Barbar Istilası
Hayatlarımız bir barbar istilası altında, ne ki bu barbar gürz ve topuzla değil, ikna ve reklamın baştan çıkarma yöntemleriyle ruhlarımızı iğdiş ediyor. ‘Yeterli olanı çok az bulan birine hiçbir şey yetmez’ demiş bir bilge. Her şeyin metaya dönüştürüldüğü, insanın bir müşteriye ve bir reklam avına indirgendiği bu istila, sadece satın almakla ve nesnelerle mutlu olabileceğimizi telkin ediyor bize. Hayatlarımızı ıvır zıvırla dolduruyoruz.
Hayatımızı içi boş magazin ve eğlence programlarıyla ıvır zıvıra çeviriyoruz. Değer eksenli bir hayat,; anlamlı ilişkilerin, maneviyatın, erdemliliğin, güzel bir ruhun, iyi bir anne baba veya eş olmanın bize iyi geleceğini söylerken maddiyatçılık (materyalizm) ancak satın almakla ve nesnelerle mutlu olabileceğimizi, tüketemezsek bir hiç olduğumuzu kulaklarımıza fısıldıyor. Böylece modern kültürün, ruhları güden en güçlü motifi tamahkarlık oluyor.
Batı bilincinin haritası kapitalizm, materyalizm, aşırı rekabet ve ayrımcılık tarafından şekillendiriliyor. Bilgeliğin, içsel farkındalığın, küresel vicdanın olmadığı yerde tamahkarlık daha kolay. Fazla ve büyük olanın iyi olduğu düşüncesi, hayır ve bereketi kaçırıyor. Dizginlenemeyen tamahkarlık, dünyanın her köşesinde büyük eşitsizlikler yaratarak, hem sosyal adaleti hem de özgürlüğü dinamitliyor. Refah toplumlarında dahi, eğer denkleme eşitsizlik giriyorsa, maddi refah mutluluğa dönüşmüyor. ABD’de zenginlik son kırk yıl içinde katlanarak artmasına rağmen mutluluk oranları sabit kalıyor.
Eşyadan yana zengin ama zamandan yana yoksul yeni birey, yaşama zamanının yokluğunda çalışmanın ziyan ettiği hayatını parayla telafi edeceğini zannediyor. Oysa mutluluk insanın maddeci değerlere daha az önem vermesi, buna mukabil hayatını içsel/tinsel değerler etrafında inşa edebilmesiyle mümkün. Bütün değerler sayıya gelmez, para da her şeyi satın alamaz. Satın alınamayan şeyler hayatın özünü teşkil eder. Aldığımız nesnelerin bize sahip olmasına direnmeliyiz. Ivır zıvır tarafından ele geçirilmeye hayır demeliyiz. Sahip olmayı, olmanın önüne koyan maddeci zihniyetle bir meselemiz olmalı. Para parayla ilgili dertleri çözer, günümüzde sorun insanların parayla ilgisi olmayan dertleri parayla çözmek istemesinde. Parayla içten bir gülümsemeyi, sevgi veya özsaygıyı satın alamazsınız.
Materyalizm ve mutluluk
Dinlenme ve iş zamanlarının ayrışmadığı 7/24 toplumunda mesai bitiş saati bir türlü gelmez. Kariyer uğruna ahlaki sorumluluklardan feragat edilir. Toplumsal değişim arzusu ve ortak iyilik kaygısının yerini, tüketim kültürü almıştır. Kitlelerin yeni afyonudur bu. Her faaliyet madem iştir, kişisel gelişimin ölçüsü de ancak ekonomik performansla ölçülecektir. Kazandığın kadar varsın! Her şey parayla ölçülür ve kendini satma hayatın bütün alanlarına yayılır. O kadar ki artık sevgiyi de sadece para harcamakla gösterilebilir bir şey zannederiz.
Maddiyatçı değerler dünyayı daha iyi bir yer haline getirme, eşitlik ve adaletin tesisine katkıda bulunma arzusuyla ters düşer. Sadece parasal kazanç ve çıkarın peşinde koşan homo economicus, toplumsal bağları sadece maddi menfaatlerine hizmet ettiği kadarıyla önemser. Tabiatla bütünleşme ve çevreyi koruma gibi hevesler, maddiyatçılıkla dumura uğrar.
Alışveriş merkezleri modern çağın mabetleri olarak yeni ayin imkanları sunar: Orada geçirilen zamanın ardından geriye yorgunluk, kredi kartı borçları ve zaten içi dolu dolaplara tıkıştırılan ıvır zıvır kalır. İstek/heves/tutku ile tatmin arasındaki mesafe kısalmıştır. Bir alış veriş merkezine girdiğiniz andan kaç saniye sonra amacınızı unutup serbest gezinmeye başlıyorsunuz? İşte bu sürenin kısalığı, o merkezin ticari gücünü ele veriyor. Orada her birimiz, bir ağa yakalanması an meselesi olan sinekleriz.
Tüketim kültüründe beklemeyi bilemediğimiz ve anında doyum talep ettiğimiz için, ruh olgunlaşamaz. Bir çocuk gibi hemen doyurulmak ister ama her nesne onun hararetini daha da artırır. Mutluluğa giden yolun mağazalardan geçtiği ve pahalı mağazaların bizi daha hızlı mutluluğa ulaştıracağı varsayılır. Mutluluk için eş dost çevrenizden bir adım ileride olmanız gerekmektedir. Markalar imdadınıza koşar:
Mükemmelliğin bir simge ve ölçütü olarak marka, size kendinizi daha değerli hissettirmeyi vaat eder. Marka bağımlılığı da bizi aynının cehennemine yuvarlar. Tüketim çağının patolojisi can sıkıntısıdır. Can sıkıntısı endüstrisi, hayatımızın her anında heyecan duymaya hakkımız olduğunu bize vazeder. Halbuki uzun uzun düşündüğümüz, zamanı etrafımızda geniş bir boşluk olarak telakki ederek içe doğru derinleştiğimiz zamanlar da gerek bize. Hep hoplamak, zıplamak, aksiyon halinde olmak veya daima görünmek zorunda değiliz. Melali anlamak için vakit lazım.
Maddiyatçı kültürlerde boşanma oranları yüksek, empati oranları düşük. Maddiyatçı değerler hayatımızda ne kadar merkezi bir yer tutarsa, hayat kalitemiz de o ölçüde düşüyor. Materyalist ve tamahkar kişi, toplumun diğer fertlerini kullanılacak ve aldatılacak bir nesne olarak görür. Maddiyatçılık, dünyayı daha iyi bir yer haline getirme, eşitlik ve adaletin tesisine katkıda bulunma isteğiyle de ters düşer. ‘Gemisini kurtaran kaptan!’, ‘Önce ben, hatta sadece ben!’ der. Metalaştırma ile önceden bedava olan her şey bir ücrete tabi kılınır. Ölüm korkumuzu, öz değer düşüklüğünü, sevgisiz bir çocukluğu bazen maddi olanla sağaltmaya çalışırız. Alışveriş bağımlılığı çoğu zaman içimizdeki güvensizlik hissinden beslenir. Mutluyken değil daha çok mutsuzken alış veriş bağımlılığına boyun eğeriz. İçimizde o an eksik olan esenlik duygusunu, dışarıdan alacağımız maddi nesnelerle telafi etmeye çalışırız. Ne kadar da beyhude! Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce kendimize sormak : Neden? Bunu almak zorunda mıyım? Alınca gerçekten mutlu olacak mıyım?
Şimdi reklamlar
Reklamlar bize yeterince iyi olmadığımızı söyler: Kimse seni sevmiyor, yeterince başarılı ve çekici değilsin. Ama bak bu ürünü alırsan, daha başarılı ve çekici olabilirsin. Bir anlamda bilinçdışı arzu ve güvensizliğimizi gıdıklar. En başarılı reklam, o ürünü almadıkları takdirde insanları kaybedeceklerine inandıran reklamdır. Reklam bizi ürünle özel ve samimi bir bağımız olduğu yanılsaması yaratır. Sao Paolo’da belediye, insanları ruhsal açıdan olumsuz etkilemesin diye, lüks tüketim ürünlerinin şehrin duvarlarında reklamını yasaklamış. Ne kadar güzel. Bize hatalı mesaj veren, zihinsel kirlenme yaratan ve maddiyatçılığı özendiren ahlaksız mesajlar içeren reklamları sorgulamalıyız. ABD’de 10 yaşında bir çocuk ortalama 400 markayı ezbere biliyormuş. Ne feci. Biz çocuklarımız marka isimlerini değil Allah’ın güzel isimlerini öğretelim. Dua öğretelim, sevgi ve merhameti öğretelim.
Çocukluk da ticarileştiriliyor ve çocuklara sürekli, ‘Al! Al!’ mesajı gidiyor. Çocuk doğru reklamla parası elinden alınabilecek küçük müşteridir artık. On iki yaşın altındaki çocuklar reklamlardaki ‘ikna edici niyet’i bilişsel olarak algılayamıyor. O reklamın kendilerini nasıl yönlendirdiğini anlayamıyor. Çocuklarımızı barbar istilasından korumalıyız. Çocuklarımız bizim onlara duyduğumuz sevgiyi gözlerimizin içine bakarak hissetmeli, onlara cüzdanlarımızdan ayırdığımız miktarla değil. Unutmayalım ki oyuncak kutusuna giren her oyuncak, eskinin değerini azaltır. Hızlı eskitme kültüründe de evladiyelik bir şey kalmaz, dolayısıyla da hatıra aktarılmaz. Hafızanın boşluğu. Markalar bugün çocuğa doğuştan sahip çıkmak, onları bir ‘marka sadakati’ içinde büyütmek istiyor. Onu kumbarasında para biriktiren çocuktan ömür boyu borçlu kalacak yetişkin bir müşteriye çevirmek istiyorlar. Şirketlere, çocuklarımızın ruhunu ele geçirme izni vermemeliyiz. Çocuklarımızın bulunduğu ortamları ve çocuk tv kanallarını reklamdan arındırmalı, on iki yaş altı çocukları hedefleyen reklamları tümden yasaklamalıyız. Ama önce aile maddeci olmayan değerleri mihver edinmeli: Evde iyilik, merhamet yerine tüketim ve para konuşuluyorsa çocuk da maddeci ön kabullerle yetişir.
Kendini sınırlandırma erdemi
Artık hayırlı ekonomiyi, küçük olanın güzelliğini daha fazla konuşmalıyız. Kanaatkar bolluk toplumu, öz sınırlama ile gelecek, bizim kendi nefislerimizi gemleyebilmemizle. Böylece sınır tanımaksızın ihtiyaç ve ürün yaratmanın şeytani çemberinden çıkabiliriz. Böylece ruhlarımızı bir çorak ülkeye çeviren bu barbar istilasından, bu tatminsizlik illetinden kurtulabiliriz. Sadece kendi çıkarını düşünen bir bencilliğin yerine dayanışma ve yardımlaşma ahlakını yerleştirebiliriz.
Tüketim ekonomisi yerine kanaat ekonomisini, rekabet yerine Ahilik ahlakını, müşteri yerine insanı, alışveriş merkezi yerine geleneksel çarşıyı ihya edebiliriz. Çarşılarımız kadim ahlakın nabzının attığı yerlerdir, onları kaybetmeyelim ne olur. ‘Aza sahip olan değil, çok için çırpınandır fakir’ demiş Seneca. Psikolojik yoksulluk, iktifa etmeyi bilmeyen modern insanın marazıdır.
Nesnelerin dibine diri diri gömülmeyi, ‘yaşayanlar mezarlığı’nda yerimizi almayı istemiyorsak vazgeçmeyi bilmeliyiz. İnsan amacını diriltmek, manevi olanın buyruğunu hükümferma kılmak için sahip olduklarımızın bize sahip olmasına izin vermeyelim. Kendini fetheden dünyayı fetheder. Gerçek tatmin, arzunun boyunduruğuna girip hemen tatmin aramakta değil, arzuya direnmektedir. Hanımlar ve beyler, kendine hakim olan kazançtadır. Arzu ve dürtülerine mağlup olmayan, hayır ve iyiliği çoğaltan, başkasını için yaşamayı bilen kazançtadır.
Hayatın yüksek anlamını, ahlaki ve dini çerçeveleri yitirdiğimiz günden beri teselliyi nesne edinmekte, biriktirmekte ve çoğaltmakta arıyoruz. Kendimizi sınırlamayı öğrenmeliyiz. Dünya bize emanettir, bedenlerimiz bize emanettir. Kaynakları israf etmeden, şefkatle dokunalım yeryüzüne. Yaşayan her varlığın, ağacın, böceğin hakkını gözetelim. ‘Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı’ diyor koca Yunus, ‘derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur’ diyor. Derdimiz dünya değil, onun ötesi olsun. Derdimiz başka insanların, mazlum ve mağdurların derdi olsun. Kanaat benden bize geçiştir. Kötülük tarafından alınıp satılmak istemiyorsak, bizi kuşatan bu barbar istilasına temiz yürekle karşı duralım.
Prof.Dr.Kemal Sayar