Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer
Paylaş:

362_240720131604_414356282 Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve kötülüğün gerçek yüzlerini, savaşmayı ve barışmayı zamanla öğreniriz. Zaman, her şeyin mutlak sınırı ve ilacıdır. Dünyada sayılı nefesler süresince bulunuruz ve vademiz dolduğu an tek gerçeklik olan ölümle tanışırız. İnsan olarak en büyük sınavımız, zamanın biteceği bilgisiyle zama­nın içinde yaşamaktır. Canlılar dünyasında öleceği bilgisine sahip tek canlı olmamız hem hayatımıza büyük bir anlam at­fetmemize hem de büyük bir çaresizliğe yol açar. Her nefesin bizi sona yaklaştırdığı gerçeğiyle mücadele etmek için çeşitli bağımlılıklara sığınırız; uyuşturucu maddeler, alkol, kumar, sigara, alışveriş, sosyal medya, temizlik, çok çalışma ya da iliş­ki bağımlılığı fark etmez, zararları bakımından birbirlerinden ayrıtsalar da hepsinin tek ortak noktası vardır; bizi mevcut anı yaşamaktan uzaklaştırırlar ki acılarımızla yüzleşmeyelim. Peki uğruna bunca şeyi yapmayı göze aldığımız, kendimizi uyuşturmak ve unutmak için sürekli çırpındığımız ve var gücümüzle kaçındığımız an nedir? Anda olduğumuzda ne olur ve andan kaçtığımızda neleri kaçırırız?

Zihnimiz; tamamlanmamış olanı tamamlama esasıyla çalı­şır. Geçmişte bir şekilde yapamadığımız ne varsa bir yanımız hâlâ onu yerine koymakla meşgul olur. Söylenmemiş bir söz, alınmamış bir karar, yapılmamış bir eylem zihin dünyasında tekrar tekrar yaşanmaya devam eder. Aynı davranışın bir de gelecek versiyonu vardır; orada da ihtimaller tartılır, konuş­malar ve pazarlıklar sürüp gider. Zihnimiz bizi olası tehlike­lerden korumak için durmaksızın bir savaş verir. Fakat bu davranış bir süre sonra durdurulamaz bir “düşünme hastalı­ğı” na dönüşür. Daima geçmiş ve gelecek arasında geziniriz, gün içinde belki sadece birkaç kez içinde bulunduğumuz ana temas ederiz. Anda olmadığımızda, yaşadığımız her ne ise olanı kabullenmediğimiz için düşünce düzeyinde direni­şimizi sürdürürüz ve konuları tekrar tekrar bir geçmişte bir gelecekte canlandırırız. Korkumuz bizi senaryolara mahkûm eder, durmaksızın devam eden bu zihinsel girdabın ağır bir bedeli vardır; asla içinde bulunduğumuz anda mutlu ve rahat olamayız. Bu yola girdiğimizde artık kendimizi iki şekilde algılarız, geçmişteki ben ve gelecekteki ben. Ne yazık ki ikisi de etki alanımız dışındadır ve bu düşünce biçimi aslında oyalanmanın ta kendisidir.

ŞİMDİ’YE BİR AN UĞRAMAK

Peki gerçekte yaşanan nedir? Tehlikede miyiz? Yoksa bir alışkanlık örüntüsünü sürdürmeye devam mı ediyoruz? Avcı ve toplayıcı dönemlerdeki atalarımız için bu sorunun cevabı evetti. Binlerce yıl önce tehlikenin nereden geleceğini ön­görmek, hangi alanlarda saldırıya uğradığını hatırlamak ve öncesinde önlemler almak zorunluydu. Her an bir yırtıcı gelip bizi parçalayabilir, eğer ne olduğunu hatırlamazsak ağ­zımıza attığımız bir yemiş bizi zehirleyebilirdi. Şu an böyle tehlikelerle yaşamıyoruz, sokakta yırtıcı hayvanlar yok, bütün yemişler pakette. Ama sistemimiz otomatik pilotta binlerce yıl öncesinin davranışını sürdürmeye devam ediyor; önlem alıyor, geçmişi düşünüyor, geleceğe gidip strateji geliştiri­yor. Bahsettiğimiz şey kültürel kodlarla gelen öğrenmeden farklıdır. Zihni susturamadığımızda başkalarının öğrendiği şeylerden de ders alamayız çünkü o daima kendini referans alır. Kendi olumsuz tecrübesini tekrar tekrar öne çeker ve bizi sürekli panik odasında tutar ki hayatta kalabilelim.

Eğer zihnimizi kontrol etmeyi öğrenemezsek, bedenimizin tüm kontrolünü de ona kaptırırız. Yaşadığımız kronik stres eninde sonunda bizi hasta eder; çünkü zihindeki ihtimallerin asla sonu yoktur. O çok beklediğimiz gelecek geldiğinde -ki böylece şimdi olur- yine rahatlayamadığımızı üzüntüyle gö­rürüz. Hani her şey bu kez çok farklı olacaktı? O terfii alınca, o adamla/kadınla bir araya gelince, o eve taşınınca, o çok istediğiniz şeyi satın alınca çok farklı olacaktı? Bu düşünüş biçiminde bir yanlışlık olduğunu hayatta istediklerimizi elde ettikçe daha da iyi anlarız. Geçmiş ya da gelecek bizi uyuş­turmaktan başka bir işe yaramaz. Yaşamdan kaçmak, anda olmamak ve aşırı düşünmek kimse tarafından da kınanmaz; çünkü bu kolektif bir hastalıktır, sadece çocuklar belli bir yaşa kadar kendilerini bu hastalıktan korurlar. Zaten bu yaşlar da en yaratıcı, neşeli ve oyuncu oldukları çağlardır. Sonrasında onlar da bizim gibi düşünme girdabına girerler. Anın içinde olmayı bırakıp geçmiş ve gelecek arasında seferler yapan ker­vana katılırlar. Eğer geçmişten ders almak ve geleceği buna göre şekillendirmek için düşündüğümüzü iddia ediyorsak bu zihnimizin düşünme hastalığına uydurduğu kılıflardan biridir çünkü bugün dünkü insan değiliz, yarın olacağımız kişiyi de yine bugünün şartlarıyla düşünürüz. Yani bu da beyhude bir çabadır, çünkü yarınki insanı yarının şartları şekillendirecek­tir. Otomatik pilotta kaldığımız sürece tek seçeneğimiz olur: “Geçmişe bak, geleceği öngör ama bunu hep korkuyla yap, böylece aslında yeni olan hiçbir şey yapma, tanıdık olan yoldan sapma ki başın belaya girmesin” Eğer farkındalığımız uyanır ve tekrar ettiğimiz bu yolun ne olduğunu görebilirsek tek olan opsi- yonun çoğaldığını da görürüz. Anda olmaya başladığımızda şunu fark ederiz: “Her seferinde aslında yeni bir şey oluyor ve sıfırdan bir seçim yapabilme şansımız var.”.

Pek tabii bilgi düzeyinde bunu biliriz, her gün yeni bir gündür, her an yeni bir andır, her seçim yeni bir seçimdir. Fakat bu bilgimiz tek başına hiçbir işimize yaramaz. Tam tersine bilerek aynı şeyleri yapmak bize daha çaresiz hisset­tirir. Içselleşmediği ve eyleme dönüşmediği sürece farkındalığa sahip olmak da bir yüktür. Farkında olmak; içinde bulundu­ğumuz deneyimin, yaşadığımız anın, içimizde ve dışımızda neler oluşturduğunu görmek ve önemseyen bir dikkatle ona yönelmek anlamına gelir. Fakat bunu bir şeyleri değiştirmek için yapmamalıyız, çünkü kendimize ve işleyen sistemimize “bozuk” muamelesi yaparsak bir mücadele başlatmış oluruz. Eğer varlığımızla küstahça bir mücadeleye girersek birkaç “fazlalığı” atıp ortaya bir eser çıkmasını umarız. Halbuki eli­mizde yıllar içerisinde yavaş yavaş oluşmuş ve çok hassas bir yapı vardır. Züccaciyeye girmiş bir fil gibi davranmak sadece kendimizle ilgili hayal kırıklıklarımızı artırmaya yarar. Acele etmemeliyiz. Çağımızın bir diğer hastalığı olan hız; yavaşla­mamızı ve kendimize dönük sakin bir içgörü geliştirmemizi engeller. Yapılan bütün içe dönüş çalışmaları — yoga, medi- tasyon, mindfulness ya da nefes egzersizleri, terapi bile- bu engele takılır. Uçuşup duran zihnimizi sakince, kabul ederek bu an a davet etmek ve onu orada tutabilmek çok zordur.

NE KADAR SAVAŞ O KADAR ÇIKMAZ

Belki yola şu gerçeği kabul ederek çıkabiliriz; olduğumuz halde olmamızda bir problem yok, olduğumuz kişi olma­mızda da bir problem yok. Yanlış olan şey varlığımız değil, zihnimizin çalışma biçimidir. İstediğimiz şey, düşünme biçimi­mizi farkındalığımızın odağı haline getirebilmektir. Bunu ya­pabilirsek zihnimiz kendi hızında değişip dönüşmeye başlar. Hayatta göstermek istediğimiz tüm gelişmeler için mücadele etmemiz gerektiğini öğrendik. Fakat zihnimiz ve ruhumuz söz konusu olduğunda bu mücadele dirençle karşılaşır. Çünkü onlar dışarıdan etkilerle şekillenmiştir ve bunun sonunda kendilerini dışarıdan gelenden korumaya odaklanmışlardır. Öncelikle, bizi anda olmaktan koparan, sürekli geçmişe ve geleceğe götüren ne ise onun farkına varmakla başlayabiliriz. Bu kontrol edemediğimiz öfkemiz olabilir, kaygımız ya da ilişki problemi olabilir. Ne olduğunun hiçbir önemi yok. Tek yapmamız gereken şey düşünme döngüsü başlayıp andan kop­tuğumuzda bunu fark etmek ve kendimize bu farkındalıkla kalabilecek bir alan yaratmaktır. Olduğumuz kişi olmamızda bir problem yok demek, aslında anda olmak, mevcut olmak, bütünüyle anın içerisinde kalabilmek demektir. Eğer kim ol­duğumuzla problemimiz varsa nasıl mevcut anda kalabiliriz?

Olduğumuz kişi olmayı bir problem olarak algıladığımızda zihnimiz geçmişi deşmeye başlar: Bana ne oldu da bu kişi oldum? Beni kim ve ne ku hale getirdi? Başka biri olabilir miydim? Ya da gelecekte bir projeksiyon başlar: Ne yapma­lıyım ki bu durum değişsin? Aynı şeylerin başıma gelmemesi için hangi önlemleri almalıyım? Bu sorular ilk bakışta çok aklı başında görünebilir ama hepsi geçmişte ya da gelecekte yazılan bir senaryonun parçalarıdır, halbuki değişim anda mümkündür. Debimin anda mümkün olması yalnızca anın bizim kontrolümüzde olması ile ilgilidir. Bir şeyi geçmişte olduğundan başka türlü yapacaksam bunu ancak bu anın içinde yapabilirim ya da geleceğe dair bir arzum, isteğim ya da kaygım varsa bu konuya dair yapabileceğim tek şey, bu anın içinde gerçekleştireceğim eylemi belirlemektir. Eğer zihnin ürettiği vesvese ve soruların sonunda bir cevaba ulaşabilseydik yıllardır aynı şeyleri sormaya ya da düşünmeye devam eder miy- dik? Benliğimizi bütün yönleriyle kabul etmediğimizde onu dönüştürmek üzere müdahalelerde bulunuruz, o da kendini bize kapatır ve böylece katılaşır. Ama var oluşumuza bütü­nüyle açık bir halde durmayı başarabilirsek o da esner, bütün değişim ve dönüşümlere hazır hale gelir. Patoloji katılık, sağlık esnekliktir. Bir şeye ne kadar baskı uygularsanız, o şey de aynı düzeyde baskıyla size karşılık verir.

İnceleyin:  İnsanın Dünyada ki Sabrı

Anda olmadığımızda zihnimizin içindeki kavramsal bir dünyada yaşamaya başlarız. Bu dünya hikâyelerle doludur, gerçekliği test edilemez bu hikâyeler dünyasında her şey ol­duğundan büyük ya da küçüktür. Referansımız dış dünyadır, ruh halimizde değişimler yaşamak için dış dünyada değişimler yaşanmasını bekleriz. Andan kopuk olduğumuzda otomatik tepkiler veririz ki bunların kökü genelde geçmiştedir. Geçmiş­teki bir anın referansıyla gelecek için önlem alabileceğimizi düşünürüz. Ama bu düşünce biçimi aslında bize örtük bir biçimde şu kabulü dayatır: “Ben tamamıyla aynı insanını, hiç değişmedim ve aynı tepkileri vereceğim” Anda olmadığımızda spontanitemiz kaybolur. “Kendimiz hakkmdaki hükmümüz değişmez” ve dolayısıyla Allah’ın da hakkımızdaki hükmü değişmez. (Rad suresi; 11) Aynı şeyleri yaşayıp durmamızın sebebi işte bu kısır döngüdür.

AN’LA İLGİLİ YANILGILARIMIZ

Bizler içinde yaşadığımız an’ı genellikle bir atlama tah­tası ya da geçmişle gelecek arasında bir köprü gibi algılarız. Köprüler de doğası gereği geçilip gidilen, üstünde durulma­yan yerlerdir. An’ı bu şekilde algılamaya devam ettiğimizde o daima yolumuzdan çekilmesi gereken bir şey, hafta sonunu, tatili, emekliliği beklemeye ya da gelecekle ilgili tahayyülü­müz neyse ona varmaya hizmet eden bir ara durak olarak kalır. Beklediğimiz durum gerçekleştiğinde de başka bir du­rumu beklemek şeklinde tekrar eden döngünün önemsiz bir bileşenine dönüşür. Düşünmeye devam ettikçe sürekli yeni geçmişler ve gelecekler yaratmaya devam ederiz. Andan kaça­rak sürekli düşünmek, bizde “eylem illüzyonu” yaratır. Bir şey yapmış gibi hissederiz halbuki sadece zihnimizde dolanmaya devam ediyoruzdur. Halbuki eyleme sadece anda geçilebi­lir. Anın içinde hareket ettiğimizde bunu korkunun bizde yarattığı baskıya rağmen yaparız. Bu yönüyle anda olmak cesaret gerektiren bir eylemdir. Hayatımızın sorumluluğunu alıp geçmişe ya da geleceğe bir şeyleri bırakma konforundan vazgeçtiğimizde eyleme geçeriz. Böylelikle kurban olmaktan çıkar, hayatımızın aktörü haline geliriz.

“Sizce bu doğru mu? Sizce bu normal mi? sorularını terapi seansları esnasında sıkça duyarım. Kıyası çok içselleştirmiş, doğru ve ideal yaşam diye bir şey olduğunu varsayan danışan­larımın zihninin ürettiği bir hikâyedir bu. Referanslarımız hep dışarıda olursa, bir şeyin doğrusunun ya da yanlışının, normalinin ya da anormalin bir öteki tarafından bilineceğini varsayarız. Eğer bir inancımız varsa o sistemin kuralları çok nettir, inancımız yoksa bunların muğlak olması yani bizim kendi kendimize karar vereceğimiz şeyler olması kaçınılmaz­dır. Referanslarımızı dışarıdan alıyorsak ipi bizim boynumuza uzun bir çubukla bağlanmış şekere durmaksızın koşan bir ata benzeriz; ideal bir iş, eş, hayat kurgularız. Bunlar olunca iyi ve mutlu olacağımızı varsayarak muhayyel bir geleceğe doğru ilerleriz. Pek tabii bu çabanın itici gücü mevcut andaki hayatımızın “yetersiz, kötü, eksik” olduğu inancına dayanır. Peki bunu andan kaçmak için mi yapıyoruz yoksa sağlıklı bir insanın yapacağı gibi yarınımızı mı planlıyoruz? Bunu anlayabilmemizin net bir yolu vardır; andan kaçmak için yaptığımız eylemlerde ulaştığımız yer bizi memnun etmez, o sadece bir sonraki basamağın öncesidir. Vardığımız yerde çok kısa bir mutluluk sonrası yine yetersizlik hissetmeye başlarız. Önümüzde bu kez yeni bir şeker sallanmaktadır. Anı yaşa­yarak ilerlediğimizde ise vardığımız yerden mutluluk duya­rız, çünkü yolculuğun kendisi de bizim için güzel bir şeydir, hedefimize giderken de kendimizi mutlu hissederiz. îçinde bulunduğumuz an zaten geleceğin kendisidir. Anda olarak hedefimize ilerlediğimizde bunu kendimize sevgi dolu bir ilgi duyarak yaparız, yıkıcı bir güç ve kıyasla değil. Anda olmaya başladığımızda referansımız iç dünyamız olur. Dikkatimizi anda olmaya davet ettikçe dışarıda olanlar -kontrolümüzün olmadığı alan- artık dengemizi sarsamaz. Kendi içimize doğru köklendikçe ruhsal olarak gücümüz artar. Tepki vermek yerine gözlemlemeye başlarız. Bu da uyaranlarla dolu bir dünyada çok büyük bir güçtür; sakince kendi merkezinde kalabilmek ve hemen argüman üretme zorunluluğu hissetmemek.

FARKINDALIKLA AN’IN İÇİNE YERLEŞMEK

Düşünme bağımlılığından kurtulmak ve eyleme geçebil­mek için geçmişle gelecek arasında mekik dokumayı bırakıp içinde bulunduğumuz ana gelmek ve farkındalık kazanmak zorundayız, ancak bu şekilde zihnimizde dönen senaryolarla gerçeklik arasındaki farkı görebiliriz. Terapinin de yaptığı şey bodur; bizi kendi gerçeğimizle temas ettirir. Farkındalığın iki boyutu vardır; ilki an içerisinde bütünüyle ne olup bittiği­nin farkında olmak”tır, diğeri de tek bir kavrama -şefkat, gü­ven, para, ikili ilişkiler vb.- odaklanma halidir. Zihnimiz neye odaklanıyorsa onu büyütür; sonrasında da “o şey” olmaya başlar. örneğin merkezinizde kaygınız var ve anda olmama sebebiniz kaygılarınız diyelim. Bundan kaçınmayı sürdürdükçe bir süre sonra kaygıdan ibaret olmaya başlarsınız. Hatta düşünme hastalığının bir sonucu olarak bazı kişiler varlıklarını bunlarla tanımlarlar: “Ben çok kaygılı bir insanım, ben çok güvensiz biriyim, ben çok yalnız bir insanım.” Bu tanımlarda, merkezde olan duygunun bütün kişiliğe nasıl yayıldığını görebiliriz. Çünkü kaygıya, güvensizliğe o kadar çok yatırım yapılmıştır ki o artık varlığın tamamına dönüşmüştür. Farkındalığımız artar ve içinde bulunduğumuz anda yaşamaya başlarsak ilk olarak dilimiz değişir: “Şu an çok kaygılı hissediyorum, hu yaşadığım şey güvenimi sarstı, bugün çok yalnız hissediyorum. Anda olduğumuzda, yaşadıklarımız artık varlığımızın tama­mını değil, sadece bir parçasını temsil eder. Farkındalığımız arttıkça duygularımızı o anın içinde tutup aramıza bir mesafe koymaya başlarız ve ayrışmayı ne kadar başarırsak hayatı­mız o kadar kolaylaşır. Bu pratiği hayatımıza kattıkça yoğun ve zorlayıcı duyguları o anın içinde değerlendirebiliriz ve duygusal yatırımımızın tamamını orada harcamak zorunda olmayız. Neden kaygıdan, korkudan, güvensizlikten ibaret olalım? Anda kalmayı öğrendikçe zorlayıcı deneyimler bile eskisi kadar yıkıcı etkiler bırakmaz, çünkü artık yeni anda yeni çözümler düşüneceğimize dair bir inancımız oluşmuş- tur. Çaresizlik hissi yeni olaylara geçmişten çözümler arayıp durmakla da ilişkilidir.Anda olmayı deneyimlere şunu anlarız; biz artık dünkü insan değiliz, dün mümkün olmayan şeyler bugün olabilir.

Neye duygusal olarak yatırım yaparsak onda uzmanlaşı­rız. Senelerdir kaygımızdan kaçıyorsak uzmanlık alanımız kaygıdır, ilişkiden kaçıyorsak ilişkidir, öfkeden kaçıyorsak öfkedir. Hayatımızın Önemli bir bölümünü bir insanla ya da duyguyla geçirdiysek bunun üzerimizde yıkıcı etkileri olsa dahi vazgeçmemiz çok zor olur. Biri gelip size “senden bu kaygıyı alacağım ve iyileşeceksin” dese bunun yaratacağı boş­luğu düşünebiliyor musunuz? Tıpkı senelerdir hapiste olan birinin tahliye edilmesi gibi, dışarıda gürül gürül bir hayat var, ama o nasıl yaşanacak bilmiyor. İşte andan geçmişe ya da geleceğe kaçarak kendimize bunu yaparız. Bilinçli tarafımız bunu inkâr etse de bilinçdışı bir şekilde acılarımıza bağımlıyız. Huzursuzluk, endişe, mutsuzluk ve gerginlik hali neredeyse tek harekete geçme yakıtımız olmuş durumda. Halbuki içinde bulunduğumuz anda güzel şeyler olabilir; ağlıyorken birden yerimizden kalkıp bir kahve koyabiliriz, öfke nöbeti geçiri- yorken elimizi yüzümüzü yıkayıp bir dostumuzla buluşma kararı alabiliriz. Bir anda duygusal yatırımımızın ve düşünme biçimimizin yönünü değiştirebiliriz.

İnceleyin:  İnsan:Şu İp Cambazı

ANDA KALMAYI ÖĞRENMEK VE
SÜRDÜRMEK

Uçuşup duran zihnimize anda kalmayı öğretebiliriz, nasıl geçmiş ve gelecek üzerine düşünmede uzmanlaştıysak aynı şeyi şu an için de yapabiliriz. Atacağımız ilk adım mevcut du­rumumuzu kabul etmektir; evet aşırı düşünme bağımlılığına sahibiz ve düşünmeden duramıyoruz. Düşüncelerimizin yüzde sekseni yaşadığımız anla ilgili değil, tekrar eden ve genellikle olumsuz düşünceler. Burada devam eden döngüyü fark edelim,düşündükçe yaşamıyoruz, yaşamadıkça düşünüyoruz. Durma­dan devam eden zihinsel faaliyetin ve hesapların bizi nasıl eylemden alıkoyduğunu görelim. Şimdiki an bize ne veriyor­sa onu kabul etmekle işe başlayalım. îyi-kötü, güzel-çirkin demeden şu an bize ne veriyorsa onu alalım ve kendimize katalım. Bunu yaptığımızda zamanla birlikte akma gücüne sahip oluruz. Akıntıya karşı kürek çekmek yerine akıntıyla birlikte dümeni idare etmek bizi istediğimiz kıyıya daha az çabayla ulaştırır. “Olacak olan oldu ve şu an ne yapabilirim?” Anda olduğumuzda zamanla müttefik oluruz ve yaşadıkları­mızdan dersimizi alıp çekilebiliriz. Böylece tekrar tekrar aynı şeyleri yaşamamıza gerek kalmaz.

İçimizde acı, öfke, hayal kırıklığı, kaygı vb. uyandığında ve andan koptuğumuzda sakince gözlemlemeye başlayabiliriz. Düşmanca, yok etmeye çalışan ya da küstah ve aşağılayan bir tavırla değil, sakince ve kabul ederek o parçamızı izleyelim. Geçmişte olan ya da gelecekte olabilecek ihtimaller üzerine konuşup duran o sese tanık olalım: Neler diyor? Bizi nelerle korkutuyor? Bizde nasıl yıkıcı etkilere yol açıyor? Yalnızlıkla mı, rezil olmakla mı, parasızlıkla mı, sevgisizlikle mi? Hangi zayıf karnımızla ilgili en çok düşünce üretiyor, sakince onu izleyelim. Zihnimizdeki düşüncelerin etkisini anlamak için bedenimize odaklanalım, düşüncemiz bedenimizde nasıl bir tepkiye yol açıyor? Kalbimiz şükranla mı doluyor? Bedenimiz gevşeyip rahatlıyor mu? Yoksa nefesimiz daralıyor ve karnımız taş gibi mi oluyor? Geçmiş ve gelecek arasında dolaşan zihni­mizin, bedenimiz üzerindeki etkilerini izleyelim. Analiz etme­den ve yargılamadan sevgiyle dikkatimizi an’a davet edelim ve şu soruyu alışkanlık haline getirelim; ju an içimde ne olup bitiyor? Zihnimiz her uçup gittiğinde, düşünme girdabına her kapıldığında bunu sormaya devam edelim. Acılarımızın nasıl geçmişten beslenerek içimize kök saldığını hissedelim, anda o kadar da güçlü olmadıklarına, geçmişi sürekli düşünerek onları nasıl çoğalttığımıza şahit olalım. Geçmişteki hatalarımız hak­kında sürekli konuşan zihnimizin onları nasıl benliğimizin bir parçası haline getirdiğini görelim. Huzursuzluk, endişe, gerilim, üzüntü ve korkunun sürekli gelecekte gezinen; suç­luluk, acı, yakınma, bağışlamama halinin de sürekli geçmişte gezinen zihnimizin bir düşüncesi olduğunu fark edelim.

Beş duyumuzu kullanarak da anda kalma alışkanlığını kazanabiliriz. Etrafımızda akıp giden canlılığa şahit olalım, yargılamadan, yorumlamadan sadece izleyelim. Renkleri, do­kuları… Sevdiğimiz bir kokuyu içimize çekelim ve içimizde yarattığı duyguları fark edelim. Odamıza dolan ışığa, çevre­mizdeki seslere aynı dikkatle yönelip sadece orada duralım. Zihnimiz konuşmaya devam edecek; onu tekrar odaklandı­ğımız şeye nazikçe çağıralım. Bu egzersizleri yapmaya devam ettikçe dikkat süremiz uzayacak ve iç seslerimiz azalacaktır. Önemli olan sürdürmek konusunda kararlı olmamızdır çün­kü bu tür çalışmalarda genelde şu çıkmaza girilir; asla odak­lanamıyorum/ çok az odaklanabiliyorum, ya ben bunu becere­miyorum ya da burada bir saçmalık var. Emin olabilirsiniz ki hiçbiri değil, alışık olmadığı bir davranışın içinde zihninizin huzursuz olması ve sizi sık sık rahatsız etmesi çok normaldir. Zihnimizin daima tanıdık olanı güvenli bulduğunu ve bizi oraya çekmeye çalıştığını unutmayalım. Bunu kabul edersek hemen pes etmemizin de önüne geçmiş oluruz. Nasıl kıpır kıpır bir bebeğe bir şey gösterirken defalarca tek ra ılıyorsak aynısı zihnimiz için de geçerlidir; Hadi canım, bir kez daha deneyelim, gel şimdi seninle şu sese, gel bu limonun kokusuna odaklanalım. Sakince tekrar kendimizi odaklanmaya davet edeceğiz Akan bir suyun altına elimizi tutarak derimizdeki duyumları gözlemleyelim. Ağzımıza bir üzüm tanesi alarak dilimizin üzerinde tutalım ve bir müddet sadece üzüm ta­nesine odaklanalım. Beş duyumuzu kattığımız egzersizleri çeşitlendirerek anda kalma sürenizi artırabilirsiniz.

Sessiz bir şekilde durmak da bir yoldur. Bütün dikkatinizi sessizliğe verin, bazen kendinizle baş başayken, bazen bir ko­nuşma esnasında sessizliğin ne kadar çok yer kapladığını gö­rün. Eğer konuşmalarda aralara sessizlik girmeseydi ne kadar anlamsız olacağını… Geçmiş ve gelecek üzerine sürekli konuşun zihnin sizden aldığı sessizliği fark edin. Anda hiç olmayarak durmadan konuşan, sessizliğe tahammülü olmayan parçanızı görün. İçinizdeki sesleri sessizliğe davet edin, dışınızdaki sesler de buna uyumlanacaktır. Anda kalmaya alıştıkça daha dostça bir ilişkiniz olacak ve sessizlik giderek daha az korkutucu hale gelecek.

Nefes egzersizleri de etkili bir yoldur. Dört-sekiz nefesi gibi kolay uygulanan bir nefesle başlayabilirsiniz. İçinizden dörde kadar sayın ve nefes alın, sekize kadar sayarak nefesinizi ve­rin. Her seferinde sadece o an aldığınız nefesinize odaklanın. Düşünceler zihninizde uçuşmaya başladıkça sakince saymaya devam edin, eğer bu sizi o anda tutmaya yetmiyorsa içiniz­den telkinler verebilirsiniz: “Şimdi derin bir nefes alıyorum, burnumdan geçiyor, şimdi nefesim ciğerlerime doldu, bütün bedenim gevşiyor.” Bu telkinler zihne kaymamanıza yardımcı olabilir. Bu egzersizler sırasında kendinize içinizden “sakin ve rahat, sakin ve rahat” şeklinde telkin de verebilirsiniz. Bir sure sonra bu yumuşak telkinleri konuşup duran zihninizin sesinden daha çok duymaya başlayacaksınız.

Tüm bu egzersizlere başlamak ve sürdürebilmek için adanmıştık gereklidir; günlük yaşamımızın içine bunları nasıl adapte edebileceğimizi düşünelim. Her gün birkaç dakikayla başlasak bile sistemli bir şekilde sürdürdüğümüzde bunlar egzersiz olmaktan çıkıp iç sesimizin bir parçası haline gelecektir. Yargısızca ve her gün zihnimizi anda olmaya davet ettikçe geçmişle ya da gelecekle çok daha az meşgul olduğu­muzu göreceğiz. Bu egzersizleri hayatımıza oturtana kadar bir hatırlatıcı çapa oluşturmak da işimizi kolaylaştırabilir, örneğin, telefonunuza her SMS geldiğinde seçtiğiniz bir eg­zersizi beş dakika yapmakla başlayabilirsiniz. Son olarak da bu süreçte yarkındalıgımızı yitirdiğimiz yerlerini zamanların farkına varmak” bize yardımcı olacaktır. Çünkü bunlar te- tikleyici anlardır. Ne oluyor da andan çıkıyoruz, düşünme girdabına giriyoruz ve dürtüsel hareket etmeye başlıyoruz? Dengemizi bozan şey ne? Bunun farkına vardığımızda bizi güvenli halimizden neyin uzaklaştırdığını keşfetmeye başlarız ve böylece o şeyden uzak durmayı deneyebilir ya da ona karşı başka stratejiler geliştirebiliriz. Fırtınaya hazırlıksız yakalan­madığımızda başka türlü davranma şansımız olur.

Anda olmayı öğrenmenin pek çok hediyesi vardır; mut­luluğun ve mutsuzluğun ötesinde bir huzur olduğunu ve bu­nun zaten kalbimizde olduğunu anlarız. Zihnimizden ibaret olmadığımızı ve onu kontrol edebileceğimizi görürüz. Geçmiş ve gelecekle ilgili kaynakları ihtiyaç duyduğumuz kadar ve ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda kullanma özgürlüğüne sahip oluruz. Gerçeği sürekli başka yerde aramamız gerekmez, anda olmayı öğrendikçe onun geçmişe ya da geleceğe gömülü ol­madığını fark ederiz. Böylece canlılığın ve spontanitenin yani gerçek doğamızın bize verdiği gücü kullanmaya başlayabiliriz.

Ayşe Melek – Sevmek Cesurların İşidir,syf:151-160