Beyhude Çırpınışlar
…’Ortaçağ Avrupası’nda kilise düşünceyi tekeline almış, insanı diğer canlılara ve tabiata hakim kılan aklı kelepçelemişti. Bunu kırmak, eski Yunan ve Roma eserlerinden de faydalanarak çok farklı nitelikle hitaplar yazmak, Aristo mantığının karşısında hür bir mantık oluşturmakla Rönesans doğdu. Bizde ise düşünceyi tekellerine alan dinî kurumlar Engizisyona benzeyen mahkemeler kurulmadı. Akıl, düşünce, ilim dinimizin asıl kaynaklarında hayret verecek derecede övüldükleri için araştırma ve tefekkür insanoğluna ufuklar boyunca açıktı. İlim insanlarımız Ay’a gitselerdi. Onlara: “Bu isi niçin yaptınız?” diye kimse sormazdı: hatta takdir edilirlerdi. Antik Yunan ve Roma’nın eserleri de İslam dünyasının meçhulleri değildi. İlim ve irfanla uğraşanlar önemli eserlerini biliyor.Fârâbî gibi ünlü filozoflar kitaplarında sık sık alıntılar yapıyorlardı. Neyin Rönesans’ı, niçin ve nasıl gerçekleştirilecekti.Batı bu aşamadan geçti diye bizim de herhangi bir zaman dilimimizi “Türk Rönesans’ı” adıyla anmamız en azından hafiflik olmaz mıydı?
Cumhuriyet öncesi fikir hayatımız kaba çizgilerle üçe ayrılıyordu; İslamcılık, Osmanlıcılık,Batıcılık,Cumhuriyetle beraber Batıcılık resmî görüş haline gelirken diğerleri cılızlaştı. O dönemde dünyada milliyetçilik rüzgârları esiyordu; biz de ondan nasîbimizi aldık. Dudaklarımızdan Türklüğü övücü nutuklar dökülürken, Batılılaşmada eksik kalan hususlarımızı da süratle tamamlıyorduk.
Her türlü dış görünüşümüzü Batı’ya uydurmuştuk;devlet sistemimizin ve müesseselerimizin farklı olmamasını da arzuluyorduk; fakat ne yazık ki aramızdaki mesafe giderek açılıyordu. Batılı olduğumuzdan şüphemiz kalmamıştı; yaşama biçimimiz, zevklerimiz gibi fikir cereyanlarımızın da Batılı olmasına dikkat ediyorduk.
İkinci Dünya Savaşı, Batıklara büyük trajediler yaşattı; zengin bir insan bir dilim ekmeğe muhtaç duruma düştü; bir bomba ailenin bütün fertlerini alıp götürdü;gencecik bir kızı yapayalnız bıraktı. Karamsar olması lazım gelen Batılıyı teselli etmek için, hayatın saçmalığını anlatan Egzistansiyalizm felsefesi yaygınlaştırıldı. Aynı acılan yaşamadığımız halde, bu felsefenin bizde de revaç bulması gerçekten manidardır.
Çeşitli sebeplerden dolayı Batı, metafizik dünyasını geliştiremedi. Son yüzyıllarda daha çok madde plânında
hamleler yaptı; medeniyetinin esasını da maddenin kombinezonları oluşturdu. Madde nasıl kombinize edilirse
edilsin, üç boyutludur; benliğinde sonsuzluğa meyil taşıyan inşam sonuna kadar tatmin edemez; hatta belli bir
doyum noktasına gelince de insan maddeden sıkılır. Bunun için Batı’da Empresyonizm, Sürrealizm gibi sanat
akımları doğdu. Sartre’ın deyişiyle, “Gece yarasa olabilecek kibrit kutusu yapmayı” düşünen Picasso maddenin dışında bir dünya arıyordu. Ne gariptir ki deryalar kadar engin olan metafizik dünyamızdan haberi bulunmayan aydınlarımız da bunalıma girmiş havasına kapıldılar, ruh hallerini anlatan roman, hikâye ve şiirler yazmaya çalıştılar. Ayrıca bizim maddeden sıkılmamıza imkân yoktu;çünkü derileri kemiklerine yapışmış çocuklarımız ekmek bulamıyor, analarımız Anadolu’nun kıraç yaylalarında yalın ayak dolaşıyorlardı. Neye sahiptik ki, maddenin doyumuna ulaşacaktık?..
Sanayisini kurmuş Batılılar için zaruri ihtiyaçlarını karşılamak zor değildi, fakat her gün aynı işi yapmaktan
aynı hayatı yaşamaktan sıkılıyorlardı. Geçim sıkıntısı çekmedikleri için de kendileriyle daha fazla meşgul ola-
biliyorlardı. Dolap beygiri gibi aynı hayatı yaşamak, gözlerinde korkunçlaşıyordu. Kafka, rutin işlerde boğulan
insanı hamam böceği olarak tasvir etti.Kafka’nın romalarındakî bunalım,aydınlarımızın arasında da moda oldu. Halbuki biz sanayi toplumu değildik; insanımız geçimini temin amacıyla sağlam bir iş peşinde koşuyordu.
Sonra biz, şahsen zengin olsak da. yoksul bir toplumun çocuklarıydık. Toplumumuzu bir adım ileriye götürmek,zaruret içinde kıvranan birine yardımcı olmak, bir fakirin yetenekli çocuğuna çağdaş eğitim yaptırmak hayatımızı anlamlı kılabilirdi.
Günlük ihtiyaçlarını temin eden Batılı bunalıma girebilir; zira pek çoğunun idrakinden metafizik alem silinmiştir. Ama bizim asıl görevimiz karnımız doyduktan sonra başlar; “Hakka kulluk, halka hizmet” düşüncesi sonsuz basamaklı merdiven misâli karşımıza çıkar. Nitekim zekât verecek insan bulmanın güçlüğü rivayet edile-
cek kadar müreffeh olduğumuz devirlerde de bizde bunalım söz konusu değildi. Dergâhlarda, tekkelerde şahsi-
yeti dokunan insanımız her gün erdiği kemâlde eksikliğini hissediyor, daha mükemmel olmanın yollarını arıyor-
du. Şimdi ise o dönemle mukayese edilemeyecek ölçüde ciddî sorumlulukların altındayız. Moloz yığınlarının üze-
rinde yaşadığımız tarihimizden, değişik coğrafyaların ve zaman dilimlerinin lif lif dokuduğu kültürümüzden, ça-
ğın ilimleriyle meczolmuş, insanlık için yüreği çarpan bir medeniyet filizlendirmeyi azıcık şuur sahibi insanımız na-
sıl görev bilmez!
Her şeyin gelip, insanın zihniyetinde düğümlendiğini anlayıncaya kadar daha çok ham heveslerin zebûnu olacağız. Bütün hamlelerin altında sorumluluğunun ve değerinin idrakinde olan insan bulunur. Onun en belirgin özelliği ciddiyettir. Şahsiyet sahibi, hür düşünceli, hoşgörülü, çağın ilimleriyle donanmış insanlardan mahrumiyetimiz, meselelerimizin esasını teşkil ediyor. Ona nasıl sahip olabileceğimizi bilirsek, meselelerimizi çözmeye başlarız. Bu gerçeği İslam’ın dâhi evladı Muhammed İkbal sanatkâr sezgisiyle yakalamış ve şöyle ifade etmiştir: “Hayatın alevi başkalarından ödünç alınamaz. O kendi ruhunun mâbedinde yakılmalıdır.”
Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği