Batı’nın Yanlış Islam Algısı:Hoşgörüsüzlük
Insan kültürünün yüksek derecesiyle ilişkili bir nitelik vardır; işte bu nitelik, hoşgörüdür. Batılı yazarlar tarafından bir din olarak İslâm’a karşı yöneltilen en yaygın suçlamalardan biri, İslâm’ın tarih sahnesinden çıktığı zamandan bu yana hoşgörüsüz bir din olduğu iddiasıdır.
Oysa Endülüs çökertildiği zaman Ispanya’da, Sicilya’da ya da Adriyatik Denizi’nin kıyılarında tek bir Müslümanın kalmadığı hatırlatıldığı zaman; 1821 büyük isyanından sonra Yunanistan’da tek bir Müslümanın kalmadığı ve tek bir caminin bırakılmadığı hatırlandığı zaman; bir zamanlar çoğunluk olan Balkan yarımadasındaki Müslümanların, bütün bir Avrupa’nın da desteği ve onayıyla nasıl sistematik olarak azınlık konumuna düşürüldüğü, Müslümanların yönetimi altındaki Hıristiyanların yakın zamanlarda Müslümanlara karşı nasıl başkaldırmaya, Müslümanları nasıl katletmeye kışkırtıldıktan ve Müslümanların bütün bunlara karşılık vermelerinin nasıl istenmeyen bir hâdise olarak nitelendirilerek kınandığı hatırlandığı ve hatırlatıldığı zaman; Osmanlı İslâm İmparatorluğunda bütün Hıristiyanlar ve Yahudiler vicdan özgürlüğüne, kendi toplumla- rını kendi inançları ve hukukları doğrultusunda yönetme konusunda tam bir özgürlüğe sahip oldukları bir zaman diliminde, Yahudilerin ta Ortaçağlardan itibaren nasıl türlü işkencelere ve zulümlere maruz kaldıkları, Müslümanların Ispanya’dan sürülmelerinden sonra yine aynı şekilde Yahudilerin Ispanya’da ne tür insanlık dışı muamelelere, işkencelere ve katliamlara uğradıkları ve günümüzde bile Çarlık Rusyası’nda ve Polonya’da da nasıl benzer işkencelere ve zulümlere maruz kaldıkları hatırlandığı ve hatırlatıldığı zaman, bütün bu tarihî gerçekler birer birer hatırlandığı ve hatırlatıldığı zaman, evet işte o zaman, Islâm’ın mı, Batılıların mı gerçekten hoşgörüsüz olduğu gün gibi ortaya çıkacak ve işte o zaman, bugüne kadar anlatılanların yalan olduğunun anlaşılması üzerine insanın tepesi atacak ve her şeyi yeniden gözden geçirmek ve yeniden değerlendirmek kaçınılmaz hâle gelecektir.
Endülüs Emevîlerinin hükümranlığı döneminde Ispanya’da, Abbâsî Hilâfeti sırasında da Bağdat’ta yaşayan Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanlarla eşit şartlarda Müslümanların okullarına ve üniversitelerine alınabiliyorlardı; hatta daha da önemlisi, devletin masraflarını karşıladığı yurtlara ve pansiyonlara yerleştirilebiliyorlardı.
Müslümanlar Ispanya’dan sürüldüğü zaman, Hıris- tiyanlar orada yaşayan Yahudilere inanılmaz zulüm, işkence ve katliamlar yapmışlardı. Yahudilerden talihli olanlar, bir kısmı Fas’a ama çoğu da -onların bugünkü çocuklarının hâlâ kendi cemaatleri içinde huzur ve barış içinde yaşadıkları ve kendi aralarında o eski İspanyol dilini konuştukları- Osmanlı Türk Imparatorluğu’na kaçarak korunmuşlardı. Müslüman İmparatorluğu, Engizisyon’un zulüm ve işkencesinden kaçabilen herkes için bir güvenli bir sığınak olmuştu; her ne kadar Yahudilerin ve Hıristiyanların Osmanlı devletindeki konumları Müslümanlara göre düşük bir yer olsa da, çağdaş Avrupa’daki bütün Müslümanların, Yahudilerin, heretiklerin [hâkim Hıristiyanlık yorumuna katılmadıkları için “sapkın” olarak nitelendirilenlerin] -hatta âlimlerin ve aydınlanmış / entelektüel kişilerin bile- sahip oldukları konuma göre çok çok iyiydi ve kesinlikle tercih edilebilir bir konumdu.18. yüzyılda Ansiklopedistlerin / Aydınlanmacıların ortaya çıkışına kadar Batılı Hıristiyanlar, Müslümanların neye inandıklarını bilmiyorlar, hatta bilmek bile istemiyorlar; Doğulu Hıristiyanların Batılı Hıristiyanlar hakkındaki görüşlerini araştırma gereği bile duymuyorlardı.
Hıristiyan Kilisesi, zaten ikiye bölünmüştü ve sonunda durum öylesine trajik bir hâl almıştı ki, büyük tarihçi Gibbon’ın da çok iyi gözler önüne serdiği gibi, Doğu Hıristiyanları, kendi din anlayışlarını hayata geçirmelerine, kendi akîdelerine serbestçe inanma larma izin veren Müslümanların yönetimi altında yaşamayı, onları Roma Katolikliğini benimsemeye zorlayan ya da Roma Katolikliğini benimsemedikleri zaman gözlerinin yaşına bakmadan silip süpüren Hıristiyanların yönetimi altında yaşamaya gönül rahatlığıyla tercih ediyorlardı.
Batılı Hıristiyanlar, Müslümanları, paganlar, müşrikler ve kâfirler olarak adlandırıyorlardı. Gerçekten Müslümanların, Mahomet ya da Mahound olarak adlandırdıkları bir puta taptıkları tasvir edilen çok sayıda kitap yayımlanmıştı Batıda; yine Gırnata’nın zaptıyla ilgili aktarılan bilgiler arasında Müslümanların canavar putlar’a taptıkları gibi tasvirler yer alıyordu.Oysa Müslümanlar, Hıristiyanlığın ne olduğunu ve hangi açılardan Islâm’dan ayrıldığını çok iyi biliyorlardı.
Eğer Avrupa, Müslümanların Hıristiyanlığı bildikleri kadar İslâm’ı biliyor olsaydı, Haçlılar olarak bilinen çılgın, maceraperest, zaman zaman şövalye ruhlu ve kahraman ama çoğu zaman tastamam gözü dönmüş fanatiklerin gerçekleştirdikleri savaşlar aslâ patlak vermedi; çünkü Haçlı Savaşları, İslâm konusundaki cehâlete ve ürpertici boyutlar kazandığı gözlenen yalan-yanlış bilgilere ve tasvirlere dayanıyordu. Bu konularda yetkin bir Fransız âliminin gözlemlerini zikretmek gerekirse:
“Hıristiyan dünyasındaki her şair, bir Müslüman’ı (Mohammadan), bir inkarcı ve putperest olarak görüyor, Müslüman’ın tanrılarının da, sırasıyla, birincisi Mahomet / Mahound / Mohammad, İkincisi Opolane, üçüncüsü de Termogond / Cadı-Büyücü figürlerinden oluşan üç tanrı olduğuna inanıyordu. Ispanya’da Hıristiyanlar, gücü Müslümanların elinden alıp da, onları Kuzeydoğu Ispanya’daki antik Saragosa kentinin kapılarına kadar sürdüklerinde, Müslümanların geri dönüp putlarını kırdıkları masalı anlatılıyordu bolca. Dönemin bir Hıristiyan şairi, mağarada saklanan, ellerinden ve ayaklarından bağlanan, bir sütunda çarmıha gerilmiş, ayaklarının altına alarak çiğnedikleri, sopalarla paramparça ettikleri Muhammedanların tanrısı Opolane’nin Muhammedanlar tarafından adamakıllı dövüldüğünü ve her tür hakarete tabi tutulduğunu; yine ikinci tanrıları Mahound’u bir çukura atarak köpeklere ve domuzlara parçalattıklarını ve hiç kimsenin, hiçbir halkın kendi tanrılarına bu kadar iğrenç bir şekilde muamele etmediklerini; ama Muhammedanların bunlardan sonra tevbe ettiklerini ve bir kez daha tanrılarını alışagelmiş şekilde tapınacak hale getirdiklerini ve İmparator Charlesin Saragosa kenditne gezdiği bütün camilerde Mohammad’i ve Tanrılarını demir çekiçlerle parçaladıklarını gördüğünü söyler.’’
İşte Batı Avrupa’daki halkların beslendikleri sözümona tarih algıları bu tür bir tarih algısıydı. İşte, o zamanlarda Haçlılar Dünyanın en medeni halklarına vahşice saldırmalarına ilham kaynağı olan» kaynağı olan fikirler bunlardı.Hristiyan dünyası, kendi dünyaları dışındaki dünyayı ebediyen lanetlenmiş bir dünya olarak görüyordu; oysa Islâm böyle görmüyordu. Hıristiyan dünyasında herhangi bir halkın ebediyen lanetlenmesinin gerçekten üzüntü verici ve tedirgin olduğuna inanan ve onları kendilerinin bildikleri tek yolla, yani Hristiyan inancına döndürmekle kurtarmayı isteyen iyi ve güzel kalpli insanlar da vardı. Assisili Aziz Franc is’in İslâm dünyasına yönelik misyonerlik çalışmaları ve misyonerlik çalışmalarının İslâm dünyasında karşıtmış biçimi bu iki bakış açısı arasındaki farklılığı çok canlı bir şekilde resmeder ve gözler önüne serer.
Yine insanları Hıristiyanlığa döndürmeyi yegâne hedefi hâline getiren Aziz Louis’in Mısır’a karşı giriştiği Haçlı seterinin tarihî de aynı gerçekleri bir kez daha teyit eder. Bu noktanın çok iyi bir tasviri, yaygın olarak Quakerlar olarak adlandırılan Dostlar Cemaatı’nın kayıtları arasında bulunabilir. Bu konu, Kasım 1912 de Manchester Guaxdian’da Mabel Bsilsforun yayımlanan makalesinin ele aldığı konuydu.
Charles’ın hükümranlığı sırasında hizmetçi’leri olan genç bir İngiliz kadın, Quakerların aktif bir üyesi olmuş ve bu nedenle de büyük işkence ve zulümlere maruz kalmıştı. Genç kadın, o zaman Kilisemdeki uygulamalara karşı çıktığı gerekçesiyle İngiltere’de iki kez kırbaçlanma cezasına çarptırılmıştı.İlki Quaker arkadaşıyla birlikte, -o vakitler Amerikan kolonilerine verilen – New England adlı yere öğretilerini anlatmaya gitmişti. Orada büyücülük ve cadıcılık suçlamasından hapse atılmışlar» ağır işkencelere uğradıktan sonra serbest bırakılmışlardı. Bu genç Quaker kadın daha sonra İngiltere’ye dönmüş ve diğer beş Quaker arkadaşıyla birlikte Grand Stgntor olarak adlandarılan Türk Sultanını Quaker dinine döndürmeye karar vererek yola koyulmuşlardi. Avrupa boyunca yaptıkları yolculuk sırasında diğer arkadaşları Engizisyon tarafından yakalanmışlar ve onlardan yalnızca birinden daha sonra haber alınabilmiştir.Bu kişi yıllar sonra çıldırmış biri olarak İngiltereye dönmüştü.
Ama genç İngiliz Quaker kadın,onca zorluğa ,işkenceye ve zulme rağmen Türk Sultanını Quaker dinine döndürme yolculuğuna tek başına devam etmişti.Bunun için Venedikte bir gemiye binerek,Moro kıyısında demirleyen gemiden inmişti,burası gideceği yerden çok uzaktı ama Müslüman toprağıydı.
Bu kadın daha sonra tek taşına yürüye yürüye Edirne’ye kadar gelmişti. Ama artık Edirneden sonra yürüye yürüye İstanbula kadar gitmesine gerek yoktu. Çünkü Müslüman toğrağına / darul İslama ayak bastıktan sonra işkence ve zulümler sona ermişti. Herkes ona nazik davranıyordu; hükümet yetkilileri ona her türlü yardımı yapıyordu;Sultan Beyazıda ulaştığında Sultan’a Kadir-i Mutlak Yüce Allah’dan bir mesaj getirdiğini söyleyince Sultan bir kamp kurdurmuş ve onu bütün diğer ülkelerin sefirlerine tanıtıp takdim etmişti.
Sultan ve saray eşrafı Quaker kadını büyük bir dikkat ve nezaketle dinlemiş ve kadın konuşmasını bitirdikten sonra, ona, kendilerinin de inandıkları hakikati söylediğini ifade etmişlerdi. Sultan Beyazıd, Quaker kadına, özel misafiri olarak ülkesinde kalmasını talep etmiş; ama ille de kalmak istemezse, Allahın mesajını taşıyan bir kişiye yaraşır düzeyde bir eskortla gideceği yere götürmelerini kabul etmelerini rica etmişti.Ancak İngiliz Quaker kadın, Sultan’ın teklifini kabul ettirmiş ve geldiği gibi yalnız ve yürüyerek hiçbir şekilde yaralanmadan veya şiddete filan anne kalmadan sağ salim İstanbul’a kadar gelmiş ve oradan da İngiltereye giden bir gemiye binerek ülkesine dönmuştü.
Batı Avrupa ülkeleri kendi dini yasalarını gevşettikten sonradır ki, ancak biraz daha hoşgörülü olmuşlardı öte yandan, Müslümanlarsa, dinî yasalarından uzaklaştıkları zaman o muazzam hoşgörülü yaklaşımlarını ve kültürlerinin en yüksek diğer özelliklerini yitırmişlerdi. Dolayısıyla burada aktardığımız anekdotta da çok iyi gördüğümüz gibi, Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasındaki farklılık sadece davranışlardan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda bizzat inanılan dinlerin özelliklerinden de kaynaklanıyordu.
Pitckhall-İslam medeniyetinin Dinamikleri,syf.99-103