Ahmet Kabaklı – Kültür Emperyalizm Adlı Kitabından Kısa Notlar
”Devlet şirket ve fert olarak yapılan sömürgeci girişimleri, nüfusça kendilerinin yüz katı insanları ve kendi ülkelerinden bin kat büyük topraklan keyiflerince sömürme imkânı sağlamıştı. Öte yandan Rusya ve Çin, aynı sömürgeciliği, daha ilkel usûllerle bitişiklerinde bulunan topraklara yaymışlardır. Rusların, Polonya, Çekoslavakya, Macaristan gibi peyklerinde millî ve demokratik olan her kıpırdanışı kanla bastırmaları, oralarda sömürmekte olduğu servetleri elden çıkarmamak içindir. Komünizm, barış, halkların kardeşliği, sosyalizm ülküsü gibi sözler şimdi bu emperyalizmin maskeleridir.
——————–
Amerikalıya kızıyoruz. Ben de kızıyorum. Amma, Amerikalıyı sopayla bu memleketin dışına atmakla mesele hallolmaz. Olamaz!.. Amerikalının şarkısına karşı gelebiliyor musunuz? Sakallı, favorili, meşin ceketli maymuncukları önliyebiliyor musunuz? “Ben Avrupa’dan bunu aldım.” diye övünen Amerikan sigarasını kaçak alıp içen kimseyi kınayabiliyor musunuz?…
İşte emperyalizm, böyle önlenir arkadaşlar.Direnme, ancak kültürle olur. Direnme, bir milleti değerlerine bağlamakla mümkün olur. Ne ile karşı çıkacağız diye düşündüğünüz zamanda:milletinin töresiyle karşı çıkacağım. Türk milletinin folkloruyla âdetleriyle velhâsıl Türk’ün şahsiyetiyle karşı çıkacağım. ”diyebiliyor musun?
Arkadaşlarım, Türkiye’ye Noel’in gelişi, Kurban bayramının gelişinden daha çok belli olmaktadır. Nüfusun %99’u müslüman bir diyarda nasıl olur da (hiç değilse belli çevrelerde, gazetelerde, radyolarda) Noel’in gelişi, Kurban Bayramı’ndan daha çok belli olur? Ama oluyor… Demek ki siz, kültür emperyalizmine yatmışsınız. Sokaklarda bağırmakla olmaz. Birbirinizi kırmakla olmaz. Kültür emperyalizmine teslim olmuşsunuz!.. Bugünden karar verelim: Kültür emperyalizmine karşı koyacağız…
——————–
Osmanlı tarihine bakınız: Bir tek satılmış adam yoktur. Sultan Hamit devrine kadar, 19. asır ortalarına kadar bakınız, Türkiye’de satılmış adama rastlamıyorsunuz. Bilâkis Türkiye’ye satılmış ve buna şeref saymış kişiler vardır, sayısız: Baron Dö Tot’lar mı ararsınız, Humbaracı Ahmet Paşalar mı? En büyük Frenkler gelmişlerdir, Türkiye lehinde yazılar yazmışlardır. Piyer Lotiler, Klod Farer’ler dahil olmak üzere… Buna karşılık, bir 60-70 seneden beri hele, biz katmerli hainler yetiştiriyoruz. Bu ise kültürden öksüz adam yetiştirmemizden ileri gelmektedir. Kâh Alman propagandasına kaptırıyoruz, kâh İngiliz, kâh Rus propagandasına. Kaptırmamanın bir tek yolu, millî kültürümüze, millî şahsiyetimize taassupla bağlanmaktır.
——————–
Batılı bir sosyolog, istiklâle yeni kavuşmuş Afrikalı kabile aydınlarına bile şu tarzda öğüt veriyor:Sosyal kurumları taklid etmeyin. Kendi yerli kurumlarınızı geliştirerek modernleşmeye hangi noktaya kadar elverişli olduğunu deneyin. Hatta aşîret usulü hükümet, kalkınmak isteyen bir ülkeyi yönetebilir mi? diye soruyorsunuz. İnanınız, kendiniz için bunu kabul etmek, İngiliz, Amerikan veya Rus sistemi bir rejimi ithal etmekten çok daha iyidir.”
Modernleşmede sırf millî, millete yatkın ve orijinal olsun diye aşîret usulüne bile cevaz veren Batılı bilgin bizim, bundan 700 yıl önce bile “bir aşiretten çıkmış cihangirâne devletimizi hiçe sayarak, Batı’dan usuller, metodlar, kanunlar dilendiğimizi bilseydi; kendimizi inkâr ile bu hallere düşüp tekmil müesseselerimize düşman kesildiğimizi öğrenseydi kimbilir ne kadar şaşacaktı. 20. yüzyılda, kendi aydınlarının köksüzlüğü, ilimsizliği, sabırsızlığı ve gayretsizliği yüzünden orta çağların gerisine düşmüş olan bu “millet-i merhume”nin bahtına ağıt mı yazılsın?
——————–
Tanzimattan beri, Türkiye’de bir alay düzen değiştirici, kurtarıcı, inkılâpçı türemiştir. Hiçbiri en ufak fikir çilesi çekmemiş, fakat Avrupa’nın, kendi kaynaklarından, Hristiyanlıktan öz kapitalizminden, iş ve ilim ahlâkından geliştirerek kurduğu “asrî hayata” ağzı açık hayran olmuşlardır. Ne idüğünü hiçbir zaman anlayamadıkları yaşayış ve teknikleri olduğu gibi aktarmak sevdasına düşmüşlerdir. Birkaç büyük şehrin, birkaç köşesinde Avrupa’ya benzer mahalleler, apartmanlar, kıyafetler ve eğlenceler kurmuşlar, bununla hem kendilerini, hem de “Batılı olduk” di’ye milleti aldatmışlardır.
——————–
Ayasofya Camii’ndeki muazzam ve muhteşem lâf-za-ı Celâl, Hazreti Muhammed ve Hulefa-yi Râşidin levhaları yerlerinden sökülmüş, indirilmiş, Bizans putları meydana çıkarılmış, bu putlara çeki düzen verilmişti. Muhteşem levhaları yok etmek, parçalamak için meçhul semtlere götürmek istenmişlerse de kapılardan çıkarmak mümkün olmadığı için bu cinayeti irtikâba yol bulamamışlar, cihandeğer kıymette olan o nâdide eserleri, toz toprak içinde mahvolmak için bir kenara atmışlardı.
——————–
Tâ Ortaasya’dan kalma bir atasözümüz: “İnsan alacası içten, hayvan alacası dıştan” diye söyler. Bu sözün iki mânasından biri; insanı ancak iç yüzüyle, gönlüyle, kafası, kültürü, karakteri ile değerlendirebiliriz; hayvanı ise dış görünüşü (kıyafeti) tüyleri, rengi, sağlamlığı, semizliği çevikliği ile…
Fakat basit yaratıklar bunu ayırdedemez; satıhta, kıyafette kalır. Başta kendisi olmak üzere hayvanla insanı karıştırır. Kerâmeti, kılıkta, giyinişte zanneder.
——————–
‘Sevr Muahedesi” evet yurdumuzu parça parça doğrayan, her uzvumuza zararlı böcekler musallat eden uğursuz bir belgedir. Fakat “Lozan”da millî kültür ve tarihî varlığımızı, yabancı zihniyet sömürücülüğüne çiğneten “zafer” çalımlı bir hezimet değil mi?
“Sevr paçavrası” üstümüze giyilecek elbise değildi. Nitekim millî intikamı tahrik etti. Toparlandık, savaştık “işgalin” son Efzun askerine” kadar hepsini denize döktük. Ama Lozan, bize alaca bulaca bir kaftan şeklinde sunulduğu için, zaferimizin altın meyvesini bu çürük meta ile pek akılsızca değiştirdik. Onu sırtımıza geçirerek. Bize ayna tutanlar:
– Aferin! İşte şimdi kuşa benzedin! dediler. Yaşşa! Avrupalı oldun gittin! diyerek halimize kıkır kıkır güldüler… İşte hikâye Lozan’da verilmiş “gizli vaitler” ile başlıyor.