Aydın Başar – İrfan Yolculuğu -Alıntılar
Ayaklı kütüphane diye isimlendirebileceğimiz, anekdot hazinesine sahip isimlerden birisi de yazar Sadık Yalsızuçanlardır. Ara sıra kendisini arar tasavvuf ve tarikatların menşeine ve şeyh efendilerin geldikleri meşrep ve kanallara dair bazı bilgiler sorarım. Genellikle aradığımdan daha fazlasını onda bulurum. Onun saklı irfan hazinelerine dair çok az kişide olan bir genel kültüre sahip olduğunu biliyorum. Çok okuyup çok yazan, okuduklarını ya da şahid olduklarını en güzel şekilde aktarma becerisine sahip velud bir yazardır. Çok sayıda eseri bulunmaktadır. Kendisini okumak ve dinlemekte fayda var; çünkü onu dinleyen bir kitap okumuş gibi olur. 2011 yılının Ekim ayında Mecidiyeköy’deki bir mekânda onun bir dersini dinlemiştim. Bediüzzaman’ın Şualar adlı kitabından 7. Şua’ya giriş mahiyetinde bir ders yapmıştı. Tasavvuf ve Bediüzzaman konusu çerçevesinde şekillenen dersten aldığım kayıtlar ise şöyle:
“Bediüzzaman sufi midir, kelamcı mıdır, müfessir midir?” sorusuyla başlayan Yalsızuçanlar bu soruya şöyle cevap verdi: “Aslında bu konu daha önce yazıldı, çizildi, tartışıldı. Gerek yok bence Bediüzzaman şu mudur bu mudur diye tartışmaya. Çünkü süfidir dersek eksik kalır, kelamcıdır dersek eksik kalır, müfessirdir dersek o da eksik kalır. Bütün bu vasıfları belli miktarlarda kendinde taşıyan bir zattır. Ona eserleri üzerinden baktığımız zaman böyle söyleyebiliyoruz. Tasavvuf ve süfilere bakışıyla ilgili ise şu tespitleri yapabiliriz: “Eski Said” ve “Yeni Said? diye hayatını ikiye ayıran Üstad Hazretleri Yeni Said’e geçiş sürecinde etkilendiği eserin Abdulkadir-i Geylani Hazretlerinin “Fütuhu”l Gayb’ adlı eseri olduğunu söylemiştir.”
“Lezzetler zehirli bala benzer, lezzetin elemi de vardır. Ölüm ahbaba kavuşmaktır, bak sevdiklerin öbür taraftadır? diyor. Üstad’ın en fazla etkilendiği zatlar ise birer süfi olan Abdulkadir Geylani ve İmam Rabbani’dir. Bir yerde Abdulkadir Geylani’nin eserlerini okuduğunu söyleyen Üstad onun için; “Kutsi mürşidim ve üstadım” ifadesini kullanmıştır. Başka bir yerde; “Eğer İmam-ı Rabbani hayattadır diye bir haber almış olsam, işimi gücümü bırakıp hemen Hindistan’a giderdim? demiştir. Onun süfi zatlarla münasebetinin olduğuna dair de bazı bilgiler vardır. Mesela Bitlis’teki Kübrevi Hazretlerinden kısa bir süre ders almıştır. Sonraki zamanlarda Bünyamin Ayâşi Hazretlerinin yanında da altı gün kadar kalmıştır.
Ayaş’ın eski Belediye Başkanı’nda bunun belgeleri var; kendisi Bediüzzaman’”la ilgili araştırma yapan birisi. Üstad bir yerde Mevlana Celaleddin Rumi’ye olan sevgisinden bahsetmiş ve şöyle demiştir: “O bir farisi mesnevi yazdı ben de Arabi bir mesnevi yazdım. Bu mesnevinin girişinde de ona olan sevgisini muhabbetini ifade etmiştir. Başka dört beş yerde daha Mevlana’dan bahis vardır. Sufilerin türbelerini de ziyaret eden Üstad bir gün Konya’ya gittiklerinde Hazreti Mevlana’nın huzuruna gittiğinde en dış kapıda ayakkabılarını çıkarmış ve avluya böyle girmiştir. Bu örnek ona olan derin saygısını göstermektedir. ÜStad, Ankara’ya geldiğinde de genelde Hacı Bayram Veli civarında kalmıştır.”
İstanbul terbiyesine göre insanlara hangi tarikata mensup olduklarının sorulmadığını ifade eden Eygi, bu konuda şunları söyledi: “İstanbul terbiyesinde “Ben şeyh Vehameddin Efendiye mensubum, siz kime mensupsunuz?” diye bir soru yoktur. İstanbul terbiyesinde insanlara bağlı olduğu tarikat sorulmaz. On yedi sene Mahir İz Beyefendiye gidip geldim, üç sene önce yeni öğrendim onun Nakşibendi tarikatına, Sami Efendi’ye mensup olduğunu. Seyyid olduğunu da o on yedi senede bir kere bile söylemedi. Bir kimse seyyidliği konusunda davul çalıyorsa, tarikatı konusunda davul çalıyorsa, bilin ki o işte bir bit yeniği vardır.”
Bu söyleşide Mehmed Şevket Eygi Bey kendisine gelen bazı nezaketsiz maillerdeki üsluptan da yakındı. Bir yazarın görüşlerini beğenmediğiniz zaman ona mail atarken; “Muhterem Beyefendi, affınıza sığınarak aşağıdaki hususlara itirazımı ifade etmek istiyorum, hürmetlerimle” diye söze başlanılması gerektiğini söyleyen Eygi, sözlerine şöyle devam etti: “İtirazın da bir adabı vardır. Bir bakıyorum ki; “Sen tasavvuf taraftarı, türbelere gidip evliya ziyareti yapan bir müşriksin” diye birisi bana mail yazmış. Bir Müslümana yapılabilecek en büyük hakaret ona müşrik demektir.” Ahlak ve terbiye konusunda televizyonun yıkıcı etkilerinden de bahseden Eygi, bu konuda, “Ne terbiye verseniz, televizyonun kötü programlarını seyrettiğinde o verdiğiniz terbiye şiddetli yağmurla akıp giden bereketli topraklar gibi akar gider” dedi.
Kader-i mutlaktan başka bir de kader-i muallak olduğunu söyleyen Mısıroğlu, bu konuyu çok güzel bir örnekle açıkladı. Dünyayı bir oyuncakçı dükkânına benzeten Üstad şöyle dedi: “İnsanlara ve cinlere bu hayatı imtihan için vermiştir. Bunun için insan ve cine bir saha bırakmış, o saha dâhilinde senin istediğini hâlkedecek bir alan bırakmış. Bir baba çocuğuna dese; “Sana bir oyuncak alayım. Ama şu oyuncağı alırsan bir mazarrat hâsıl olur, birinin gözünü çıkarırsın.
Oyuncaklar hakkında gerekli bilgiyi verdikten sonra “buyur seç? dese, işte bu oyuncak dükkânı çocuk nazarında ne ise bu dünya da bizim nazarımızda odur. Bu âlem bir oyuncakçı dükkânı gibidir. Allahü Azimüşşan bu oyuncakların mazarratını bize bildirmiş. Hayrın şerrin, hüsnün kubuhun ne olduğunu Allahü Azimüşşan beyan etmiş. Bu telkinata rağmen kötü bir oyuncak seçerse, dilerse o baba parayı vererek oyuncağı alır ve “çek cezanı? der. Merhametinin galebesiyle parayı vermeyerek O çocuğun isteğini yerine getirmez. Bu şuna benzer; insan bir şey yapmak ister ama Allah’ın iradesi bunu istemediği için o şeyi yapamazlar.”
1925 yılında Sahih-i Buhari’nin tercüme işinin Meclis tarafından Babanzade Ahmed Naim’e verildiğini söyleyen Hüseyin Hansu, bu konuda Babanzade’nin şu sözünü nakletti:
“Hadis tercümeleri ile meşgul olmaya başlayınca bundan önce ne kadar vaktimi zâyi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka bir şey ile uğraşmak ne boş bir şeymiş. Büyük âlimlerin bu işe verdiği ehemmiyetin sebebini şimdi anladım.” Babanzade’nin dini ilimlere çok kıymet verdiğini ve aynı zamanda tasavvufla da ilgilendiğini söyleyen Hüseyin Hansu, bu konuda şunları söyledi: “Yanında birisinden bahsedildiği zaman o kişiyi dini ilimlerdeki bilgisine göre değerlendirirdi. Eğer bilgisi azsa pek fazla önemsemezdi. İlim ve irfan ehli ile görüşmeyi severdi. Abdülaziz Mecdi Efendi ve Esad Erbili Efendi gibi zamanın büyük mutasavvıfları ile de görüşmüştür. Bediüzzaman Said Nursi’nin sohbetlerine de gitmiştir. Tasavvufa bağlılığı Ahmed Âmiş Efendi’den sonra Tevfik Efendi ile de devam etmiştir.”
İstanbul terbiyesine göre insanlara hangi tarikata mensup olduklarının sorulmadığını ifade eden Eygi, bu konuda şunları söyledi: “İstanbul terbiyesinde “Ben şeyh Vehameddin Efendiye mensubum, siz kime mensupsunuz?” diye bir soru yoktur. İstanbul terbiyesinde insanlara bağlı olduğu tarikat sorulmaz. On yedi sene Mahir İz Beyefendiye gidip geldim, üç sene önce yeni öğrendim onun Nakşibendi tarikatına, Sami Efendi’ye mensup olduğunu. Seyyid olduğunu da o on yedi senede bir kere bile söylemedi. Bir kimse seyyidliği konusunda davul çalıyorsa, tarikatı konusunda davul çalıyorsa, bilin ki o işte bir bit yeniği vardır.”
Bu söyleşide Mehmed Şevket Eygi Bey kendisine gelen bazı nezaketsiz maillerdeki üsluptan da yakındı. Bir yazarın görüşlerini beğenmediğiniz zaman ona mail atarken; “Muhterem Beyefendi, affınıza sığınarak aşağıdaki hususlara itirazımı ifade etmek istiyorum, hürmetlerimle” diye söze başlanılması gerektiğini söyleyen Eygi, sözlerine şöyle devam etti: “İtirazın da bir adabı vardır. Bir bakıyorum ki; “Sen tasavvuf taraftarı, türbelere gidip evliya ziyareti yapan bir müşriksin” diye birisi bana mail yazmış. Bir Müslümana yapılabilecek en büyük hakaret ona müşrik demektir.” Ahlak ve terbiye konusunda televizyonun yıkıcı etkilerinden de bahseden Eygi, bu konuda, “Ne terbiye verseniz, televizyonun kötü programlarını seyrettiğinde o verdiğiniz terbiye şiddetli yağmurla akıp giden bereketli topraklar gibi akar gider” dedi.
Üstad’ın Risale-i Nur’da alıntı yaptığı, feyz aldığı, eserlerini okuduğu ve kıymet atfettiği isimlerin yüzde doksan dokuzunun arifler ve süfiler olduğunu söyleyen Yalsızuçanlar sözlerine şöyle devam etti: “Arada süfi olmayan bazı âlimler ve kelamcılar olsa da geneli böyledir. Risalelerdeki bahsettiği zatların ben listesini çıkardım, Hasan-ı Basri”den Cüneyd-i Bağdadi?ye, Maruf-u Kerhi’den, Şakik-i Belhi’ye, Mevlana’dan Abdulkadir Geylani’ye kadar; bunların hepsi süfi zatlardır. Mesela Mesnevi-i Nuriye?de bütün mübarek zatları sayıp; Ahbaplarımız kabrin öteki tarafındalar.
Oraya gitmeye bir iştiyakın yok mu?” diyor.
Efendim, bu güzel ve mübarek vakitte Mahmut Toptaş Hocamızdan Fatiha Suresi üzerine şunları dinledim: “Müslümanların yüzde doksanının ezberinde olan sure Fatiha Suresidir. Son yüzyılda en fazla tefsiri yapılan sure de yine Fatiha Suresidir. Yani normal tefsirin dışında sırf Fatiha Suresi’ni tefsir eden değerli ilim adamlarımız da olmuştur. Kimisi bu sure için iki yüz sayfa tefsir yapmış, kimisi de daha fazla.
Böyle uzun tefsir yapan bir müfessirimiz tefsirin sonunda demiş ki: “Bu sadece benim anladığım, benden sonra gelenler daha başka şeyler de anlayacaktır.” Bu misal Fatiha’nın anlam bakımından ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Abdullah bin Mesud radıyellahü anh, Hazreti Ömer radıyellahü anh döneminde Küfe’de halka tefsir dersi verirken demiş ki: Benim söylediklerim benim anladıklarımdır. Bundan sonra gelecek olanlar da kendi dönemlerinin ihtiyacını bu ayet-i kerimelerden alacaklardır.” Kur’an Allah celle celalüh’ün kelamı, kâinat da Allah celle celalüh’ün yarattığıdır. Çocuklukta hocaları” mızdan öğrendiğimiz çok güzel şeyler vardı.
Ümit Şimşek Hocamızın “İslam İnanç İlmihali” kitabının şerhi ni. teliğinde olsa da bu konuşmalardan bağımsız bir kitap yapılırsa çok faydalı olacağını düşünüyorum. Üstadımız konuşmasına iki ayrı dünya tasavvuru olduğunu söyleyerek başladı ve bunu şöyle açıkladı: “Birisi Batının bize dikte ettiği bir hayat algısı. Ötekişi ise gerçek dünya algısı. Batının bize gösterdiği yerden dünyaya baktığımızda her gün neler görüyoruz?
Her gün bizim medyada, televizyonlarda gördüğümüz manzaralar. Kan, pençe, birbirini yiyenler, savaş, kavga, gürültü. Biz medya sayesinde hayata hep bu olumsuz pencereden bakıyoruz. Oysa bizim dünya algımız rahmet eksenlidir. Olumsuz şeyler de vardır dünyada ama asıl olan rahmettir. Batı medya aracılığı ile bize dünyayı kendi baktığı yerden gösterdiği için bizim dünya algımızı bozdu. Batının bu anlayışını gazetecilik mantığında da görüyoruz. Bu anlayışa göre bir şeyin haber olması için, kitlelere intikal ettirilmesi için normalin dışına çıkması lazım. Batıdan aldığımız gazetecilik mantığı bu. Malum köpek insanı ısırırsa haber olmaz ama insan köpeği ısırırsa haber olur. Daima anormallik üzerine yoğunlaştığı için insanlar, sakin sakin hayatlarını devam ettirdikleri müddetçe, birbirleriyle güzel güzel geçindikleri müddetçe, aralarında büyük bir problem çıkmadığı müddetçe haber olmayı hak etmezler.”
“Uyumsuzluk”un da davetin önünde bir engel olduğunu söyle yen (Ramazan Kayan) Hoca konuşmasına şöyle devam etti: “Birlikte iş yapan Müslümanların en büyük sıkıntılarından biridir bu. Müslümanlar kafalarına göre takılmayı benimser iseler, kendilerini merkeze alır iseler, enaniyetlerini öne çıkarır iseler, dönüştürmek orada kalsın, toplumun ıslahı orada kalsın, yeni nesillerin inşası orada kalsın, kendi” lerini tüketirler. Benlik zindanlarında tek tek helak olma riski ile karşı karşıya kalırlar. Ortak bir harekette herkes kendini merkeze çekmeden, kendine yontmadan, uyumlu hareket etmeli ve kolektif ruhun hakkını vermelidir.
Bir mücadelede, bir gayrette insicam ve itidal yoksa orada bereket yok demektir. Bu çağ insanları hem şımartıyor hem tahammülsüzleştiriyor. Şımaran ve tahammülsüzleşen insanlar bakıyorsunuz uyumsuz oluyor. Psikolojik sorunları! en önemli sebebi nedir? Uyumsuzluktur. Cemaat çalışmalarının büyük handikabı nedir? Uyumsuzluktur. Ticari ortaklıkların en büyük sıkıntısı nedir? Uyumsuzluktur. Müslümanın vazifesi ünsiyet, ülfeti, vahdeti, uhuvveti besleyebilecek davranışlar, bakış açıları, düşünce biçimleri üzerinde yoğunlaşmaktır.”
“Usulsüzlük”ü de maddeler arasında sayan Hoca bu maddeyi şöyle açtı: “Yol yöntem bilemediğiniz zaman, ezbere gittiğiniz zaman, kafanıza göre takıldığınız zaman, “canım böyle istiyor” diyerek yola çıktığınız zaman, yaptığınız işin bereketini bulamazsınız. Usul noktasında sanki bir karmaşa var. Kendi bildiğince hareket etmek sevimli gösteriliyor. Ortak tecrübe ve ortak doğrular üzerinden yürümezsek belki birçok şey yaparız ama usulden kaybederiz. Kırıp dökeriz yani. Bir taraftan kazanırken diğer taraftan da tüketiriz.”
Prof. Dr. Coşkun Çakır, yapmış olduğu konuşmasında merhum Sabahaddin Zaim Hoca’nın çok güzel bir yönünü şu cümlelerle anlattı: “Her davet edildiği yere gitmeye çalışırdı. Daveti yapan kişi ya da kurum itibarlı bir kurum ise oraya karşı daha ihtiyatlı yaklaşır, daveti yapan kurum daha aşağı bir konumdaysa onlara daha fazla iştiyakla giderdi. Bir öğrenci grubunun davetini, bir bakanlıktan gelen davete tercih ederdi.”
Sabahaddin Zaim Hoca’nın yaşamı boyunca hiç bir göreve talip olmadığını, söz konusu görevlerin tamamının kendisine tevdi edildiğini söyleyen Çakır, “Sabahaddin Zaim Hoca görev verildiğinde ise görevden kaçmamıştır” dedi. Hoca’nın dindarlığından ve derviş meşrebinden de bahseden Çakır, sözlerine şöyle devam etti: “Merhum Hocamız çok dindardı ama çok nazik ve estetik bir dindarlıktı bu. Farklı kesimler de onun bu yönüne ilgi duyardı. Toplayıcı ve toparlayıcı bir insandı. Onun üniversitedeki odası herhangi bir oda gibi değildi, bir tekke gibi, bir zaviye gibi, bir dergâh gibiydi. Yani giren çıkan belli olmazdı. O kadar çok insan gelir giderdi ki. Çaylar, kahveler, sohbetler eksik olmazdı. Merhum Sabahaddin Zaim Hocamız bir derviş insandı. Bir küçük çocukla yapmış olduğu konuşmayla bir devlet başkanı ile yapmış olduğu konuşma inanın hiçbir şekilde ayırt edilemezdi. Aynı ölçüde konuşurdu, aynı ilgi ve alakayı gösterirdi. Raşid Küçük Hoca onun için; “Peygamberi olmayan bir dönemin sahabesi gibiydi? demiştir.”
Tefviznâme’deki; “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler” dizelerinde çok hikmetler bulunduğunu ifade eden İbrahimhakkıoğlu, bizlerin çoğu zaman gördüğümüze saplandığımız için şerlerin arkasındaki hayrı göremediğimizi söyledi. Şerlerin arkasındaki hayrı görmek için de arif olmak gerektiğini söyleyen İbrahimhakkıoğlu sözlerine şöyle devam etti: “En naçar zamanlarımızda düşündüğümüz yüzlerce çözüm yolları olur. Cenab-ı Hak öyle bir kapı açar ki bu kapı bizim hiç aklımıza gelmeyen ummadığımız bir kapıdır.” İnsanı mutsuz eden faktörlerden birinin de geçmişteki olumsuzlukları düşünmek olduğunu söyleyen İbrahimhakkıoğlu bu konuda şunları söyledi: “Bazılarımız geçmişe saplanırız, bu niye böyle oldu, niye şöyle oldu deriz. O saplantılar olumsuz duyguların yenilenmesine sebep olur. Gam ümitsizliğin ifadesidir. Biliyorsunuz hüznün iki tarafı vardır. Bir; rahmani olan hüzün yani Hakka yaklaştıran hüzün. Bir de dünyevi hüzün vardır ki bu da insanı huzursuz eder.”
Üstad Bediüzzaman ile ilk röportajı Necip Fazıl Kısakürek’in yaptığını hatırlatan Mehmet Güllük Bey, Kırkıncı Hocaya Necip Fazıl ile olan muhabbetini sordu. Necip Fazıl Kısakürek’in Erzurum’a 1971’de Büyük Doğu’yu çıkartmak için himmet toplantısına geldiğini ve Erzurum’un zenginlerinden Haldun Balkaya’nın evinde misafir olduğunu söyleyen Kırkıncı Hoca onunla olan görüşmesini şöyle anlattı: “Biz Necip Fazıl Bey’in kaldığı eve gittik. Bir sürü adamlar gelmişti onu dinlemeye. Necip Fazıl Bey ile oradakiler sohbet ediyorlar. Fıkhi bir konuda Necip Fazıl Bey bir şey söyledi. Ben de Necip Fazıl Bey’e; “Biz seni fetva kürsüsüne çıkartmadık. Sen kendi meselelerinden konuş? dedim. Bir gün sonra beni sabah namazına bir yere davet etti. Sabah namazından sonra onunla bir yerde oturduk konuştuk. Epeyce bir şeyler anlattı. “Bu milletin kurtuluşu Büyük Doğu’ya bağlı” dedi. Dedim ki; “Necip Bey biz senin konferanslarını çok dinledik, şimdi de sen bizi bir dinleyiver. Biz binlerce insanın takip ettiği Risale-i Nur yolundayız, Büyük Doğu’ya bizi niye davet ediyorsun?” Sonra tabii başka şeyler de konuştuk. Bizden ayrıldıktan sonra İstanbul’a gidince Sabah gazetesinde “Erzurum’da bir mantık küpü ile karşı karşıya geldim? diyerek bizden bahsetmiş.
Aradan bir zaman geçti, Risale-i Nur aleyhine yazılar yazmaya başladı. Bugün Gazetesi’nde Üstad’ın Tarihçe-i Hayat’ta savaşta ölen Hristiyan gençlerin de masum olduğunu söyleyen yazısından yakalamış. Ona bize uymuyor diyor.” Mehmed Kırkıncı Hoca, merhum Üstad Necip Fazıl Bey ile ikinci görüşmesini ise şöyle anlattı: “Zübeyir Abi; “Necip Fazıl’dan randevu aldık beraber gideceğiz” dedi. Evine gittik. Öyle bir evi var ki padişahın bile öyle olmaz. Necip Bey o gün gitti Tarihçe-i Hayat’ı aldı geldi. Üstadımızın o cümlesini bize okudu. “Bu, dedi “Bizim itikadımıza aykırıdır.” Dedim ki: “Bizim Üstadımız Eşaridir, İmam Eşari’ye göre Peygamber gitmeyen bir kavim masumdur.” İlgili ayeti okudum. “Ha teşekkür ederim” dedi. Ertesi gün nurculardan bir grup geldi diye yazı yazdı, o zaman işi bizim lehimize döndürdü.”
Tefviznâme’deki; “Hak şerleri hayreyler/ Zannetme ki gayreyler” dizelerinde çok hikmetler bulunduğunu ifade eden İbrahimhakkıoğlu, bizlerin çoğu zaman gördüğümüze saplandığımız için şerlerin arkasındaki hayrı göremediğimizi söyledi. Şerlerin arkasındaki hayrı görmek için de arif olmak gerektiğini söyleyen İbrahimhakkıoğlu sözlerine şöyle devam etti: “En naçar zamanlarımızda düşündüğümüz yüzlerce çözüm yolları olur. Cenab-ı Hak öyle bir kapı açar ki bu kapı bizim hiç aklımıza gelmeyen ummadığımız bir kapıdır.” İnsanı mutsuz eden faktörlerden birinin de geçmişteki olumsuzlukları düşünmek olduğunu söyleyen İbrahimhakkıoğlu bu konuda şunları söyledi: “Bazılarımız geçmişe saplanırız, bu niye böyle oldu, niye şöyle oldu deriz. O saplantılar olumsuz duyguların yenilenmesine sebep olur. Gam ümitsizliğin ifadesidir. Biliyorsunuz hüznün iki tarafı vardır. Bir; rahmani olan hüzün yani Hakka yaklaştıran hüzün. Bir de dünyevi hüzün vardır ki bu da insanı huzursuz eder.”
makam-ı Hızır olduğunu ifade eden Dursun Gürlek; “Bu da sorulur mu?” diyerek latife yaptığı bir soru daha sordu: “Bayezid-i Veli’nin kabri nerededir?” Ve cevabı beklemeden; “Osmanlı”da adettir, padişah yaptırdığı caminin kıble tarafındaki türbesine defnedilir” diyerek cevabı kendisi verdi. Demek oluyordu ki Bayezid-i Veli’nin türbesi Bayezid Camii’nin kıble tarafındaydı.
Yahya Kemal’in yaşadığı dönemde hiçbir kitabının basılmadıgını söyleyen Mehmet Nuri Bey, vefatından sonra yakın dostlarından Nihad Sami Banarlı”nın onun bütün şiir ve yazılarını bir araya getirerek külliyat halinde bastırdığını söyledi. Balkanlarda Üsküp’te çocukluğu geçen Yahya Kemal’in mânevi ve dini bakımdan canlı bir iklimde yetiştiğini, onun hatıraları okunduğunda dini temalarla karşılaşıldığını söyledi. Yahya Kemal’in Doğu ve Batı’nın birikiminden de istifade etmiş bir insan olduğunu ifade eden Mehmet Nuri Bey, sözlerine şöyle devam etti: “Yahya Kemal eserlerinde dini vurgular yapmıştır. Mesela Topkapı Sarayı’na gidiyor, orada Kur’an-ı Kerim dinliyor ve diyor ki: “Bizi ayakta tutan iki şey var; bir, Topkapı sarayında asırlardır okunan Kur’an-ı Kerim; iki, minarelerde okunan ezanlar.”
Yine anılarını anlatırken şöyle diyor Yahya Kemal: “Çocukken anneme sordum dünyada en çok kimi seveyim diye. Annem şu iki kişiyi çok sev dedi. Bir, Peygamber Efendimiz; iki, Padişah Efendimiz.’ Bu hatırası da onun nasıl bir mânevi ortamda yetiştiğini ortaya koyuyor.”
Mehmet Nuri Bey bendenizin söyleşiden önceki; “Yahya Kemal’in olumsuz taraflarını da anlatın” sözüme atıf yaparak şunları da ilave etti: “Yahya Kemal belki inancını tam yaşayamamıştır ama ruh olarak bizdendir. Zaten bir şiirinde de diyor. Caminin kapısına, penceresine kadar gidiyor, içeri giremeyince üzülüyor. Belki onun bu üzüntüsü bile çok şey ifade ediyor. Allah onun o üzüntüsünü inşallah kabul eder.”
İstanbul beyefendilerinin bir özelliğinin de “ben” dememeleri olduğunu söyleyen Mehmed Şevket Eygi Bey, bu konuda şunlari söyledi “Eskiden tekkeler vardı, bunlardan biri de Nureddin Cerrahi hazretlerinin tekkesiydi. Osmanlılar zamanında icazet almış Fahreddin Efendi Hazretleri diye bir Şeyh Efendi küçük bir kitap yazmış. Orada diyor ki; “Cerrahilerce çok ayıp şeylerden biri de ben demektir.” İstanbullular ben demezler. Ne derlerdi? *Bendeniz” derlerdi ya da; *Bu fakir? derlerdi. Arada sırada “ben? denilebilir ama bir insan hiç durmadan sürekli “ben ben ben ben’ diyorsa bilin ki o insan İstanbul terbiyesine sahip değildir.”
İstanbul beyefendilerinin birbirlerine karşı mutlaka “bey” ya da “beyefendi” diye hitap ettiklerini söyleyen Üstad; “Bir insan bana Mehmed Şevket Eygi Bey derse benim onun Bey demesine ihtiyacım yok ama bu o kimsenin saygılı ve terbiyeli bir insan olduğunu gösterir. Otuz yaşlarındaydım, bir gün ordinaryüs Prof. Dr. Ali Fuad Başgil Bey’in yanına genç bir çocukla gitmiştim. Ali Fuad Başgil Bey yanımdaki genç çocuğa her defasında; “Ercüment Beyefendi? diye hitap etti. Koskoca bir anayasa profesörü bir çocuğa beyefendi diyor. İşte o tam bir İstanbul beyefendisi idi.”