Çağdaş Psikolojik bir Perspektif:İslami Tefekkür ve Seküler Psikoloji
İslam’ın yüce ibadet biçimlerinden biri olan tefekkürü, bilimin saygın cübbesine bürünmüş sahih olmayan bilgilerle dolu, büyük ölçüde kültüre bağımlı ve seküler bir disiplin olan çağdaş Batılı psikolojinin bakış açısıyla tartışmak, haddini bilmezlik gibi görülebilir. Ancak Doğu’daki Müslüman halk ve çoğu psikoloji öğrencisi, Batı’dan ithal edilen her şeye hâlâ hayranlık duydukları için, kitaba bu bölümle başlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ümit ederim ki, bu açıklamam İslam ahlakını, din psikolojisi hakkında yazılmış ve psikanalitiğin etkisi altındaki ders kitaplarıyla öğretmeye devam eden Müslüman üniversite hocalarına yardımcı olur. Onlar psikolojiyi İslamileştirdiklerini söylüyorlar fakat, farkında olmadan İslam’ı sekülerize ediyor olabilirler! Bu kitabın okuyucularının çoğu muhtemelen Batılı psikoloji eğitimi almamış olabilirler. Aynı şekilde, bir ibadet biçimi olarak İslami tefekkür perspektifinden çağdaş psikolojinin derinlemesine eleştirisi de genel okuyucu için fazlasıyla sıkıcı ve yorucu olacaktı. Bu nedenle açıklamalarımı bilerek basit tuttum.
Batılı psikolojinin yakın zamanlarda derin düşünme (meditation) prosedürlerine ve onların değiştirilmiş bilinç halleri üretebilme yeteneğine gösterdiği ilginin İslami bir ibadet biçimi olarak tefekkürü de kapsadığı başlangıçta kabul edilebilir. Ancak İslami düşünce, meditasyonun rahatlatıcı faydalarını sağlasa da, ileride göreceğimiz gibi, ana amacının daha bilişsel ve zihinsel olması açısından, Doğu dinlerinden alınma meditasyon prosedürlerinin bütün formlarından ayrılmaktadır. İslami düşüncede, değiştirilmiş bilinç halleri kendi başına bir amaç değildir, gaye evrenin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’ın bilinmesi, yani deruni bir marifetullah’tır. Dolayısıyla, İslami tefekkürü psikolojik açıdan derinlemesine tartışmak, bilişsel psikolojinin alanına girer ve özel olarak düşünme psikolojisini ilgilendirir.
Kaba biçimiyle bilişsel psikolojinin sahası, davranışçılık hakim olmadan önce, ilk dönem psikoloji okullarının odağını oluşturuyordu. O günlerde psikoloji esasen insanların bilincini, duygularını, düşüncelerinin içeriğini ve zihin yapılarını incelemek için kullanılıyordu ve öğrenme konusuna, ancak bu unsurlar yoluyla yaklaşılıyordu. Davranışçı okul tamamen yeni bir yaklaşım ortaya koydu. Öğrenmenin, uyaranlar ve gözlemlenebilir tepkiler yoluyla incelenebileceğini öngören bu yaklaşım psikolojinin temeli haline geldi. Duygular, zihnin bileşenleri ve düşünme süreci doğrudan gözlemlenemeyen sorular olarak kabul edildi ve onları incelemek için kullanılan yöntemler (kendi duygu ve düşüncelerini inceleme, içsel deneyimin gözlemlenmesi ve bildirilmesi gibi) muğlak ve güvenilmez bulunarak eleştiriliyor ve deneysel prosedürlerle kontrol edilemiyordu. O yüzden, psikolojinin fizik ve kimya gibi kesin deneysel bir bilim olmasını isteyen davranışçılar çalışmalarını laboratuarda gözlemlenebilen olgularla sınırladılar, ölçülebilen ve kontrol edilebilen tepkiler onların deneysel ve bilimsel ilgilerinin odağı haline geldi. Diğer taraftan, insanın içinde gerçekleşen bilişsel ve duygusal faaliyetler kapalı bir karakutu olarak kabul edildi. Bu karakutunun içeriği gözlemlenemezdi ve dolayısıyla da onu incelemek için zaman israf edilmemeliydi. Bu yüzden, davranışçı yaklaşım insanları makinelerden ibaret görüyordu, bu makineler belli uyaranlara maruz kaldıklarında araştırmacının kontrol ve tahmin edebileceği belli tepkiler gösterecekti. Sözkonusu yaklaşım, tefekkürü otomatik olarak psikolojik bir araştırma alanı olmaktan çıkardı.
Bir kişinin manevi ve deruni bilişsel faaliyetlerini görmezden gelerek fiziksel ve biyolojik bilimlere özenme çabası, davranışçılığın kurucu babası J. B. Watson tarafından net biçimde tesis edildi. Watson insanların ancak hayvan olarak görülmesi gerektiğini, onların hayvanlardan sadece ortaya koydukları gözlemlenebilir davranış türleriyle ayrıldıklarını vurguladı. O nedenle, psikologların bilimsel olabilmeleri için hayvanlarla ilgili yürüttükleri çalışmaların aynısını insanları incelemek için de kullanmaları gerekiyordu. Watson şöyle diyordu:
(Davranışçılık) tek bir şey yapmaya çalışır: insanın deneysel incelenmesine, insandan düşük düzeydeki hayvanların incelenmesinde bu kadar yıldır pek çok araştırmacının yararlandığı aynı türden prosedürü ve aynı tasvir dilini uygulamak. O yüzden, inanıyorduk ve şimdi de inanıyoruz ki, insan hayvanlardan sadece sergilediği dav- ranış türleri açısından ayrılır.
Saf haliyle gerçek şudur: Eğer siz, psikolog olarak bilimsel kalmak istiyorsanız, insanın davranışlarını, kestiğiniz öküzün davranışlarını tasvir ederken kullanacağınız terimlerin aynısıyla tasvir etmek zorundasınız.[1]
Bu daraltılmış perspektiften etkilenen ve İvan Pavlov’un koşullama yoluyla öğrenmeye yaptığı katkılardan cesaret alan davranışçılar, insanın her türlü zihinsel ve psikolojik faaliyetini uyaran-tepki bağlantısıyla izah edegeldiler. Düşünme süreci bile uyaran-tepki bağlantı ağıyla açıklandı ve kendi kendine konuşmadan daha öte bir şey olarak kabul edilmedi.
Kişilerin bu şekilde gayri insanileştirilmesinin birincil amacı, psikolojiyi bilimsel bir kalıba dökmekti. Bir diğer önemli hedef de Batılı toplumların sekülerleştiril- mesi ve dinin pençesinden kurtarılmalarıydı. Bu bağlamda, Watson insanların, yaratıcı olarak Allah’ı görmelerinden, ahirete inanmalarından ve hayvan olarak sınıflandırılmayı kabul etmeyişlerinden açıkça şikayet etmektedir:
İnsanlar kendilerini diğer hayvanlarla birlikte sınıflamak istemiyorlar. Hayvan ama “artı başka bir şey” olduklarını kabule istekliler. İşte bu “başka bir şey”, soruna yol açıyor. Din, ahiret, ahlak, çocuk sevgisi, anne-baba, ülke vs. olarak sınıflandırılan her şey işte bu “başka bir şey”de gizli.[2]
Bu ifadelerden, davranışçılığın insanların fıtraten iyi veya kötü bir yaratılışa sahip olduğunu ve inandıkları şeylerin doğru ya da yanlış olduğunu kesin biçimde inkar ettiği anlaşılmaktadır. Rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi, insanların yaratılışı, değer ve inançları da tamamen çevresel uyaranlar tarafından belirlenmektedir.
Davranışçı düşüncede küresel ahlaki hakikatlere veya manevi ölçülere asla yer yoktur. Bu düşünce insanın seçme hürriyetini; ahlaki veya manevi karar almaya ilişkin her türlü kanaatini dışlamaktadır. Ünlü Ingiliz nörolog John Eccles, davranışçılığa yönelik bu eleştiriyi onaylamakta ve davranışçılığın hakim olduğu uzun karanlık geceyi şöyle tasvir etmektedir:
Zihin, bilinç, düşünce, amaç ve inanç gibi kelimeler, “üst düzey” felsefi söyleme girmesine izin verilemeyecek “kirli” kelimeler olarak görülüyordu. Gariptir, en meşhur felsefi müstehcenlikler dört harfli kelimelerden oluşan yeni bir sınıftı: zihin (mind), kendilik (self), ruh (soul), irade (will).[3]
Psikanaliz ve biyolojik perspektif gibi, psikolojinin diğer baskın perspektifleri davranışçılıkla sert ihtilaflar yaşamış ve halen yaşıyor olsa da, sıra sekülerleşmeye ve bilinçli düşüncenin aşağılanmasına gelince tam bir uyum sergiliyorlar. Mesela, klasik Freudyen psikanaliz, insan davranışlarının tamamen kişinin bilinçdışı cinsel ve saldırgan dürtüleriyle belirlendiğini düşünür. Bu ise insanların bilinçli düşünce, tefekkür, yargı ve akıl yürütmelerinin farkında olmadıkları daha derin, gizli bir zihnin yan ürünlerinden başka bir şey olmadığı anlamına gelir. Freud dinin, bir yanılsama ve kitlesel bir saplantı nevrozu olduğunu düşünüyordu!
Kendisine “organikçi” biyolojik bir perspektifi temel alan geleneksel nöropsikiyatri de bilinçli fikir oluşturmanın, seçme özgürlüğünün ve insanın değişmez manevi ölçülerinin önemini küçümser. Abartılı biçimiyle biyolojik belirlenimcilik, normal veya anormal insanın yaptığı her şeyin, miras aldığı genlerinin, sinir sisteminin ve doğuştan gelen biyokimyasının tam hükümranlığı altında olduğunu iddia eder. Bir araştırmacının tasvir ettiği gibi: “Her türlü bozuk düşünce ya da eylemin ardında, beyinde bozuk bir molekül vardır.” Teoride, doğuştan gelen bu biyolojik öğelerin, bilgisayarın ana belleğindeki bir program gibi, çevreyle etkileşime girdiğine inanıyorlar: eğer bütün unsurları ve değişkenleri biliyorsanız, sözkonusu kişinin gelecekteki davranışlarını da isabetle tahmin edebilirsiniz. Sonuç olarak, dinin ve insanların bilinçli olarak kabullendiği ve sorumluluklarını üstlendikleri ahlaki davranışların çoğunu karşı konulamaz biyolojik determinizm ile açıklamaktadırlar. Mesela, çeşitli araştırmalar rastgele cinselliğin, homoseksüelliğin ve lezbiyenliğin biyolojik olarak programlanmış dürtülerde gizli olduğunu ve o yüzden insanların genlerinin yarattığı güdülerini izledikleri için kınanmamaları gerektiğini ispatlamaya çalışmıştır.
Şayet İslami tefekkürü psikolojik açıdan incelemek mutlaka bilinçli bilişsel düşünceyi ele almayı gerektiriyorsa, bu üç baskın perspektif (davranışçılık, Freudyen psikanaliz ve nöropsikanaliz) çok az yardımcı olabilir veya hiç olamaz. Gerçekten de bu perspektiflerin ikisi insanları dış uyaranların veya biyolojik ve biyokimyasal faktörlerin hükmettiği mekanik varlıklar olarak görür. Üçüncüsüne göre ise, bilinçli düşüncelerimiz ve duygularımız bilinçdışımızın aldatmasından ve ego savunma mekanizmalarından başka bir şey değildir. O nedenle, sözkonusu psikoloji okullarının karmaşık bilişsel faaliyetleri ve duyguları yapay biçimde aşırı basitleştirmeleri, insan davranışına ilişkin bilimsel izahlar getirdikleri için yıllardır saygı uyandırmış olsa da, tatmin edici sonuçlar sağlayamamıştır.
Elli yıllık iyimserlik artık kaybolmuş ve yüksek ekonomik enflasyonu geride bırakan tek değişken, herhalde Batılı toplumların sosyal ve psikolojik sorunları olmuştur. Onların başarısızlığı şaşırtıcı değildir, çünkü bütün karmaşık değişkenleri ve manevi yönleriyle insan psikolojisi asla laboratuar deneylerinin kimyasal ve fiziksel verilerine indirgenemez.
Fizik ve kimya gibi tam ve kesin disiplinler şaşırtıcı ilerlemeler kaydettiler. Bunun nedeni bazı psikologların bizi inandırdığı gibi sadece uzun tarihi gelişim süreleri değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, saf biçimde maddi doğalarıydı. Bu iki disiplin madde ve enerjinin davranışını ve etkileşimlerini açıklamak için temel ölçü birimleri ve kapsamlı teoriler inşa ettiler. Madde ve enerji asli faktörlerdir. Çünkü atom kavramı veya proton ve elektron gibi bileşenleri olmadan deneysel bilimler bu kadar başarılı olamazlardı. Aynı şey biyolojideki temel birim olan hücre için veya kalıtım incelemesinde genler için de söylenebilir.
Gelgelelim psikolojide, insan davranışının karmaşık doğası ve gayrimaddi oluşu bu tür temel birimlere veya kuşatıcı kavramlara izin vermiyor. Bu zorluğu göstermek için koşullu refleks kavramını örnek olarak alabiliriz, zira koşullu refleks psikolojideki en basit kavramlardan biri olarak kabul edildi ve pek çok davranışçı tarafından onaylandı.
Koşullu refleks nedir? Aç bir köpeğe çalan zil sesiyle birlikte kuru et verilir. Süreç, köpeğin zilin sesiyle tükürük salgılamaya başladığı ana kadar tekrarlanır. Yapay bir uyarana -zil- tepki olarak bu tükürük salgılama, koşullu refleks olarak bilinmektedir. Koşullama kolaylıkla insanlara da uygulanabilir. Mesela, yanıp sönen bir ışığa veya zil sesine göz kırpıştırarak tepki vermeyi refleksi! biçimde öğrenirler. Her ne kadar bu olgu İbn Sina ve Gazali gibi ilk dönem Müslüman alimler tarafından tasvir edilmiş olsa da, deneysel olarak ilk kez ünlü Rus fizyolog îvan Pavlov tarafından incelendi.
Koşullama yoluyla öğrenme basit öğrenmenin bazı yönlerini kesinlikle açıklayabilir, ama psikolojide ciddi bir birim olarak alınamaz. Çünkü psikolojinin birçok alanı böylesi basit uyaran-tepki bağlantılarına dayalı değildir. Örnek olarak sosyal psikoloji, insancıl psikoloji, algı, dil öğretime ve benzeri alanlar basit uyaran-tepki koşullama paradigmasına indirgenemez. Aynı şekilde, insan davranışının derin ve karmaşık yönleri koşullama yasalarıyla açıklanamaz. Mesela “aşk”, uyaran ve koşullu refleksler kullanarak nasıl açıklanabilir? Bu davranışın karmaşık doğası bu tür aşırı biçimde parçalarına ayırma eylemine yer bırakmaz.
Aynı zorluklar, psikolojiyi Einstein’ın fizikte görecelilik teorisi veya Darwin’in evrim teorisi gibi kapsamlı bir teori geliştirmekten alıkoymuştur. Yakın zamanlardaki bilimsel keşifler bazı kusur ve hatalarını ortaya koymuş olsa da, evrim teorisi hâlâ genel ve kapsamlı biyolojik bir teori olarak hizmet etmektedir. Psikanaliz, Geştalt psikolojisi ve öğrenme teorisi gibi bazı okul ve perspektifler her şeyi kuşatan bir teori geliştirmeye çalıştılar, ama hiçbirisi başarıya ulaşamadı ve çabaları sadece Batılı psikoloji tarihinin bir parçası oldu.[4]
Art arda gelen bu başarısızlıklar, çağdaş psikologların, önce kendi ruhlarından kaldırıp attıkları deruni duygulan, bilinci, zihni ve zihinsel süreçleri görmezden gelerek, disiplinlerini deneysel bir bilime dönüştürmeyi amaçlayan basiretsiz çabalarının mantıksal bir sonucuydu. Bu bozuk yaklaşım, başından itibaren İngiliz psikolog Cyril Burt gibi açık fikirli bilim insanlarının güçlü muhalefetiyle karşılaştı. Burt’ün psikolojinin önce ruhunu, sonra aklını ve nihayet bilincini yitirdiğini ve kendini topyekün bir çöküşe hazırladığını ifade eden sözleri sık sık alıntılanmaktadır.[5]
Islami tefekkür ve bilişsel devrim
Çağdaş psikolojideki çarpık insanlık imgesinin çöküşünü görmekten daha çok, Batılı psikologların onu düzeltmelerinin bu kadar uzun zaman aldığını görmek insanı şaşırtıyor. wAkh”nı başına alması ve deruni bilişsel faaliyetlerini yeniden keşfedebilmesi için psikolojinin eksiksiz bir devrim yaşaması gerekiyordu. Bu devrim çağdaş bilişsel devrimdir. İlim adamları 20. yüzyılın ortalarından itibaren düşünmeye ve içsel bilişsel süreçlere daha fazla ilgi göstermeye başladılar, ama uyaran-tepki davranışçılığının yüzeyselliğini ve psikanaliz teorilerinin bilimsel olmayan çarpıtılmış doğasını fark etmeleri onlarca yıl aldı. Bu, insanların çevrelerinden aldıkları malumatı tahlil ve tasnif etmeden kullandığı dahili zihinsel faaliyetlerin incelenmesine dönüşü işaretliyordu.
Psikolojideki bu yeni perspektif özellikle önem taşıyor. Çünkü tefekkürün hem bilimsel hem dini açıdan değerini ortaya koyuyor. Bu bilişsel yaklaşım psikolojinin ilk dönemdeki aşamalarına bir dönüş olarak görülse de, kullanılan yöntemler çok daha ileridir ve insanın bilişsel faaliyetlerini araştırmak için geliştirilen teknolojilere, özellikle nörolojideki gelişmelere ve daha önemlisi bilgisayar devrimine dayanmaktadır. Bu disiplinlerdeki uzmanlaşmış araştırmalar, davranışçılığın benimsediği şekliyle mekanik insan kavramının sınırlı oluşunu açıkça ortaya koymuştur. Bu kavramın yerine “bilgi işlemcisi” olarak insan kavramı geçmiştir.
Çağdaş ilim adamları insanların düşünmesini, deruni bilişsel ve duygusal süreçlerini ve hafızasını bir bilgisayarla karşılaştırdıklarında, çevrelerinden çeşitli uyaranları aldıklarım, onları kodlayıp sınıflandırdıklarını ve hafızalarında saklayarak yeni problemleri çözmek için yeniden çağırdıklarını söylüyorlar. Bu basit benzetmede, çevreden malumatın alınması bilgisayardaki klavyede yazı yazmaya karşılık geliyor. Merkezi işlem ünitesi yüklü yazılımıyla düşünme ve hissetme gibi dahili bilişsel Faaliyetler yürüten zihne; insanın icra ettiği zihinsel veya davranışsal tepkiler de bilgisayarın ekranımla gösterdiği şeylere karşılık geliyor. Bilgisayar klavyede yazılan her harfe, kullanılan programa göre farklı tepki gösterir ve benzer şekilde insanlar da çevrelerinde maruz kaldıkları belli uyaranlara farklı farklı tepkiler verir. Aynı mantığı izlediğimizde, bilgisayarlarımızda ne tür yazılımın yüklü olduğunu bildiğimiz gibi, zihinlerimizde hangi “yazılım”ın yüklü olduğunu bilmemiz gerekir zira belli şekilde düşünmemizi, hissetmemizi ve davranmamızı sağlayan bu yazılımdır. O nedenle, psikoloji araştırmalarının doğrudan tepkiler doğuran uyaranlarla sınırlandırılmasını öngören basit davranışçı anlayış müphem hale getirilmiştir.
İlginçtir, psikoloji ve diğer sosyal bilimler, insan doğasına ilişkin indirgemeci görüşü desteklemeye devam etse de teknolojideki gelişmelere uygun biçimde insan imgelerini değiştirmişlerdir, insana ilişkin bu bilgisayar modeli davranışçı modelden açıkça daha gerçekçidir, zira çağdaş psikolojiye “aklı’nı ve “bilinci”ni yeniden kazandırmaya çalışmaktadır, ama İslam’ın gerçek ruhani insan görüşünün çok gerisinde kalmaktadır. Batılı psikoloji hâlâ demode bir tünele benzer “bilimsel” bir modele saplanıp kalmıştır. Dahası, diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi psikolojideki bir paradigma değişimi gerçek bir devrime yol açmamaktadır. “Paradigma” kavramını halka mal eden ve The Structure of Scien- tific Revolutions kitabını yazan filozof Thomas Kuhn “Daha gelişmiş bilimlerin paradigmaları vardı, ama psikolojinin yoktu”[6] demiştir.
Şu apaçık bir gerçektir ki, gelişmiş bilimlerdeki bir ‘’paradigma değişimi”, yeni paradigmanın eskisini devirip onun yerine geçmesiyle gerçek bir devrimle sonuçlanır. Tıpkı Einstein’ın teorilerinin Newton fiziğini kökten dönüştürmüş olması gibi. Psikoloji ve diğer sosyal bilimlerde ise, yeni paradigmalar -o ismi verebileceksek eğer- çok coşku üretiyor ve birçok takipçi çekiyor, ama eski paradigmaların yerine geçmiyor. Eski paradigmalar varlığını sürdürüyor ve bazen birkaç yıl sonra tekrar ortaya çıkıyor. O yüzden, bilişsel devrim çağdaş psikolojide büyük değişimlere yol açıyor olsa da, önceki kavramlara karşı gerçek bir isyan olarak görülemez.
Psikolojide gerçek devrim, “ruh”unu yeniden kazandığında ve insan doğası imge oluşturmada kendini dar bilimsel ve tıbbi modellerden kurtardığında gerçekleşecektir. Gerçekten de, düşünen ve davranış sergileyen bir insan “kompleks”i üretmek için biyolojik, psikolojik ve sosyokültürel etkenlerin etkileşimi, Batılı psikolojinin bugün bile iddia ettiği gibi, su ve karbondioksitten glikoz molekülleri üretmek için bitkilerin güneş enerjisini kullandığında gerçekleşen hidrojen, oksijen ve karbonun etkileşimi gibi asla basit olamaz.
Ancak, bu disiplini dar yaklaşımından kurtarma girişiminde bulunan bilişsel psikoloji devrimi bile kendisini hâlâ insan davranışı ve zihinsel sürecinin üçlü psikolojik, biyolojik ve sosyokültürel öğesiyle sınırlamaktadır. Gitgide artan çağdaş bilimsel kanıtlar önemini gösteriyor olsa da, manevi öğeyi görmezden gelmektedir. Çağdaş psikoloji, manevi/ruhsal öğeye göre daha kolay tanımlandıkları için, kendisini bu üç öğeyle sınırlayarak veya dini bir görüşten kaynaklanıyor diye manevi boyutu basitçe reddederek muğlak ve yetersiz kalmaya devam edecek. Bu tıpkı bir kişinin fotosentez sürecinde glikozun oluşumunda karbon, hidrojen ve oksijen unsurlarıyla açıklaması, ama daha latif ve daha az somut olduğu için güneş enerjisini dışlamasına benziyor. Halbuki manevi inanç faktörü göz ardı edilse ve bilginin ilerlemesi bir kenara bırakılsa bile, bu içsel zihinsel süreçler hep çok karmaşık bir alan olacaktır. Zira bu alanda uyaranlar ve onlara gösterilen tepkiler, nedenler ve sonuçları her türlü gelişmiş gözlem ve ölçüm yöntemini reddeden bir tarzda etkileşime girmektedir.
Zihin muamması / Tefekkür ve beden
İnsan denen varlığın içsel psikolojik ve zihinsel dünyasını incelemek bizi insanoğlunun en zor sorularıyla karşı karşıya getirir: Beden ile zihin arasındaki ilişki nedir? Bu sorunun cevabı genel olarak insanlık hakkındaki felsefi düşüncelerin, dini inançların, psikolojik incelemelerin, biyolojik ve organik araştırma bulgularınınn ve özellikle insan beyni ve sinir sisteminden oluşan karma bir şeydir. Bu konuyu ayrıntılı tartışmak bu kitabın sınırlarını aşar. Ama mevcut psikobiyolojik araştırmalar açısından tefekkürle ilgili gerçekleştirdiğimiz araştırmamızda önemli bir tartışmadan kaçamayız.
İnsan beyninin faaliyetleri hakkında çok az şey biliyor olsak da materyalistler, kafatasının içindeki maddi “beyin”i ifade için kullanılmadığı sürece, insanın bir “zihne” sahip olmadığını iddia etmektedirler. Ayrıca, “düşünen zihin” dediğimiz şeyin beynin kimyasındaki küçük değişimlerin yansımalarından, “tercümelerinden” ve beynin elektrokimyasal sinir nabızlarından başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar. Buna gösterdikleri delil de, beyin hasar gördüğünde insanların düşünme ve aslında bütün karakterlerinin değişiyor oluşu. Bu iddia davranışçılar ve diğer seküler psikologlar tarafından da açıkça destekleniyor.
Karşı grup, beyni ve nihayette insanın davranış ve düşünüşünü denetleyen bir “zihnin” var olduğunu onaylıyor. Bu grubun başında sinir sistemi konusundaki eşsiz araştırmasıyla Nobel Ödülü alan nörolog John Ecc- les bulunuyor. Eccles ve onun tezini destekleyen bilim adamları insan beyninin faaliyeti ve sinir sistemi üzerine yaptıkları araştırmaların, ancak bir “zihin” ve “farkında olan bir ruh”un veya Eccles’in ifadesiyle “kendisinin bilincinde olan bir zihnin” varlığıyla açıklanabileceğini doğruluyorlar.[7]
Daha ileri giderek bu gayrimaddi varlığın bir insanın sinir sistemini ve davranışsal faaliyetini kontrol ettiğini ileri sürüyorlar. Eğer insanın bilişsel süreçlerini ve davranışlarını yöneten tek şey materyalistlerin iddia ettiği gibi beyin olsaydı, hiç kimse beyninin yaptığı bir eyleme, ya da aldığı bir karara karşı çıkamazdı. Halbuki, gerçeğin hiç de öyle olmadığı açık. Hakikaten bir erkek gönüllüye beyin korteksinin motor bölgesindeki belli bir yerden elektrik uyaranı verilse, kolunu istemsizce hareket ettirerek tepki verecektir. Ona kolunu oynatmaması söylense ve beyne elektrik uyaranı tekrar verilse, kolunun kendisine rağmen hareket ettiğini görecektir ve bu süreç tekrarlandığında, kolunu diğer koluyla durdurmaya çalışabilecektir. Bu deneysel olarak gösterilebilir. Eccles şunu iddia etmektedir: Eğer beyin hükmeden tek uzuv olsa, deneğin beyninin emrettiği şeye karşı çıkmaması gerekir. Halbuki durum böyle değildir, o halde kolu hareket ettiren şey nedir ve onu durdurmaya çalışan kimdir? Açıktır ki, onu hareket ettiren beyin, durdurmaya çalışan ise zihindir.
Eccles ve diğer çeşitli ilim adamları zihin ile beyin arasındaki ilişkiyi açıklamak için yayın yapan bir istasyon ile televizyon cihazı arasındaki ilişkiyi kullanmaktadır. Eccles’e göre, gayrimaddi, kendinin farkında olan zıhın sürekli biçimde beyni tarar, inceler ve denetler.[8] Egcı beyin hasar görürse veya kişi bilincini yitirirse, zihin işini yapmaya devam edecek, ama ürün beynin (verileri) alışındaki kalite ve etkinliğe bağlı olacaktın Benzer şekilde, bir televizyon cihazı arızalanırsa, taşıyacağı görüntü bozulacak veya tamamen ortadan kalkabilecektir. Dolayısıyla, beynin ilgili tek öğe olduğunu söylemek çok safça bir kanaattir, tıpkı küçük bir çocuğun televizyon ekranında görünen kişilerin ve görüntülerin televizyon cihazının içinde olduğuna inanması gibi! Evimize misafir gelen kişinin her sabah Omdurman Radyosu’nda Kur’an okuyan değerli hoca Hamid Ömer el-İmam olduğunu söylediğimde, dört yaşındaki yeğenim Emine de tıpatıp aynı şeyi söylemişti: “Ama amca nasıl oluyor da o kadar büyük adam bizim küçücük radyonun içine girebiliyor?”
Ünlü filozof Karl Popper ile birlikte yazdığı etkileyici eseri The Self and Its Brain’de yazar, ruhun ölümsüzlüğü konusunda dini inancı kabule çok yaklaşıyor. Açık fikirli bir bilim adamı olarak, kendisinin bilincinde zihnin varlığıyla ilgili araştırmasıyla ikna olan Eccles kendi kendisine soruyor: ölümden sonra zihne ne oluyor?
Şimdi, son resme geliyoruz: Ölünce ne oluyor? O zaman bütün beyin faaliyetleri sonsuza kadar duruyor. Bir anlamda otonom varlığa sahip olan kendisine dair bilince sahip zihin… artık görüyor ki uzun ömrü boyunca o kadar etkin biçimde taramış, incelemiş ve denetlemiş olduğu beyin artık hiçbir mesaj vermiyor. Esas soru, bu durumda ne olduğudur.[9]
Eccles’in ifade ettiği gibi, beynin ölümünden sonra ne olduğu, sıradan insanlar kadar ilim adamlarını da meşgul edecek asıl sorudur. Bu konu bizi sonsuza kadar hayrette bırakacak. Zira Allah ruha, onun bedenle nasıl etkileşimde bulunduğunu, ölümden sonra ona ne olacağına ilişkin gerçek bilginin bu dünyada bizden esirgenen ve sıkı sıkıya korunan bir sır olduğunu beyan etmiştir. Gerçekten de, ölümden sonra ne olduğunu bilmek ruhumuzun sırrını da ister istemez ifşa ederdi ve böyle bir şey olsaydı, o zaman bu hayatın bir sınav alanı olduğu konusunda bütün dini itikat geçersiz olurdu. Kendisine ruh sorulduğunda Hz. Muhammed’e şu ayet vahyedil- mişti: Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: ‘Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.[10] Dolayısıyla, ruhun gerçek mahiyetinin bilgisine ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle İslam, Müslümanlara çabalarını ulaşılabilir konularda yoğunlaştırmalarını tavsiye eder. Bu sorunun tam cevabı o yüzden çözümsüz kalacaktır.
Bazı ilim adamları, bu problemi soyut felsefi, dini veya psikolojik açılar yerine saf biyolojik açıdan çözmeye çalışmanın daha kolay ve “bilimsel” açıdan daha doğru olacağını düşünebilir. Ancak, hakikat şudur ki, biyolojik perspektif daha az karmaşık değildir. Aslında, çok daha karmaşık olabilir, zira biyolojide ve fizikte derinlemesine bir araştırma çoğunlukla felsefe ve maneviyat ile sonuçlanmaktadır. W. Uttal, değerli kitabı The Psychobiology of the Mind’da şöyle demektedir: “insan beyninin nasıl çalıştığıyla ilgili her türlü çağdaş araştırma ve keşifler, bizi beden ve zihin arasındaki ilişki problemini çözmeye yaklaştırmamış tır.”[11] Aslında onlar, var olan sorulara yenilerini eklemişlerdir. Aristo döneminde, yani 2000 yıldan daha uzun süre önce, sorulan temel sorular hâlâ tatmin edici cevaplar beklemektedir.
Beden ile zihin arasındaki ilişkiyi konu alan çağdaş biyolojik araştırmanın doğurduğu bir diğer zorluk, insan kalbinin beyni etkilemedeki ve nöral davranışı şekillendirmedeki rolüdür. Düşünceyi kışkır-tan Evolution’ı End kitabında Joseph Pearce, insan kalbinin bir pompa istasyonundan öte, uygun tepkileri göstermesi için beyni uyaran organ olduğunu ve beynin işleyişinde önemli rol oynayan sinir taşıyıcılarının kalpde bulunduğunu ifade ederek şöyle söyler:
Kalpdeki eylemler, hem bedendeki hem beyindeki eylemlerden önce gerçekleşir… Artık biliyoruz ki kalp… beyin eylemini hormon, taşıyıcı ve muhtemelen iletişimin daha ince kuantum enerjileri yoluyla beyni denetler ve yönetir/2
Eğer Pearce’nin söylediği doğruysa, yapay plastik kalpler gerçek veya nakledilmiş bir kalbin yapabileceğini yapamayacaktır. Bu aynı zamanda kendisine kalp nakledilmiş bir kişinin, bir şekilde kalbi bağışlayan kişininkine benzer şekilde davranacağı anlamına gelir ve son olarak kalbin beyin ve beden üzerindeki genel etkisi ve “uzaktan kontrol”ü konusunda bazı bilimsel deliller olmalıdır.
İlk konuyla ilgili olarak Pearce, kalp nakline öncülük eden cerrah Christian Barnard’ın otoritesine güvenmektedir: Barnard şöyle diyordu:
Yapay kalp fikrinden vazgeçmeliyiz, çünkü kalbin bir pompa istasyonundan çok daha öte bir organ olduğunu anlamış bulunuyoruz.[12] [13]
İkinci noktaya gelince Pearce, kalp “daha yüksek” bir enerji düzeni (ya da İslami inanca göre ruh) tarafından yönetiliyor olsa da, “kalp nakli yapılan kişiler çoğunlukla çarpıcı biçimde ölmüş bağışçıların belli davranışlarını sergilemekte” olduğunu destekliyor.[14] Etkinin sınırlı olmayışıyla ilgili olarak da, okuyucuyu ikna edici bir şekilde kalpten alınan iki hücrenin mikroskopla gözlemlendiği deneylere yönlendiriyor, İlk deneyde hücreler birbirinden soyutlanıyor ve bu durumda ölünceye kadar sadece kasılıyorlar. Ama hücreler birbirine yaklaştı- rıldıklarında, senkronize oluyorlar ve birlikte çarpıyorlar:
Temas etmek zorunda değiller, aralarına konan mekan engeline rağmen iletişim kuruyorlar… Birlik içinde faaliyet gösteren böylesi milyarlarca hücreden oluşan kalbimiz, daha yüksek, bir yerle sınırlı olmayan bir zekanın rehberliği altındadır… O yüzden bizim, hem maddi bir kalbimiz hem daha yüksek “evrensel” bir kalbimiz var. İkincisine erişimimiz… çarpıcı biçimde ilkine bağımlı.[15]
Pearce’a göre derin bir manevi tefekkür halindeyken, manevi evrensel kalbimizden birşeyler alıyoruz ki, bu kalp beynimizle iletişim kuran ve bilişsel faaliyetlerimizi etkileyen maddi kalbimizi nüfuzu altında tutar. Bazı açılardan bu, Ebu Hamid Gazali’nin şaheser kitabı Ihyau Ulumi’d-D in3 deki görüşlerine çok benzemektedir. Gazali bu eserinde açıkça ruhun merkezini kontrol eden manevi kalbin insanın maddi kalbinden farklı olduğunu, ancak işleyişinin maddi kalple ilişkili ve onun yönetiminde olduğunu söyler. Böylece, biyolojik bir söylemin dini bir diyaloga nasıl dönüştüğünü görüyoruz.[16]
Ancak, Uttal’ın belirttiği gibi, yakın zamanlarda bilim ve teknolojide kaydedilen bütün ilerlemelere rağmen, sinir sisteminin insanlara sahip oldukları en değerli şeyleri, yani bilinçlerini ve varlık duygusunu nasıl sağladığını hâlâ bilmiyoruz. Yaratılışın ve tefekkürün bizzat kendi mahiyetinin, tefekkür ve derin düşünme konusu olduğuna inanıyorum.
Bu sorular Sudanlı şair Yusuf Beşir Ticani tarafından veciz biçimde ifade edilir. “Hakikat Peygamberleri” şiirinde akla seslenen Ticani şöyle diyor:
lütfeyle bana ya Rab,
Ezelde,
Nasıl şekillendirdi kudret elin, Planlayan ve yöneten, Akıl denen
O gizli, esrarlı tılsımı?
Kim tasarladı,
Kim idare etti hayatı?
Lütfeyle bana ya Rab: bu akıl, Gizli oluşuyla kendisinden, Araz mı, yoksa cevher mi zamanda? Kim sakladı onu gözlerimizden? Ey akıl, ey aklın tevehhümü, Yok mu kendi hakkında Daha iyi bir açıklaman?
Dünyayı küllere ve toza çevirebilen, Ey hayatı yıkan ve kuran güçlen[17]
Tefekkürün ana vasıtası: Dil
Bu problemin karmaşıklığına rağmen bilişsel psikoloji araştırmaları, insanın içsel akli ve zihinsel faaliyetlerinin ve onların dil ile tam ve kesin ilişkisinin sırlarına aşina oldu. Çağdaş bilgisayar bilimcilerinin yardımıyla, insan zihninin malumatı sınıflandırmada izlediği yöntemlerden bazılarını berraklaştırmak için basitleştirilmiş programlar kurmak mümkün oldu. Mesela, dilin insanlar tarafından sadece hitap etmek ve iletişim kurmak için kullanılan bir araç olmadığı, aynı zamanda düşünmede kullanılan temel sistem olduğu bulundu. Somut ve soyut anlamların kelime sembolleriyle aktarılma biçimini denetleyen yasalar olmazsa, insanlar soyut kavramlar geliştiremezler. Ne geçmişte yaşadıkları çeşitli deneyimleri hatırlayarak onları bugünle ilişkilen- direbilir ve onlardan karşılaştıkları problemlere muhtemel çözümler çıkarabilirler, ne de duyusal algılarını kullanabilirler. Aslında düşünme, bilişsel süreçler yoluyla bu tür sembolleri kullanmaktır.
*Dilbilimsel görecelilik” hipotezini geliştiren Whorf gibi bazı araştırmacılar, belli bir insan topluluğu tarafından konuşulan dilin özelliklerini, onların nasıl düşündüğünü ve yaşadıkları gerçekliği zihinlerinde nasıl canlandırdıklarına işaret eden faktör olarak kabul eder. O yüzden, dilin yapısı ve diğer yönleri, belli bir toplumun dünyayı zihninde canlandırma biçimindeki temel faktörler olarak kabul görür.
Dilin önemine biraz daha yakından bakalım. Tamamen veya kısmen doğru bile olsa, Arapçanın özelliklerini, Arapların üzerindeki etkisini ve Kur’an’ın vahye- dilmesi ve İslam’ın mesaj mm tüm insanlığa iletilmesi için bu dilin ilahi takdirle seçilmesini ele almamız en uygunu olacak. Allah Kur’an’da şöyle diyor: Doğrusu Kitab’ı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz.[18] Bu, Allah’ın vahyi ve dolayısıyla da Arapçayı muhafaza ettiği anlamına geliyor. Bu bağlamda, Mısırlı ilim adamı Abbas Mahmut Akkad Arapçanın bazı yönlerini tartışmaktadır: Kelime haznesi, fonetik ve fonemik yönleri.
İnsanın konuşma sistemi harika bir müzik aletidir ve bu müzik aletini ne antik, ne de çağdaş hiçbir millet Araplar kadar mükemmel kullanamamıştır. Çünkü onlar, alfabelerinin dağılımındaki bütün fonetik imkanları kullanmışlardır. O yüzden Arap şiirini diğer sanatlardan bağımsız mükemmel bir sanat haline getiren Arap dilinin bu özellikleridir.[19]
Akkad a göre, bu özellikler diğer dillerde bulunmaz; çünkü Arapça’nın belağatı insanın konuşma organlarını, insanın kendisini harfler ve kelimelerle ifade edişinde ulaşılmış en yüksek noktaya taşımıştır.’*[20]
El-Fusha: Lugatu’l-Kur’an kitabında Enver Cundi, Arapçanın özelliklerinden ve onun İslam’ın yayılmasındaki öneminden söz eder:
En şaşırtıcı olanı, bu sağlam dilin (Arapça) çölün ortasında ve bedevi bir kavimde gelişip kemal derecesine ulaştığını görmektir. Kelime haznesinin zenginliği, tam ve kesin anlamlar, mükemmel yapısı ile bu dil, diğer dilleri gende bırakmıştır. Bu dil, diğer kavimlerce bilinmiyordu, ama bilinip tanındığında bize öyle bir mükemmellikle göründü ki, o zamandan beri neredeyse hiç değişim yaşamadı. Hayat aşamalarında bu dilin ne çocukluğu ne de yaşlılığı vardı. Eşsiz fetihleri ve zaferlerinin ötesinde bu dil hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz. İlim adamlarına bu kadar eksiksiz, merhalesiz, bir yapıyı bu kadar saf ve kusursuz koruyan başka bir dil bulamayız. Arapça en geniş bölgelere ve en uzak ülkelere bile yayıldı.[21]
Bilişsel faaliyetten normal ve anormal alışkanlıklara
Düşünmenin temel sistemi olarak dilin önemine değindikten sonra, bilişsel psikologların ve bilgisayar bilimcilerin insanın dahili bilişsel faaliyetlerini anlamak için yaptıkları araştırmalara dönelim. Her iki grup bilim adamı da insanın, bilgiyi çözümleme, sınıflama ve gerektiğinde tekrar kullanmak için saklama kabiliyetiyle ilgilenmektedir. İnsanın düşünme ve problem çözmede kullandığı süreçleri incelemek için pek çok ayrıntıyı araştırdılar ve daha sonra bu verileri kullanarak bilişsel faaliyeti taklit eden çeşitli programlar kurdular. Bazıları nevrotiklerin ve psikotiklerin çevrelerine uyum sağlarken, düşünme biçimlerini taklide çalışan bir program bile icat ettiler. Bu araştırma ve incelemeler, davranışçıların içeriklerini teşhis etmeyi imkansız bulduklarından görmezden gelmeyi tercih ettiği birçok yöne açıklık getirdi. Bu araştırmalar aynı zamanda Müslüman psikologun tefekkür ve ibadetin önemi ve onlara eşlik eden dahili zihinsel-bilişsel faaliyet konusunda yeni şeyler öğrenmesine fırsat oluşturdu. Psikanalistler ve kişilik psikologları insanın içsel düşünüş ve duygularını açığa çıkaran gözlemlenebilir normal ve anormal insan davranışının oluşumunu inceleyen bu bilişsel araştırmaları kullandılar.
Daha önce söz ettiğimiz üzere davranışçılar, insan kişiliğinin ve normal veya anormal insan davranışının gelişiminden sorumlu tek etken olarak çevrenin rolünü vurgulamakta, çevresel uyaranların doğrudan doğruya davranışsal tepkilere neden olduğuna inanmaktadır. Diğer taraftan bilişsel psikologlar, bu deneyimlerin ürettiği anlamlara daha fazla ilgi göstermektedir. Onlar, sıcak bir yüzeye dokunulduğunda elin çekilmesi gibi refleksler dışında, bir deneyimin kendiliğinden bir tepkiyi doğurmayacağını iddia etmektedir. İnsanların fikirlerini, inançlarını, iradi kararlarım ve gözlemlenebilir karmaşık davranışlarını etkileyen karmaşık tepkiler, sonraki çevresel uyaranlara anlam veren önceki kavramsallaş- tırmalardan, duygulardan ve deneyimlerden doğmaktadır. Eğer insanların düşünüşü her şeyi yaratmaya kadir olan Allah’ın yaratışı ve nimetlerine odaklanırsa, inançları artacak, amel ve davranışları düzelecektir. Eğer düşünceleri hazlara ve tutkulara odaklanırsa, dinlerinden uzaklaşacak ve davranışları yozlaşacaktır. Düşünceleri korkulara, hayal kırıklıklarına, başarısızlıklara ve dolayısıyla kötümserliklere yoğunlaşırsa, tepkisel depresyon ve diğer psikolojik bozukluklara maruz kalır. Sonuç olarak, bilişsel psikologlar terapilerini hastaların bilinçli düşünüşünü değiştirmeye yoğunlaştırırlar, zira normal ve nevrotik insanların duygularından ve duygusal tepki- terinden önce düşünme faaliyeti gelir. Diğer bir ifadeyle, zihinlerinin kullandığı “yazılım”ı değiştirmeye çalışırlar. Çünkü deneyimledikleri şeye anlam veren, kullandıkları bu programdır. Bu içsel bilişsel faaliyet (otomatik düşünceler) o kadar hızlı ve kendiliğinden olabiliyor ki, kişi incelikli bir tahlil ve egzersiz yapmadığı sürece bunun farkına varmıyor.
Bu araştırma ve incelemeler göstermiştir ki, bireyin icra ettiği her kasıtlı eylemin öncesinde, içsel bir bilişsel faaliyet vardır. Aynı zamanda insan zihninin bu bilişsel faaliyeti, kişi farkında olsun veya olmasın, gece ve gündüz hiç ara vermez. Bunun klasik örneği şudur: Birisi bir probleme çözüm bulamadığında ve onu bir kenara koyup başka bir faaliyete geçtiğinde, çözüm bilinçli bir çaba göstermeden aniden aklına gelir. Ünlü bir örnek de Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetiyle ilgili kanunu birdenbire keşfetmesidir. Benzer şekilde, bir isim ya da kelimeyi hatırlayamayan bir kişinin daha sonra birden hatırlamasıdır.
Dolayısıyla, gözlemlenebilir insan davranışlarını yönlendiren, bilinçli veya bilinçsiz dahili bilişsel faaliyettir. Bilişsel psikologlar bu sonuca uzun yıllar süren araştırmalardan sonra, genel insan davranışını basit teorilere indirgemeye çalışan bütün psikoloji okullarını aşarak ulaştılar. Dahası, bu bilişsel perspektif, İslam’ın daha önceden kurmuş olduğu şeyi açıkça desteklemektedir: Deruni düşünce süreci olarak tefekkür, her türlü güzel amelin kaynağı olan inancın belkemiğidir.
Her eylemin dahili bir bilişsel faaliyet -bir kanaat, bir hatıra, bir imge, bir algı veya bir duygu- ile başladığı keşfine ek olarak, bir bilişsel faaliyet güçlendiğinde eylem için itici veya teşvik edici bir neden olabilmektedir. Kişi teşvik edilen bu eylemi tekrar tekrar uyguladığında, dahili fikirler kolaylıkla ve kendiliğinden köklü bir alışkanlık haline gelir. Bu alışkanlığın bir beceri olması gerekmiyor. Bazen bir duygu, manevi bir duygu veya bir tutum olabiliyor. O yüzden, eğer bilişsel terapist, duygusal veya diğer türlü bir alışkanlıktan sıkıntı duyan bir hastayı tedavi etmek istiyorsa, bu davranışa neden olan düşünceyi değiştirmeye çalışmalıdır. Sözgelişi bu alışkanlık sosyal durum korkusu ise terapistin, hastanın bu sosyal korku ile tepki göstermesine neden olan olumsuz düşünceyi teşhis etmesi gerekir. Örneğin, hasta kendisini yabancılara takdim ettiğinde veya onlarla konuştuğunda, ya da tanıdıklarından oluşan bir gruba konuşma yaptığında, aptal görüneceğini vehmediyorsa, terapist hastanın bu olumsuz düşüncelerinin akıl dışı olduğunu, gerçek hayatta temellerinin bulunmadığını ve hastanın duygularının bu kötümser düşünceyi körü körüne izlediğini ve nihayet davranışının kontrolünü ele geçirdiğini göstererek yardımcı olabilir.
Diğer taraftan, eğer kumar, alkol veya sapkın cinsel davranış gibi olumsuz alışkanlık hastaya haz ve psikolojik rahatlık veriyorsa, karşı önlemler yoluyla yürütülen tedavide terapist belli bir olumsuz alışkanlığı tekrarladığında hastada korku duygusu, psikolojik stres ve korku uyandırmaya çalışır. Bu tür caydırıcı terapide alkol veya uyuşturucu bağımlısına, alkol içtiğinde mide bulantısına ve başağrısına neden olan kimyasal maddeler enjekte edilir, hatta acı veren ama zararsız elektrik şoklarına bile maruz bırakılır. Bu “ödül ve ceza” terapisi, “karşılıklı ket vurma” olarak bilinir ve çağdaş davranışsal terapinin en başarılı tekniklerinden birisidir. Davranışçılar tarafından geliştirilmiş olsa da, bilişsel psikologlar bu terapiyi hastanın düşünüşü ve bilinçli duygularıyla ilişkilendirerek geliştirdiler. Davranışın düzeltilmesi ile bilişsel terapideki gelişmelerin bu evliliği, psikolojik terapideki en son ve en başarılı yeniliktir.
O nedenle, bilişsel psikoloji insanların bilinçli düşünüşünün ve içsel diyaloglarının duygu ve hislerini etkileyeceğini, tutum ve inançlarını şekillendireceğini, kısacası değerlerini ve hayat görüşlerini bile biçimlendi- rebileceğini belirtir. Tartışma duygusal olarak rahatsız bir kişinin bilişsel terapisinden normal Müslümanların bilişsel faaliyetine aktarıldığında, bireylerin bizzat ruhunun yeniden modellenmesinde tefekkürün içerdiği bilişsel süreçlerin büyük etkisi açıkça görülür. Bir de, çağdaş psikolojinin tamamen dışladığı sağlam bir bilişsel güç olan manevi/inanç faktörü eklenirse, Islami tefekkürün ruhların saflaştırılmasında ve müminlerin mertebesinin yükseltilmesinde sağlayacağı muazzam değişim hayal edilebilir. Müslümanlar tefekkür vasıtasıyla kendi içsel “ödül ve ceza” psikoruhsal stratejilerini geliştirebilirler. İstenmeyen alışkanlıklarını değiştirmek ve onların yerine güzel olanlarını koymak için dünyevi bir ödüle veya elektrik şokuna ihtiyaçları yok. içsel bilişsel ve manevi özlemlerini Allah’ın azamet ve kemaline yöneltince, kesinlikle Allah sevgisine ulaşacaklar ve rıza, saadet ve huzur gibi ince duyguları kazanacaklardır. Bu, bir sonraki bölümde daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır.
Malik Bedri – Düşünme & Gözlemden Tanıklığa,syf:42
[1] J. B. Watson, Behauiourism, s. IX.
[2] Age.
[3] John Eccles, Evolution ofthe Brain: Creation ofthe Self, s. 225.
[4] Malık Bedri, İbnü’n-Nefs min Manzur İslâmî.
[5] H. J. Eysenck, Pscyhology is about People, s. 300.
[6] Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions. Kitap, Bilimsel Devrûnlerin Yapısı adıyla Türkçeye (çev. Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yayınları, 2011) çevrilmiştir.
[7] Eccles, Evolution of the Brain.
[8] Age.
[9] Kad Popper-John Eccles, The Self and Its Brain, s. 372.
[10] hra, 17/85
[11] W. Uttal, Tire Psychobiology of the Mmd.
[12] J, C. Pearce, Evolution’s End, s. 103, 104.
[13] Age., s. 103.
[14] Age., s. 104.
[15] Age., s. 104-105.
[16] Ebu Hamid Gazali, İhyan Ulumi’d-Dm.
[17] Yusuf Beşir Ticani, Divan İşraka.
[18] Hicr, 15/9
[19] Abbas Malınıud Akkad. el-Luva es-Sa’ıre.
[20] Age, s. 70.
[21] Enver Cundi, el-Fusha: Lugatu’l-Kur’an, s. 27.