Amerika İsrail’in Sömürgesidir
Sayın Garaudy, Paris’te kitapçılarda sizin eserleriniz artık niçin bulunmuyor?
Roger Garaudy: Sebebi çok basit. Siyonist bir örgüt olan LİCRA (Irkçılığa ve Yahudi Düşmanlığına Karşı Milletlerarası Birlik), benim kitaplarımı satmak isteyen kitabevlerinin vitrinlerini kırmakla tehdit ediyor.
Dün bir kitapçıya sizin kitaplarınızı sordum. Kitabevinin sahibi kadın, müşterilerin çok aradığını fakat kitaplarınızın bulunmadığını söyledi.
Bir kişi benim kitaplarımın Paris’te dağıtımını yapıyor ve çok iyi satıyordu, fakat kendisine saldırdılar ve alın kemiğini kırdılar. Benim davamın görüldüğü gün de iki gazeteci feci şekilde dövüldü ve hastanelik oldular. O gazeteciler, siyonistlerin silâhlı ordusu olan Beta grubu tarafından dövüldüler.
Ben de sürekli ölüm tehditleri alıyorum. Şikâyetimi İçişleri Bakanlığına iletmeleri için polis karakoluna gittim. Dönemin İçişleri Bakanı Pierre Chevenement bana gönderdiği mektubunda “Sizin güvenişinizi ben üzerime alıyorum” diyordu. Derken bir de baktım Emniyet Müdürü bana bir silâh taşım ruhsatı getirmiş! İşte bana sağladıkları yegâne koruma şekli!
Gerçi sizin askerlik hatıralarınızı okumuştum ama yine de sorayım, tabanca ile iyi nişan alabiliyor musunuz bari?
20 metreden hedefi şaşırmam.
Fransız halkı size yeterince arka çıkmıyor, acaba bu, Yahudiler karşısında duydukları suçluluk duygusundan mı kaynaklanıyor?
Hayır, Fransız halkının beni desteklemediğini söyleyemem. Ancak bu destek alenî ifade edilmiyor, edilemiyor. Tomar tomar destek mektubu alıyorum. Bazılarının ölüm ve tehdit mektupları yanında, çok sayıda takdir ve tebrik mektupları geliyor. Ne var ki beni destekleyen bildirileri ve yazılan gazetelerde yayınlatmak mümkün olmuyor. Meselâ Roma, Floransa, Torino gibi büyük üniversitelerin profesörleri açık protestolarda bulundular. La Stampa gazetesinden öğrendim ben bunları. Fakat Fransa’da kimse böyle bir şey yapmaya cesaret edemedi. Çünkü Fransa’da LİCRA’nın çok ağır baskısı var. İtalya’da ise böyle bir baskı yok. LİCRA, silâhlı milis gücüyle hükümet içinde hükümet, devlet içinde devlettir Fransa’da.
Size ve eserlerinize uygulanan sansür hep böyle sürüp gidecek mi?
A!, bilmem. Bu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararına bağlı. Benim mahkûm edilmeme sebep olan İsrail, Mitler ve Terör kitabının sahte ve çarpıtılmış baskısına ve buna dayanılarak verilen karara ben o mahkeme nezdinde itirazda bulundum. İşte benim itiraznamem (protestom) siz bunu yazınızda kullanabilirsiniz (Elime dört sayfalık bir yazı uzattı. Başlığında İtham Ediyorum! İfadesi yer alıyor ve mahkemenin nasıl yanıltıldığını, kendisinin nasıl nahak yere mağdur edildiğini delilleriyle gözler önüne seriyor. Kendisine bu yapılı protestonun beni çok ilgilendirdiğini ve gerekirse tercüme edip yayınlatacağımı söylüyorum.)
Yeni kitaplar yazıyor musunuz?
Şu anda elimde hazır yeni bir kitabım var, fakat yayımlatmakta hayli zorlanıyorum. Aslında bastırmak kolay da, dağıtım… Dağıtım meselesinde mutlak bir muhalefetle karşı karşıyayım… Gerçi bu durumda kitaplarım el altından satılmıyor değil. Meselâ “İsrail, Mitler ve Terör” kitabım 35 bin adet sattı. Fakat gizli şekilde. Satışı gizli yapmak gerekiyor, işte asıl skandal da bu!
Böylesi güçlükler sizi gerçekten yıldırmıyor, cesaretinizi kırmıyor mu?
Ben bugüne kadar 55 kitap kaleme aldım ve yayımlattım. “Yaşayanlara Çağrı ” kitabım 290 bin adet sattı. O sıralar tabir caizse bir yıldızdım. Derken 1982 yılında, Le Monde gazetesinde, İsrail’in Lübnan’a karşı açtığı savaşı ve bu ülkeyi işgal edip pek çok cana kıymasını tenkit eden bir bildiri yayımlattım. İki İsraillinin intikamını almak için Lübnan’daki sadece Sabra ve Şatila kamplarında 20 bin Filistinlinin canına kıyılmasına sebep olan (İsrail in Şimdiki başbakanı) Ariel Şaron’u yerden yere vurdum. Kaleme aldığım bu makalenin altına Peder Lelong ile Papaz Mathieu de imza koymuştu. LİCRA hemen dava açtı. Davalarını üç ayrı mahkeme kademesinde de üç defa kaybettiler. Ne var ki işte o günden bugüne kitapçılar benim kitaplarımı satmaya cesaret edemiyorlar.
Hiç değilse yazılarınız internette yayınlanıyor.
İnternetteki İslâm sayfasında gördünüz mü ne diyorlar: “Garaudy, neo Nazi yazar!”
Müslüman ülkelerin yakın ve uzak geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Karmaşık bir mesele bu. İstikbal şöyle olacak diye yazılmış bir alın yazısı yok, geleceği bizler kuracağız. İstikbal, biz nasıl oluşturursak öyle olacak. Maalesef İslâm ülkelerinin başında “Amerikalı” yöneticiler var. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi… Ben Chirac ile Jospin’i “Amerikalı” olarak görüyorum. Yöneticiler istedikleri kadar “Amerikalı” olsunlar; halk arasında hareket tam aksi istikamette gelişiyor. Meselâ, ben Kahire’de bir konferans verdim. Bu konferansta kanaatlerimi 5 bin kişi önünde dile getirdim. Halk arasında çok canlı tepkiler oldu.
Ne yazık ki İslâm ülkelerinde ABD’ye bağımlı yöneticiler var. Öte yandan buna direnen insanlar var. Büyük kitle, ezici çoğunluk buna karşı. Fakat onlar da kurtuluş yolunu ancak geçmişe dönmek ve geçmişe saplanıp kalmakta buluyorlar.
Gerçekte İslâm dünyasında taklitten başka bir şey yok: Ya Batı’yı taklit ya da geçmişi taklit. Bunun ikisi de çıkmaz yoldur ve maalesef İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu durum da budur. Yapılması gereken ise, tamamıyla İslâm’a has bir moderniteyi ortaya koymaktır.
Cezayir’deki hâdiseleri çok yakından takip ettiğinizi bildiğim için sormak istiyorum: Orada olup biten nedir?
Cezayir’de olup bitenler ayan beyan ortadadır. Oradaki savaş, generallerin menfaat savaşıdır. Cezayir’de generaller petrol gelirlerini aralarında paylaşabilmek için çok kanlı dolaplar çeviriyorlar. Zaten Cezayir gibi ülkelerde askerler her şeye hükmederler. Hükmederken de halkın değil kendi çıkarlarını düşünürler. Cezayir’de olan bundan ibarettir.
Ekonomileri çöktüğü için IMF reçetelerine bel bağlayan Arjantin gibi ülkelerin bir türlü bellerini doğrultamamaları nedendir sizce?
Arap ülkeleri için de aynı şey söz konusu. IMF, Amerika’nın maddî ve siyasî çıkarlarını esas alarak hareket eder. IMF ve Dünya Bankası, Amerikan menfaatlerini korumak, dünya ülkelerinin pazarlarını Amerika’nın büyük firmalarına açmak ve Amerikan çıkarı için yapılması gerekenleri kredi verdikleri ülkelere zorla kabul ettirmekle yükümlü iki korkunç ahtapottur. Bunlar Batı sömürgeciliğinin yeni emperyalist ve sömürgeci silâhlarıdır. IMF’nin dayattığı diktalara boyun eğmeyen ülkeler süründürülür ve o ülkelerde halkın kanı akıtılır. IMF dünyanın en câni örgütüdür. Cezayir’de, Caracas’ta ve başka yerlerde açlıktan dolayı halkların isyan etmesinin müsebbibi IMF’dir. IMF, “Ben sana para veriyorum ve sen, ben ne istersem onu yapacaksın” der. IMF’nin reçetelerini kabul eden ülkelerde olup biten işte budur. Aslında bizler gerçek anlamda sömürgeyiz. Fransa da buna dâhildir.
Konuyu değiştirmek için sorayım: Batı nereye gidiyor?
İflâsa. Hem de yakın bir iflâsa. Size tarih veremem, fakat kullandığımız metotlarla, sözüm ona küreselleşme sistemiyle hem tabiatı hem de insanları mahvediyoruz. Bugün şu bilinen bir hakikattir ki tabiî kaynakların yüzde 76’sı Üçüncü Dünya ülkelerinde bulunuyor. Fakat işte bu Üçüncü Dünya ülkelerinde her yıl 30 milyon kişi açlıktan ölüyor. Birleşmiş Milletler’in verdiği rakamdır bu. Bu ölenlerden 15 milyonu çocuktur. Bu da UNICEF’in verdiği rakamdır.
Bunun anlamı şudur: Batı’nın gelişme sistemi, – Batı ile Avrupa, ABD ve nispeten de Japonya’yı kastediyorum- Üçüncü Dünya ülkelerine her iki günde bir Hiroşima’ya mal olmaktadır.
Şu dünyada, şu yeryüzünde böylesi bir vahşete hiçbir zaman şahit olunmamıştır. Cangıllarda bile vahşî hayvanlar bundan daha az cana kıyarlar! Tabiat tahrip ediliyor… Ozon tabakası deliniyor, atmosfer giderek ısınıyor… Buzullar eriyor. Şayet kutuplardaki o buzullar eriyecek olursa, 40 sene sonra Londra, New York, Bordeaux, Brest gibi büyük liman şehirleri sular altında kalacak…
Ben “Geceye Karşı /Â Contre-Nuit” adlı bir dergi çıkarıyorum. Sadece abonelere, bir teşkilâtın üyelerine dağıtılıyor. Bu dergide açıkladım: Sadece Amazon ormanlarından hareketle, bu ormanları koruyarak, Körfez petrolünün vereceği enerji kadar enerji üretilebilir. Rio de Janerio Teknik Üniversitesi bilim adamlarının araştırmalarının vardıkları sonuçtur bu ve bunu bana doğrudan kendileri söylediler. Ne yazık ki çok uluslu büyük şirketler Amazon ormanlarını yok ediyorlar.
Ne yapmak için?
Bizim ülkenin metotlarıyla büyük elektrik üretim barajları kurmak için. Hâlbuki ormanları yok etmeden, ormanı koruyarak, biyomas yoluyla çok daha büyük enerji elde edilebilir.
Körfez Petrolü ilelebet sürecek değil oysa?
Bulunan petrol kaynaklarının ömrü artık 30 yıl. Başka petrol yatakları bulunuyor, fakat onlar da bu yüzyılın sonuna kadar yetmez.
Siz bana Batı nereye gidiyor diye soruyorsunuz? Eğer biz bu yolda devam edersek, bizim torunlarımız -ki ben büyük dedeyim- asla benim yaşıma gelemeyecekler. Zira bütün hayat ve enerji imkânları 21. yüzyılın sonundan önce tüketilmiş olacak.
Batı çöküyor. Çöktüğüne dair elimde başka deliller de var: Söz gelişi, hayatlarına bir anlam bulamadıkları için intihar eden yetişkinlerin sayısı ABD ve Avrupa’da, Üçüncü Dünya ülkelerinkinden daha çoktur.
Suç işleme meselesine gelince, polis adedini artırarak meseleyi çözemezsiniz. Aslında suç işleyen gençler, bu dünyada adaletin, kanunun olmadığını görüyorlar. Güçlü olanın kazandığını müşahade ediyorlar. Onun için de onlar şiddete dayalı bu davranışlarıyla dışarıda olan kanunu içlerine almış ve özümsemiş oluyorlar. Nitekim her yerde her şeye kararı Amerika Birleşik Devletleri veriyor… Gençler bir vitrini kırdıkları, bir arabayı tahrip ettikleri, bir arabayı çaldıkları veya yaktıkları zaman, kafalarından ne geçirdiklerini çok iyi biliyorum ben. Kanunsuz bir dünyada gençlere hiçbir gelecek yoktur. O hâlde kendini kabul ettirmek için, güçlü olduğun intibaını uyandırman gerekiyor.
Hem zaten gençlere sunulan oyunlar da aynı şeyi söylüyor. Yakında çıkacak olan kitabımda Pokemon oyunu üzerinde uzun uzun duruyorum. Aslında bu oyun Amerikan ordusunda ve bahriyesinde keskin nişancılar yetiştirmek gayesiyle geliştirilmişti. Subaylara ve askerlere atış talimleri yaptıran Amerikalı bir albayın raporunu okudum. Kendisi aynı zamanda güvenlik görevlisi. İmdi, 9 yaşında Carmil adlı bir çocuk, içinde sekiz mermi bulunan bir tabancayla sınıf arkadaşlarından sekizini vurup öldürüyor. Çocuğun evine gittiklerinde odasındaki bilgisayarında sınıftaki bütün öğrencilerin yerleşimini olduğu gibi gösteren bir çizim görüyorlar. Çocuk her ateş ettiğinde tam isabet ettiriyor ve öldürüyor: Beş kere başa, üç kere de göğüse ateş ediyor. O albay, “Böyle başarılı bir atışı profesyoneller bile yapmakta zorlanıyorlar” diyor. Düşünebiliyor musunuz, 9 yaşındaki bir çocuk 8 kurşunla 8 kişiyi haklıyor… Üstelik bu cinayetinin sonunda küçük Carmil şöyle diyor: “Fakirleri öldürmek lâzım, çünkü onlar bizim elimizdekileri istiyorlar, ileride onlar elimizdekileri almak için bizleri öldürecekler…”
Bu klâsik faşist mantığı, çarpıtılmış bir meşru müdafaa hakkı!
Aslında normal bir mantık, zira Amerikalılar etnik temizlikle, Amerika kıt’asının yerli halkını yok etmekle işe başladılar. Herkes bundan hareketle bir mantık yürütür ve eğer o normalse, onun benzerini yapmak niçin normal olmasın diyerek harekete geçebilir.
Batı’da toplumlara rehberlik edebilecek çapta büyük filozoflar var mı?
Hayır, sadece tekçi bir düşünce var, daha doğrusu bir düşünce yokluğu var. Son büyük filozof, benim doktora tezimi de yönetmiş olan Gaston Bachelard idi. Hiçbir yeni yanı bulunmayan, aslında felsefe bile olmayan bu tekçi düşünceyi bugünlerde Bernard-Henri Levy temsil ediyor…
Ya edebiyat? Edebiyatı nasıl görüyorsunuz? Gerçek şairler var mı? Günümüz Batı’sında çaplı romancılar bulunuyor mu?
Bizler tam bir çöküş döneminde bulunuyoruz. Bu öyle bir çöküş ki her alanı etkisi altına alıyor: Felsefeyi, edebiyatı, güzel sanatları, gösteri sanatlarını, televizyonu… Şimdilerde Loft story adlı bir televizyon dizisi seyrettik. Bu dizi, manevî alçalışın sıfır derecesiydi. Bol reklâmı yapıldı. Müstehcen bir yayan olduğu söylendi. Televizyonlarda, porno yayın olduğunu gösteren ufak bir işaret vardır. O işaret konuldu. Bu işaretin kaldırılması söz konusu olunca, porno film yapımcıları itiraz ettiler ve aman kaldırmayın, çünkü o işaret bizim işimize yarıyor, iyi reklâm oluyor dediler. İmdi, Loft story porno bir film değil, bir ahmak filmi, hepsi bu. Halkı aptallaştırmak, milleti aptala çevirmek, hazırlanmakta olan faşizmin yumuşak şeklidir…
Batılı entelektüeller, halklara yeni çıkış yolları gösterebilecek güçte değiller mi?
Söz konusu olan entelektüeller değil ki. Politikası yok onların. Tekçi düşünce safında yer almayanların kendilerini ifade etme, görüşlerini dile getirme imkânları yok. Siz buraya gelmezden önce Le Monde gazetesini okuyordum. Madam Cusset’nin bir romanını okurlarına sunuyorlar. Ve bu roman dört dörtlük bir müstehcen roman. Gerçek bir porno roman. Üstelik Le Monde gibi bir gazete yapıyor bunu. Gerçi şimdi Le Monde da LİCRA’nın eline geçti. Malî sıkıntıya düştü ve durumunu bu yolla düzeltti. Fransa’nın kurtuluşu sırasında, Hubert Beuve-Mery (Le Monde gazetesinin kurucusu) zamanında gerçekten önemli bir gazeteydi. Bence Fransız basınının namusunu kurtaran tek bir gazete var şimdi: Le Monde Diplomatique. Diğer Le Monde’dan kesinlikle bağımsız bir gazete. Öteki bütün gazeteler tekçi düşünceye göre ayarlanmış bulunuyorlar.
Tekçi düşünce demek, LİCRA’nın, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin düşüncesi demek… Aslında Amerika Birleşik Devletleri İsrail’in sömürgesidir. Bunun tersi değil, yani İsrail ABD’nin sömürgesi değil. Clinton’ın son bakanlarına şöyle bir bakmanız kâfi: Savunma, Dışişleri, Maliye… ve CIA’nın önemli üyeleri: 17 üyesinden 11’i İsrail’in dostu.
İsrail’in dostları mı, yoksa dindar Yahudiler mi?
Kayıtsız şartsız siyonistler. Nitekim Fransa Başhahamı Bay Sitruk, İzak Şamir (ki Hitlere askerî ittifak teklif eden kişidir) iktidarda iken kendisini görmeye gider ve ona “Fransa’daki her Yahudi emrinize amade bir askerdir” der. Bu sözü duyulunca ertesi günü Le Monde’a, beyanat verdi ve çifte bağlılık söz konusu olamaz dedi. İyi ki bunu söyledi!
Ne acıdır ki siyonist bir örgüt olan LİCRA, Fransa’daki Yahudi cemaatinin ancak beşte birini temsil ediyor. Gelin görün ki gazeteleriyle, otoritesiyle vesairesiyle Fransız kamuoyunu yönlendiriyor.
Bunların parası nereden geliyor?
Amerika’dan. Amerika’nın desteği olmasa, İsrail 6 ay yaşayamaz. İşte bunun için ben her zaman “Kudüs meselesi, Kudüs’te değil Washington’da çözülecektir” dedim. Bence yapılacak iş, Coca Cola’sından uçak ve silâhlarına varıncaya kadar Amerikan kaynaklı her şeyi sistemli bir şekilde boykot etmektir… Bana göre, Amerika’dan silâh alan bir devlet başkanı gaflet içindedir. Eğer o bir kralsa kendisini ülkeden kovmak gerekir; bir seçilmişse yönetimden uzaklaştırmak lâzımdır. Halk bu meseleyi aslında çok iyi biliyor ve anlıyor. Az önce size Kahire’deki bir konferansımdan bahsetmiştim. Ondan sekiz gün sonra, 500 bin kişi sokaklara döküldü ve Amerikan gemilerinin Süveyş kanalından geçişinin yasaklanmasını istedi. O zaman kendi kendime “Çok güzel, ben bunu öylesine güçlü düşünmüşüm ki beni işitmişler” dedim.
Gösterişli şatafatına, sözde refahına, şişirilen ekonomik gelişmesine… rağmen Amerika, dünyanın en borçlu ülkesidir. Unutmayalım ki Amerika’nın borcu bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin borcundan daha fazladır. Ticaret dengesi en fazla açık veren ülkedir. Netice itibariyle Amerika, bir milyar veya iki milyar insanın boykotuna dayanamaz. Bir milyar Müslüman var, fakat dahası, küreselleşmenin kurbanı milyarlarca insan var. Boykotu savunurken, elimde bir Coca Cola şişesiyle geziyor, siz bunu içmekle sizi bağlayan zincire bir halka daha ekliyorsunuz diyordum.
Epey zaman önce bir İslâm ülkesindeydim. Sudan’da idim. O zamanlar Hasan Turabi Sudan’ın ilham kaynağı idi. Bana soğuk içecekler ikram ediyordu ve arasında Coca Cola da vardı. Kendisine, “Affedersiniz Turabi, bunun burada bulunması beni çok şaşırttı ” dedim. Turabi bana, “Ben de sizin gibi düşünüyorum. Fakat Coca Cola’yı yasaklatmak istediğimde -Coca Cola özel bir şirketin ürünü olmasına rağmen-, Amerikan hükümeti bana, ‘Bunun ithalâtını yasaklarsanız, araçlarınızın yedek parçaları size verilmeyecektir’ tehdidinde bulundu” dedi. Görüyor musunuz, özel bir şirket Amerikan hükümeti tarafından nasıl destekleniyor!
Şu hâlde ülkeler ister istemez Amerika’ya bağımlılar?
Amerika da esas itibariyle para babalarına bağlı Amerikalı 20 milyarderden 17’si Yahudi.
Onlar Amerikalı mı, Yahudi mi?
Ben siyonizme karşı savaş veriyorum. Yahudilikle hiçbir alışverişim yok. Yahudilik hürmet ettiğim bir dindir, siyonizm ise mücadele ettiğim sömürgeci bir politikadır. Ben daha önce Cezayir’de Fransız sömürgeciliğine karşı savaştım, şimdi de Filistin’deki İsrail sömürgeciliğine karşı mücadele ediyorum.
Biraz açıklar mısınız size göre nedir siyonizm?
Siyonizm dinî bir hareket değildir. Onu kuran Theodore Herzl (1860-1904) bunu açıkça söyler. Milliyetçi ve sömürgeci bir ideolojidir. Dinle ve bambaşka bir şey olan Yahudilikle hiçbir alâkası yoktur.
İşte tipik bir örnek:
Hitler 1933’te iktidara geldiğinde, Almanya’da örgütlü her 100 Yahudi’den 95’i dinî bir örgütün üyesiydi. Yahudilerin sadece yüzde 5’i siyonist idi. Ne yaptı Hitler? Diğerlerini katletmek için bu yüzde 5 ile ittifak yaptı. Dikkat edin, bu ittifak savaşın başından 1944 yılına kadar ekonomik anlaşmalarla birlikte sürdü gitti. Alman ordusunun tamamıyla bozguna uğradığı sırada Hitler hâlâ, sadece Rus cephesinde kullanılmak şartıyla 10 bin kamyona karşılık 1 milyon Yahudi esiri vermeyi teklif ediyordu. Bunun anlamı şudur: Hitler, Yahudileri geneli itibariyle katliama tâbi tutmamıştı, bu bir; İkincisi de, Sovyetler Birliği’nden farklı olarak İngiliz ve Amerikalılarla ayrı bir barış yapmak istiyordu. Zaten bu anlaşma da Golda Meirve Ben Gourion tarafından önerilmişti.
Nihayetinde bu anlaşmayı imzalayan kişi mahkemeye çıkarıldı. Hâkime, “Ben bu anlaşmayı kendi isteğimle değil, siyonist yöneticilerin tasvibiyle yaptım” dedi. İsrail’in bütün bakanları işin içindeydi.
Bu adam, adalet sarayının merdivenlerinde kurşunöldürüldü.
Velhâsıl, siyonizm Yahudilik’ten farklı siyasî bir harekettir.
Fakat “İsrail, Mitler ve Terör” kitabınızda İsrail politikasının dine dayalı tehlikeli fikirlerinden söz ediyorsunuz?
Doğru! Seçilmiş millet düşüncesi, evet bu düşünce sömürgeciliği haklı göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransızlar seçkin millet olduklarını ve “Allah’ın emrini” yerine getirdiklerini iddia ediyorlardı, karşıdaki Alman askerleri de bellerindeki kuşaklarda “Allah bizimle / Gott mit uns” sloganını taşıyorlardı. Bunlar Avrupa’da oluyordu.
Arjantin’de ise Eva Peron, Allah’ın Arjantin’e dünyaya egemen olma görevi verdiğini ileri sürüyordu.
Bu anlayış Amerika Birleşik Devletleri başkanlarının kafasına iyice yerleşmiştir. Onlara göre, Amerika’ya Allah dünyayı yönetme vazifesini vermiştir…
İsrail eski başbakanı İzak Rabin’i öldüren genç, sapık biri değildi. İyi bir genç, mükemmel bir üniversite öğrencisi idi. Kendisini deli göstermek istediklerinde şunları söyledi: “Ben dinî bir görev yaptım. Bu topraklar Allah tarafından bu millete vadedilmiştir, o yüzden kimsenin buraları herhangi birine verme hakkı yoktur. Rabin bunu yaptı ve Rabin ölümü hak etti. ”
Yani ne deliydi, ne de yoldan çıkmış biri. Dinî vazifesini ifa ediyordu. Zaten hep bunun adına yapılır tarih.
Nitekim Fransa’da da, lâik okulun kurucusu Jules Ferry gibi hiç de dini yönü olmayan bir kimse bile Millet Meclisi kürsüsüne çıkıp alenen “Açık ve yüksek sesle söylemek gerekir ki aşağı ırklar vardır ve üstün ırklar vardır. Bizler seçkin bir milletiz” diyordu. Solcu milletvekilleri buna sert bir şekilde itiraz ettiklerinde onlara “Eğer sizi dinleseydik, Afrika’ya gidemezdik. Çünkü Siyahlar bizi davet etmemişlerdi. Ama biz onlara medeniyet götürdük” cevabını verdi.
Siz bu tuhaf anlayışı, ekonomi-politik araştırmanızla mı aştınız?
Şili’den yeni döndüm. Siyasî ve dinî eğitim üzerine bir konferans vermem için davet etmişlerdi. Konferansta konu olarak Don Helder Camara’nm şu sözünü esas aldım: “Bir fakire yiyecek bir şeyler verirsem, benim ermiş kişi olduğumu söylüyorlar. Onun niçin fakir olduğunu izah edersem, benim komünist olduğumu söylüyorlar.” Don Helder Camara ile ben 20 sene çalıştım.
Üniversitede, küreselleşme hakkında bir başka konferans verdim. Her yıl 30 milyon kişi ölüyor… Bu gerçekten yola çıkmayan her siyasî düşünce sıfırdır. Dünya piyasasında borcunu ödeyemeyen insanlar olduğu sürece, bir yanda daima aç insanlar ve diğer yanda da işsiz insanlar olacaktır. Dünyanın üçte ikisi borcunu ödeyemez durumda, o zaman nasıl üretim yaparsınız? Ekonomik büyüme yoksulluğu azaltmıyor, aksine artırıyor.
Üretimi belli bir gayeye göre yapmak lâzım… Bütün insanları doyurma imkânımız var: Amerika Birleşik Devletleri’nin soğuk hava depoları ağzına kadar tereyağı ve buğdayla dolu ve Avustralya yeryüzündeki her insana ekmek verebilir. Bütün mesele ekonominin gayesini bilmede…
Bundan birkaç sene önce “Tek Başına Yüzyıl Turum” adlı kitabınıza eklemeler yapacağınızı söylemiştiniz?
O kitabım 15 dile çevrildi. İspanyolca baskısı için o dediğinizi yaptım. Onu ben 89’da yazmıştım. Bu arada Sovyetler Birliği yıkıldı, Irak Savaşı oldu, dolayısıyla kitap nâtamam idi… İspanyolcasından ilâve edilenleri aktararak Türkçeye çevirmeniz lâzım.
15 gün oluyor 500 sayfalık yeni bir kitabımı tamamladım. Başlığı şöyle: “21. Yüzyıl, senin İlâhın kim olacak? Küreselleşme mi yoksa Diriliş mi?”
Küreselleşme demek, yoksulluğun yaygınlaşması demektir. Her iki günde bir Hiroşima’nın ortaya çıkması demektir. Ben bunu hep tekrarlıyorum, ama ne kadar tekrarlansa azdır…
500 sayfalık kitabı satmak zor, ama bunu başaracağım. Çünkü bu kitap benim siyasî vasiyetim olacak, 20. yüzyılı anlatan biyografim olacak.
Ama 21. yüzyıla girdik bile…
Bu kitabım karma bir eser. İçinde hikâyelerim, şiirlerim, ekonomi-politik var. Okur şaşıracak…
Müslüman ülkelerden sık sık davet alıyor ve gidiyor musunuz?
Evet, İran’a ve Irak’a bile. Körfez Savaşı’nın en civcivli zamanında da Bağdat’a Saddam Hüseyin’i görmeye gitmiştim.
Saddam sizin sözünü dinlemedi, değil mi?
Çok fazla bekledi. Ben kendisine açık bir teklifte bulunmuştum: “Pentagon’un felâket senaryosu işte ortada demiştim. Şimdi siz derhâl birliklerinizi geri çekeceksiniz. Geri çekeceksiniz ama yerine tarafsız Arap ülkeleri askerlerinin geçmesini şart koşacak ve bunu sağlayacaksınız. ” O sırada Cezayir ve Tunus bu durumdaydı. “Bu tarafsız birlikler orada, Kuveyt’te bulunan ve çalışan herkesin katılacağı bir referandumun hazırlığı gayesiyle bulunacaklar.” Zaten Kuveyt’te çalışanların çoğu Filistinli idi. Yapılacak referandumda Kuveytliler bağımsızlığı mı yoksa Irak a bağlanmayı mı istediklerini belirtecekler
Saddam Hüseyin bu fikri çok beğendi. İki saat konuştuk. Yanında üç general ve üç bakan vardı. Ayrılırken zamanını aldığım için kendisinden özür diledim. Karşılık olarak bana, “Hayır, hayır hiç de zamanımı almadınız, ben hapiste yatarken bana umut aşılayan çoğunlukla sizin kitaplarınız olmuştu” dedi.
Enteresan!
Benim eserlerim 31 dile çevrildi. ABD’de iki ayrı yayınevi tarafından tercüme ettirildi, İngiltere’de de. Kitaplarım sadece Almanya’da ve İsviçre’de yasak. İsviçre’de benim kitabımı sattı diye bazı kitapçıları mahkûm bile ettiler.
Hayret doğrusu! İsviçre’de bunu yaptıran LİCRA mı yoksa?
Elbette. LİCRA İsviçre’de Fransa’dakinden daha kuvvetli.
O zaman fikir hürriyeti, demokrasi sözleri birer palavra?
Son kitabımda, okuyunca göreceksiniz, insan hakları konusundaki gülünçlükleri de sergiliyorum. Bizlerin hakları var, var tabi. Ama biz bu hakları yürürlüğe koyamazsak neye yarar ki onlar? İşsizsiniz, fakat bir Rolls-royce alma hakkınız var. Haklar eşit. Herkese olduğu gibi bir milyardere de ekmek çalması yasak. İnsan hakları denilen şeyler işte bunlar! İnsanların elbette yaşama hakkı var. Var mı? Var! Peki, öyleyse her sene açlıktan ölen 30 milyon insana ne demeli? Kitap üzerinde haklar var. İnsan hakları ile ilgili bazı kısımları sanki güveler yemiş… İnsan hakları ilânından önceki durumdan daha da feci bir durum bu. Çünkü bu haklar gülünç hâle getirildi.
Ben bir insan hakları şartı teklif ediyorum. Buna göre, bir kimse herhangi bir siyasî göreve başlamazdan önce yemin etmeli ve şunu açıkça ilân etmeli: “Millî, dinî, etnik herhangi bir topluluk, ancak insanın evrensel yararına hizmet ettiği ölçüde faaliyet gösterebilir.”
Ben bu yemini, teokratik bir cumhuriyetten söz eden Jean-Jacques Rousseau’da buldum. Buna riayet etmeyen kimsenin, Rousseau, ölümle cezalandırılmasını istiyordu. Ben o kadarını istemiyorum. O yazara göre, birlik ve beraberliğe hizmet etmek üzere yemin edilmesi gerekiyordu. Birlik, iş dağıtımının da dahil olduğu adaletin birliğidir. Bill Gates bir ayda, bir Sri Lankalının bin 200 senede kazanacağını kazanıyor! Hâlbuki her ikisi de aynı insan haklarına sahipler..
Roger Garaudy, Amerikan Efsanesi, s.115-131.