Benlik ve Mesuliyet:Anlamı Anlamak

www.saglikicin.net-benlik-kavrami-ego-nedir-ego-nedir-300x153 Benlik ve Mesuliyet:Anlamı Anlamak

Sana ağır bir söz vahyedeceğiz.

Müzzemmil 73/5

Şaşırtıcı bir şekilde şuur ve idrakten örülmüş bir âlemde yaşı­yoruz. Her şey bir bilgiler kümesinin oluşturduğu bir anlamlar yumağını andırıyor. Şuur olmadan bir madenin filizlenmesi, bir bitkinin veya hayvanın beslenmesi, büyümesi, üremesi ve türlü hareketler yapması, bir insanın hayatını idame ettirmesi düşünülemez. Öyle ki bütün bunları bilen bir özne ve nihaî bir fail olmasa herhangi bir şeyin var olabileceğini söylemek neredeyse imkânsız. Bu dünyayı paylaşan nesneler olarak her birimiz sadece bilgiyle donanmış değiliz aynı zamanda birer bilgiyiz. Bu sebeple de sadece anlamlı değiliz, aynı zamanda anlamlardan oluşuyoruz. Fakat biz insanları diğer bilgi ve anlam kümelerinden ayıran bir özelliğimiz var: Terkibimiz, bilgi ve anlam olarak var olmamızı mümkün kılmakla kalmı­yor, aynı zamanda bilgi ve anlam olduğumuzu idrak etme­mizi de sağlıyor. Yani kendi kendini görebilen gözler gibiyiz.

Bu bakımdan insan olarak bizlerin idraki, biri içe, diğeri dışa dönük olmak üzere iki yönlüdür, içe dönük idrakimiz saye­sinde kendimizi idrak eder ve var olduğumuzun farkına va­rırız. Kendimizi idrak öylesine ayrıcalıklı bir özelliktir ki bize fark ettiğimizi fark etme veya şuurun şuurunda olma özelliği kazandırır.

Diğer deyişle sadece bilmekle kalmayız, bildiğimizi de biliriz. Çünkü bildiğimizi bilmediğimiz takdirde hiçbir şey bilmiş olmayız ve yalnızca bilgiler yumağı olarak kalırız. İdrak et­tiğimiz şeyler ise bu bilgi yumağına eklenen anlamlar yığı­nına dönüşür. Dışa dönük idrakimiz sayesinde ise kendimiz dışındaki nesneleri idrak eder ve başka anlamları benliğimi­zin bir parçası haline getiririz. Anlam yumaklarını parçalara ayırır ve her bir anlamla tekil olarak karşılaşmanın hazzını yaşarız. Böylece hem anlamlar düzenini zihnimizde yeniden inşa ederiz hem de onlarla birlikte kendimizi inşa ederiz. İşte idrakimizin içe ve dışa dönük yönleri, nesnelerin bize birer anlam olarak sunulduğunu vermesinin yanı sıra onların ken­dinde birer anlam olarak var olduğunu da anlatır. Bu sebeple ilk bakışta sanıldığı gibi idrakimiz, nesnelerin anlamlarını onların somut varlığından soyutlayarak elde etmez. Tersine anlamlar bileşkesini parçalar ve unsurlarına ayrıştırır. Çünkü bir bütünden soyulan ve parçalanan her şey yine bir anlam olarak zihindeki yerini alır. Tam da bu özelliğinden dolayı yalnızca insan aklı, nesnelerin mahrem dünyasına girer, an­lamlar arasındaki ilişkiyi çözümler, her biriyle hem onlardan biri hem de başkası olarak karşılaşır. Bizi içinde yaşadığımız âlemde birer özne ve fâil haline getiren de idrakimizin bu iki yönlülüğüdür. Zira bu iki yön sayesinde “benlik” olarak adlandırdığımız bir farkındalığa ulaşırız. Tekil ve yalın olan benlik, içe dönük yönelişi sayesinde tekilliğini korurken dışa dönük yönelişi sayesinde anlamları idrak ederek kendisine dâhil eder ki bu bir tür, anlayarak anladığı şeyi içerme ve onu kendisi kılma eylemidir.

İnceleyin:  Tehâfüt Tartışmaları Bir Gelenek Sayılabilir mi?

Benlik sahibi olmak bize sadece idrak ettiğimizi fark ettir­mekle kalmaz, aynı zamanda idrak edildiğimizi de fark et­tirir. İşte bu ikinci farkındalık bize bir mesuliyet ve mükel­lefiyet duygusu kazandırır. Türkçeye “sorumluluk” olarak çevirdiğimiz mesuliyet kelimesi, tam olarak “sorulan olmak” anlamına gelir. Yine Türkçeye “yükümlülük” olarak çevirdi­ğimiz mükellefiyet kelimesi ise “yükümlü kılınmış olmak” demektir. Çünkü insan, bilindiğini ve müşahede altında ol­duğunu bilen varlıktır. Evet, insan kendisini çevreleyen taş­ların, ağaçların, hayvanların ve insanların gözlediği ve her bir bakış ve idrakin kendisinde bir iz bıraktığı varlıktır. Eğer bizzat kendimiz de bu gözlemciler arasında olmasaydık bizi gözetleyen bütün gözlere fayda ve yarar açısından bakabi­lir, bize faydası olacak şeylere yaklaşmayı, ve zararı olacak şeylerden kaçmayı tercih ederdik. Yani vahşi hayvanlar gibi hareket ederdik. Fakat gözleyenlerden biri de bizzat kendimiziz. Kendimizden ise kaçabilecek bir yerimiz yok. Çünkü kendimizi bırakıp gitme ve kendi anlamımızdan sıyrılma imkânına sahip değiliz. İlk bakışta mecburiyet gibi görünen bu çaresizlik bizde sahiplik şuurunu doğurur. Kuşkusuz sah­te bir böbürlenmeyle kendimizin sahibi olduğumuz iddiası­na kalkışabiliriz. Bu iddia sahtedir, zira tam olarak çaresiz­liğin ve saldırganlığın ürünüdür. Nihai olarak ne kendimizi alıp götürebiliriz ne de sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeyleri. Aristo mülkiyet kategorisini insanı saran ve onunla birlikte taşman şey” olarak tarif etmişti. İslam’ın en büyük filozofu İbn Sînâ Şifâ külliyatında açık yüreklilikle “ben bu mülkiyet kategorisini hiç anlamıyorum” itirafında buluna­caktır. Yine müteahhirûn dönemin büyük mütekellimi Sa- deddîn Teftâzânî “Felsefenin efendisi (İbn Sînâ) bile bu ka­tegoriyi anlamadığını itiraf etti” diyerek sahipliğin insan için hiçbir şekilde anlaşılabilir bir şey olmadığını dile getirecektır. Gerçekten de sahiplik, birbirimizin çaresizliği veya sal­dırganlığını, karşılıklı kabul etmekten başka bir şey değildir.

Pekâlâ, biliriz ki ne geldiğimiz yere bizi getiren ne bulundu­ğumuz yerde bizi durduran ne de gideceğimiz yere bizi götü­ren kendimiz değiliz, öyleyse ya benliğimiz bir vehimdir ya da bize ait değildir. Her iki şık da benliğin bizde oluşturduğu mesuliyetin vüsatini, ağır bir yük ve taşınması güç bir söz ha­line getirir. Ancak kendine ilişkin farkındalığın taşımaya cü­ret edebileceği bir yük ve ancak “ben” diyebilen bir öznenin söyleyebileceği bir söz. Ne var ki bu cüret ve cesaret, gücünü insanda temellenen hakiki bir benlikten almaz. Çünkü insan ancak mesuliyet üstlenebildiği takdirde ve ölçüde özne ola­bilmektedir. Dolayısıyla onun özneliği temellerini kendisinde bulamaz. Her ne kadar benliğin mahalli ve taşıyıcısı insanın kendisi olsa da insan kendi kendisini taşıyabilen bir varlık değildir. Nitekim bu sebeple olsa gerek Hicrî ikinci yüzyılın büyük kelamcısı Dırâr b. Amr “bütün âlemin kendi başına var olma imkânına sahip olmayan arazlardan oluştuğunu” iddia etmiştir. Yine büyük sûfî İbnul-Arabî “kendi başma var olma imkânına sahip olmayan bu yaratılmışlar topluluğunun cev­her olduğunu” söyleyen Eşarî kelamcıları eleştirmiş ve bizzat onların tanımlarına göre “âlemin arazlardan müteşekkil ol­ması gerektiğini” söylemiştir.

İnceleyin:  Dini İlimler ve Kur’an’ın Anlaşılması

Açıkçası kullandıkları kelimeler bize ne denli yabancı gelir­se gelsin her ikisi de haklıdır. Zira hakiki bir taşıyan ve bilen olmadığı sürece kimi zaman korkmuş kimi zaman sevgi dolu gözlerle birbirine sığınan bu mevcutlar (anlamlar ve bilgiler) topluluğu, var olamaz. Var olmak bir şeref ise bu şerefin sa­hibi varlık libası üstünde eğreti duran bu anlam yumakları değildir. Tam da bu nedenle kendimize ilişkin farkındalığın bizde doğurabileceği gerçek mesuliyet, bizzat bu mesuliyetin yani sorumlu tutulmuş olmanın ne olduğunu ve gerçek öz­nesini kavramaktır. Kısacık hayatımızda edindiğimiz tecrübe­ler, bize sorumluluğumuzu idrak ettiğimiz ve gereğini yerine getirdiğimiz ölçüde “ben” diyebileceğimizi ve benliğimizin idrak ve eylemlerimizle inşa edildiğini öğretmektedir. Dolayı­sıyla benlik, bizde bir nispet olarak bulunur. Nispet ise iki ta­rafı birbirine bağlayan bir bağdır ve tarafları ne denli güçlü ve sürekli olursa kendisi de o denli güçlü ve sürekli olur. Şu halde mesuliyet, birer bilgi olarak var olan nesnelerin hakiki bile­nine ve nihaî failine yönelik bir nispet oluşturabildiği ölçüde benliği güçlendirecek ve sürekli kılacaktır. Bu bakımdan me­suliyet, insan için hakiki anlamı ve nihaî özneyi bulma çabası olduğu sürece hakiki bir mesuliyet olabilir ve insan mesuliye­tini gerçekleştirdiği ölçüde “özne” sıfatını almaya layık olur.

Ömer Türker – Anlamı Tamamlamak,syf:101,105

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir