinî motivasyonla savunma vermenin peşinde oldu. Gelinen son süreçte bu savaş ortamı son buldu. Artık din yok edilmesi için mücadele edilen ya da uğrunda savaş verilen bir şey olmaktan çıkıp üzerine tefekkür edilen ve anlaşılması ge­reken bir olguya dönüştü.

Asıl tehlike deizm değil

Buraya kadar aktardıklarımdan deizm diye bir tehlike olmadı­ğım düşündüğüm zannedilebilir. Aksine, deizm tehlikesi yok demiyorum. Yaşanan durumun deizm değil, aslından hedo­nizm hatta nihilizm olduğunu iddia ediyorum. Yirmili yaşlar­daki bir gencin ciddi düşünsel problemlerin girdabmda kalarak bir çıkış yolu bulamayıp kendini deizmin güvenli kollarına bı­raktığı şeklinde, neresinden yaklaşırsak yaklaşalım baştan aşağı proje kokan bir şey olduğuna inanmıyorum. Bu tamamen sos­yolojik bir meseledir. Özellikle son on beş yılda dindar kim­likleri ön planda olan kişilerin ülkeyi yönetmesi ve buna bağ­lı olarak İslami camiada refah düzeyinin gözle görülen artışı, yeni neslin bambaşka bir hayat ortamına gözlerini açmalarım sağlamıştır. Üstelik bu sadece gençlere mahsus bir şey değildir; aynı durum ebeveynler için de geçerlidir. Vicdan ile cüzdan, din ile dünya arasında bir mengenenin ortasında kalmışçasına sıkışan yığınlar, bulundukları durumu anlamlandırmanın bir yolu olarak kendilerini deist diye adlandırmaktadır.

İnceleyin:  İnsan Olmayı Hatırlamanın Estetiği: Özgürlük

Adlandırma anlamlandırmanın en kolay ve ideal yoludur. Bir gencin, vaizlerin yumruklarını vura vura, gergin bir yüz ifadesiyle anlattıkları asrısaadet simülasyonlarının gölgesin­de, kafede nargile çekmek ve karşı cinsle daha rahat olmak­tan ibaret hayatını bir şekilde rasyonalize etmesi gerekir. Çünkü dindar kimliğinden kopamaz, bu kimlik onun ikti­dar olanaklarıyla irtibatını sağlayan en mukavvim unsurdur. Bir insanın bir anda bütün çevresini kaybetmeyi göze alması kolay değildir, önümüzde duran gerçek tablo, mevcut dinî yapıların kötü örnekleri, cemaat yapılarındaki çarpık anlayış j ve uygulamalar üzerinden geleneksel yaşama tepki gösterip yeni bir yaşam alanı oluşturma gayretidir. Bunun elbette istisnaşı yok değildir. Mutlaka düşünsel krizler içine düşüp ciddi I bir zihinsel performans neticesinde büyük bir açmazda ken­dini bulan gençler vardır. Fakat söz konusu durum deizm ya­yılıyor yaygarası koparacak boyutta değildir. Ayrıca, İslam’a sorular yöneltip mukni cevaplar alamadığını söyleyen insan­lar, ateizmin ya da deizmin çelişkilerini ve veremediği cevap­lan pek umursamıyor gibi görünmektedir.

Çıkış yolu

Peki, çıkış yolu nasıl bir tavırdan geçiyor? Evvela dinin emir ve yasakları ile toplumsal ya da ferdî maslahat arasındaki irti­batı, bugünün dili, kavranılan ve düşünce kalıpları içerisinde I kurabilmekten geçiyor. Bir örnek üzerinden açıklamak gere­kirse; yakın zamanda hükümet poşet kullanımını azaltmak i amacıyla yeni bir düzenleme getirdi ve poşetlerin marketlerde parayla satılmasına karar verildi. Bu kararın son seçimlerde iktidar partisine puan kaybettirdiği söyleniyor çünkü vatan­daş devletin bu kararla yirmi beş kuruş da olsa milletten para kazanmayı amaçladığını düşünmüştür. İktidarın temsilcileri de bu düzenlemeyi yeterince anlatamadıklarını itiraf ettiler. Oysa poşet doğaya en fazla zarar veren atık maddedir ve çev­reyi çok çabuk kirletir; kirlenen doğada da ekolojik bozulmalar baş gösterir, hastalıklar artar, ozon tabakası delinir vs. Ancak amaç, vatandaşm daha sağlıklı yaşaması, kanser gibi hastalıkla- ı rın azalması, şehrin oksijen kalitesinin artması olsa da, poşetin parayla satın alınması ile bir vatandaşm daha sağlıklı ve kanser olma ihtimali daha düşük bir hayat yaşaması arasındaki irtibat iyi kurulmazsa, halkın da doğal olarak buna tepkisi olacaktır.

Bu örnekle nereye geliyorum? İslam’ın hükümleri de böy- ledir. Bir emir veya yasak ya fert ya da toplumun maslahatı içindir. Eğer içki içme ile toplumun ifsadı arasındaki ya da örtünmeyle toplumun ıslahı arasındaki bağı bugünün ilim ve düşünce jargonunu kullanarak kurmazsanız, insanlarda genel bir hoşnutsuzluk görmek kaçınılmazdır. Farklı münasebetler­le söylediğim bir şey var: İslam içkiyi emredecek olsa, bugün dünyanın hiçbir yerinde içki içmek bu kadar yaygın olmazdı, mutlaka yasaklanırdı. Halbuki içkinin yasak olması gibi son derece makul, rasyonel ve toplumsal ıslahı sağlayan bir şeyi bile anlatmaktan aciziz.

O halde bugün ihtiyacımız olan, hüküm ile hikmet, emir ile maslahat arasındaki irtibatı kurmaktır. Peygamberimiz [s.a.v.J bu bağı cennet vaadi veya cehennem tehdidiyle kuruyordu. Az önceki örnek üzerinden gidersek, poşeti az kullanana me­sela “Allah rahmet etsin,” diyordu. Ama bugün bu kadarı ye­terli değildir. Bu, Efendimizin [s.a.v.] lal ü güher gibi sözleri­nin yeterli olmadığı anlamına mı geliyor? Haşa! Bilakis bugün müminlerin sahabe gibi yaşamadığını belirtmek gerekiyor.

Hikmetli ıslah metodunu öğreten hadis

Çok meşhur bir hadis-i şerifte Efendimiz [s.a.v.] şöyle buyuru­yor: “Sizden biri bir kötülük gördüğünde gücü yetiyorsa eliy­le düzeltsin. Eğer bunu yapamıyorsa diliyle müdahale etsin. Eğer ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin.” Bu hadis-i şerifte muhteşem bir tebliğ metodu söz konusudur. Bir Müs- lümanm kötülükle mücadelesi tam da böyle olmalıdır: Önce bir kötülüğe içinden kötülük der, sonra kendi gibi birini daha bulur ve birkaç kişi olmayı başarır ve bunu diliyle söyler. Son­ra artık eliyle müdahale edecek kadar çoğalır ve güçlenirse, gider eliyle ona engel olur. Bunun birinci aşaması fert olmayı, ikinci aşaması cemaat olmayı, üçüncü aşaması da devlet ol­mayı ifade eder. Dindar insanların sayıları artar ve güçlenir­lerse yargı, yönetim, askeriye gibi konulara kayıtsız kalmaları düşünülebilir mi? Efendimiz [s.a.v.] Medine’de savaşlar yö­netti. İdari, siyasi ve askerî olmak üzere bütün yürütme ken- dişine bağlıydı. Bunun aksi olabilir mi? Kötülüğün kötülük olduğunu söyleyelim ancak değiştirmeye gücümüz yettiği halde elimizi bir şeye sürmeyelim… Bunun ne akılla ne de vicdanla izah edilebilir bir yanı yoktur.

Din ve devlet ilişkisi de aynı çerçevede ele alınabilir. Din ve devlet kalp ve vücut gibidir. Din» devletin kalbidir, ru­hudur; vücudu çalıştırır. Vücut» kalbi korur. Dinsiz devlet» vicdansız devlet demektir. Hz. Ali» “Devletin dini adalettir,” der. Zaten devletin dinsiz olması görülmüş bir şey değildir. Dinlere karşı eşit mesafede olduğunu söyleyen devletler, dirileşmiş ideolojilerin boyunduruğundadır. Laiklik dininin laik rahipleri, bekçileri olduklarını iddia ettikleri devleti ta­rihin hiçbir döneminde olmadığı kadar “dinin” gölgesinde yönetmişlerdir.

Devletsiz bir toplum olmayacağı gibi dinsiz bir devlet ol­maz. “Ben Allah’a inanıyorum ama dine inanmıyorum,” demek, “Ben sağlığa inanıyorum ama tıbba inanmıyorum,” ya da “Topluma, devlete, adalete inanıyorum ama hukuka, yargıya inanmıyorum,” demekle eşdeğerdir. Dinin en temel üç ilkesinden biri tevhittir: tek bir Allah’ın eşit kulları ol­mak, herkesin tarağın dişleri gibi yekvücut olması. Tarağın dişlerinden birinin uzun olması tarağın işlevini boşa çıkarır. Buradan hareketle din, toplumdaki eşitliğin ve adaletin öte­ki adıdır.

Günümüzde organize dinlerin uygulamadaki kötü örnekle­rine bakarak dinin topyekûn geçersiz olması düşünülemez. Bugünkü siyasi partiler devleti yöneten mekanizmalardır ve bir partinin kötü yönetimi devlete mal edilemez. Bir partinin kötü yönetimi devlete olan ihtiyacı kökten yok etmez, aksine devletin kıymetinin artırır. Bunu şu nedenle söylüyorum: De- izmin ortaya çıkmasına da özellikle çarpık Hıristiyanlık an­layışı sebep olmuştur. İnsanlar Hıristiyanlığa bakarak dinin varlığını tümden yok saymışlardır.

Gençlerin özgürlük ve tutku arayışı ve deizm

Görebildiğim kadarıyla, gençler mutlu olmak istiyor, fakat bunu bilgide ve sanatta değil, hazda arıyorlar. Bedeli ödenme­miş bir özgürlüğe sahip olmak istiyorlar. Birçoğu özgürlüğün kölesi olduğunun farkında değil. Geleneksel aile yapılarını küçümseyerek kendilerine çok daha albenili bir hayat sunan örneklerin bombardımanına maruz kalıyorlar. Diziler, film­ler ve özellikle sosyal medya insanın kösnül duygularına hitap eden, şehvani arzularını tetikleyen unsurlarla dolu ve Müslü­man genç de işte bu cenderede can çekişiyor.

Deistler son raddede dernekleşmeye gittiler. Dinin kurumsal yapışma, dindeki her türlü hiyerarşiye karşı çıkıp ardından kendilerini daha rahat ifade etmek için derneklerini kurdular. Dolayısıyla bu düşünceleriyle çelişkili olarak, derdin ve dava­nın anlatılabilmesi için bir sistem var edip bir araya gelerek güç birliği yapılması gerektiğini de kabul etmişlerdir. Yarın bu yapı büyüdüğünde şubeleşecek, bazı eylem planları çıkaracak ve şartlara göre bazı gizli toplantılar düzenleyecektir. Belki yeterli sayıya ulaştıklarında parti kurup iktidara gelebilecek ve devlet yönetmeye kalkacaklar. Bu yüzden özellikle Türkiye de deizm bir dindir. Zannedersem bu tabiri ilk Stuart Mili kullanıyor.

Özetle, deizmin en büyük problemi Allah tasavvurudur. Kâi­nata müdahil olmayan tanrının nasıl bir mahiyete sahip ol­duğu konusunda insan ve tabiata bakarak söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Halbuki insanoğlunun entelektüel macerasının temelinde tanrıya dair sorulan sorular ve bunlara verilen ce­vaplar yatmaktadır. İnsandaki inanma isteğinin onun bencil hislerinden kaynaklandığı ve yaratılış itibarıyla tabiatında ta­şıdığı zayıflıkların bir sonucu olduğunu iddia etmek, son de­rece önyargılı bir yaklaşımdır. Gerçekte insanın inanma isteği onun fıtri bir yanıdır.

Bugün gençlerde mahrumiyet yok. Oysa mahrumiyet mu­hayyileyi harekete geçiren en mukavvim unsurdur. Einstein “Zekâ sınırlıdır. Asıl önemli olan hayal gücüdür,” der. Yer­yüzünün en muhteşem buluşları, en yoksun zamanlarda en mahrum insanlardan çıkmıştır. Genelde eksiksiz ve hoşnut bir insanın kayda değer bir hayat hikâyesi olmaz çünkü şart­lar gereği içinde bulunduğu hal çoğunlukla bir istiğna, tasa­sızlık ve kayıtsızlık halidir, işte bugün de tek geçerli olan ve insanlığa baştan başa sirayet eden bu hedonizm halidir. Neti­cede, her şeyi alay konusu yapabilen, her şeyden sulu espriler devşiren, ciddiyetsiz ve makul olmaktan uzak bir nesil türedi. Elbette bunda her şeye gereksiz bir ciddiyet yükleyen, yoz ve abus tiplerin camiaya rehberlik etmesinin de etkisi var. Ne ya­zık ki bir şey haddini aşmca zıddına inkılap ediyor.

Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali,syf:

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir