Ahlâkın Merkeziliği Neden Yeteri Kadar Görülmez?
Hakikatin ele geçirilecek bir meta olarak görüldüğü Batı’da ahlâkın bilgiye ve anlama sürecine renk verecek kadar bile tesir etmediğini özellikle vurgulayanların olması iç şaşırtıcı değildir. Onlardan birisi şöyle der: “İnsan olarak bizlerin sürekli ve kaçınılmaz bir şekilde ahlâki seçimlerle ve yargılarla karşı karşıya bulunduğumuz kesinlikle doğru olsa da, bundan bu hususun mutlaka bizim aklı yargılarımızı renklendirmesi gerektiği hususu çıkmaz.”135 Aynı isim bütün modernler gibi pozitivist bir algıyla “ahlâkı gibi görünen reflekslerin bile -aynı zamanda- ahlâkı olmayan önermeler neticesinde oluştuğunu” iddia eder.136
Ahlâk-bilgi alâkasına değinen ve düşüncelerini naklettiğimiz garblılar dahi tam olarak bahsetmek istediğimiz şeyden bahsediyor değillerdir tabi ki. Bilginin tazammun ettiği ahlâk ve bunun bilgiye tesiri meselesi kat’ılik iddiasını geçersiz kılması açısından bir argüman olarak kullanılmıştır. Ancak asıl mesele üzerine odaklanmaktan sakınılmıştır. Asıl mesele yani anlayanın anlama kapasitesini belirleyen ahlâk… Onlar asıl görülmesi gerekeni görememiş, işâret edileni değil parmağın kendisini göstermiş iseler de Batı için bu kadarını fark etmek dahi büyük başarıdır. Zira Batı, ahlâkla olan imtihanını kaybedeli çok olmuştur. O yüzden ahlâkın bilgi ile bir alakasını sözde itiraf eden isimler dahi ‘biraz dikkatli olunduğunda (!?) ahlâkın bu kötü tesirinden korunulabileceğine’ inanırlar.
Avrupa’da amelı/pratik ahlâkın 17. Yüzyıldan sonra küçümsenmeye başladığı, somut olmaktan çıkarılarak soyut teori alanına çekilmeye başladığı kaydedilir.137 İşte o noktadan sonra teorik ahlâk hakkında konuşmaya başlayan pratik ahlâksızlar türemeye başlar Batı’da.
Mihrâkından çıkan ahlâk tasavvurunu ‘geometri’ye irca etmeye kalkan, sonra ‘fayda’lı olduğu için ahlaklı olunmalıdır neticesine varan, olmadı ahlâkı belirsiz bir ‘merhamet’ ya da ‘vicdan’ söylemine yahut da açık toplum söylemiyle yaldızlanan daha da belirsiz bir özgürlük payesiyle cilananan belirsiz bir ‘sezgi’ kavramına irca edilen, metafizik görünmesine rağmen dinden tecrid edilmiş ahlâk telakkileri; metafizik maskeye gerek kalmadığı demlerde de ‘güç peşinde koşmak’ ve ‘nihilist’/hiççi/ibâhı bataklığında debelenmeye başlayan en nihayetinde de ‘felsefı’ takısıyla tezyin edilerek pazarlanmaya çalışılan ‘felsefi nihilizm’in hazzı yegâne ilke ilan etmesiyle benmerkezci medeniyetini taçlandıran Batı, işaret edilen bu hususları anlama şansını çoktan kaybetmiştir.
Ahlak zamana ve devrin kabullerine göre değişen pratik kurallar manzumesi haline getirilirse böylesi birbiriyle çelişik inanılmaz şekillere bürünebilir. Hiç şaşıracak bir şey yok.
Abdülvahid Yahya: “Düşüş dönemlerinde ahlâk teorilerinde patlama görülür. Böylelikle yanlış da olsa kurgular oluşturularak hiç değilse görüntü kurtarılmaya çalışılır” der138 ve sonuna kadar da haklıdır da. Evet, bir şey kaybedildiğinde felsefesi yapılmaya başlanır. Ahlâkın bilgiye olan tesirinin artık dikkat çekmemesinin diğer bir sebebi de batıda asıl meselelerin görülmesine engel olan malumattaki gereksiz büyümedir. Faydasız ilim, anlayacağınız… Batıda sürekli çoğalan ve insana dair tam bir fikir vereceğine, karışıklığı arttıran, birbirlerine dair hiçbir şey bilmeyen, insana varlığa dair tutarlı hiçbir şey vermeyen bilim dalları ve yığınla malumat arasında resmin tamamını görmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Abdülvâhid Yahyâ şunları söyler: “Modernlerin anladığı anlamda bilimin gelişmesi kendi alanını genişletmektir. Kısmı bilgiler derinleşerek değil bölünerek sonsuza kadar artabilir. Böyle bir bilgi tam olarak madde ve çokluk bilimidir. Böylelikle ilkelerle arasında kapanmayacak bir uçurum açılmıştır.”139 “Batı’da geriye hiçbir ilkeye bağlı olmayan olayların emprik ve analitik incelemesi, bir yığın anlamsız ve belirsiz ayrıntılar içinde dağılma, durmadan birbirlerini çürüten asılsız varsayımların ve modern uygarlığın mevcut tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar dışında hiçbir sonuca götürmeyen eksik görüşlerin birikimi kalmıştır.”140
“Bu çokluk ve dağılmışlık artık hiçbir üst ilkeyle birleşmez. Sadece bilimsel kavramlarda değil günlük hayatta da aşırılığa varan bir çözümleme ve sınırsız parçalanma olan bu durum insânı etkinliğin hala çalışabilen her alanında gerçek bir ufalanıştır. Bunlar maddıleşmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır.”141 “Uzmanlaşma adı altında hiçbir insanın bir bakışta kavrayamayacağı ayrıntılar arasında boğulan ve sürekli çokluk içerisinde dağılan neticesinde de bir görüş darlığına saplanan modern algı, bu kadar çok bilgiyi birleştirmenin imkânsızlığı ve olanları bir üst ilkeye bağlamak konusundaki aşağıdan yukarı ve dıştan içe hareket hususunda direnmekteler.”142
Bu dağılma yüzündendir ki bütüncül bir insan fikri elde etmek için ihdas edilen ‘felsefi antropoloji’ kültürel sembol ve âdetlerin araştırmasına indirgenmiş, varlıktaki tüm işaretleri yorumlayabilmek için dil mantık psikoloji vs. gibi disiplinler arası bir disiplin olarak inşa edilmeye çalışılan ‘semiyotik’ mimari ve sanat gibi alanlarla mahdut kalmış; anlamanın her şeyle alâkasını sözde teyid eden ‘semantik’ ve ‘hermeneutik’ kendisine dile hapsetmiş; insan davranışlarına dair doğru bir şeyler söylemesi umulan herhangi bir eylemenin hangi sâikle gerçekleştiğini tam olarak kendisinin bile farkında olmadığını teoride kabul eden ‘psikoloji’ bunun hakikat arayışı ve bilgi ile alakasına gelince gözleri görmez olmuş insanın süfli temâyüllerini normalleştirmeyi başarabilmiştir.
Öyle ya da böyle Batı’nın gündeminde artık ahlâk diye bir şey kalmamıştır. Nerede kaldı ki ahlâkın bilgiye ve varlığa tesirinden bahseder olsunlar. Ömrü boyunca ahlâktan bahsedilen çevrelerde bulunduğu, ahlâktan bahsettiği halde meselenin derinliğini fark edememiş kimseler bir yanda iken, ömrünü, hedeflerini ‘dünyaya diz çöktürmek’ olarak deklare eden bir gelenekten gelen bilimcilerin bu hususu fark etmelerini zaten beklemiyoruz. Tutkuların ve süflı temâyüllerin hakikatin anlaşılmasına engel olduğunu batıda birkaç yüzyıl öncesine kadar vurgulayanlar143 yok değildir.
Ancak bu söylem de kapı dışarı edilmekten kurtulamamıştır. Artık Batı’nın kendini mahkûm ettiği bu profan/dindışı dil, meselenin görülmesine, görenler tarafından da doğru tasvir edilmesine müsaade etmez. Ö yüzden ahlâkın belirleyiciliğini bu kertede fark etmiş olmalarını büyük başarı addederek, “Batı’nın kendini sürekli bozulmuş kavramlarla tanımladığı için bu çıkmaza girdiğini” fark eden144 Batılıların bu sorunun çaresinin burada olduğunu fark etmelerini umacağız? Evet, bilimcilerin bu hususu fark etmeleri zordur.
İyi de garblılarla aynı refleksleri gösteren sözüm ona bazı Müslümanlara ne demeli?
Ruh dendiğinde ondan nefsi ve onun behımı temâyüllerini anlayan garb illerinde bunun anlaşılmaması şaşırtıcı değilse de insanın en derinlerine kadar inmiş hakikat dalgıçlarının geçit resmi yaptığı, insan üzerine şah eserlerin kaleme alındığı bu coğrafyada bunu hatırlatmak zorunda kalmak dahi esef vericidir. Ancak burada öyle tipler türemiştir ki bu hususu bilim sosyologları ve anlam bilimciler kadar dahi kabulle karşılamazlar. Bu sözde Müslümanlar da iki gruptur. Bir kısmı, garblılar,sınırsız güç ve hakikati ele geçirme hayalinin yeni bir aşamasına geçmelerine rağmen bu yeni konsepte alışamayanlardır. Onlar, geçen yüzyılın konseptinde kalarak katiyet ve nesnellik iddiasını Batı’dan daha güçlü bir şekilde müdafaa ederler.
Hüsamettin Arslan şunları söyler: “Matematik ve fizik bilimlerinde görülen bu bilimlerin elde ettikleri teknik başarılarının baskısından dolayı bir evrensel doğruluk inancı oluşmuştur.145 İlerleyen dönemlerde bilim felsefesi ve bilim tarihi çalışmalarıyla artık bilimsel bilginin de bu açıdan kritik edilmeye başlandığı bir normalizasyon sürecine girilmeye başlamıştır.146 İlk dönem sosyologların bilimsel ideolojileri yüzünden üzerine durmadıkları bu konu, ilerleme fikrine olan inancın ikinci dünya savaşı gibi olaylar yüzünden zayıflaması ile masaya yatırılmıştır. Ancak pozitivist bilime olan inanç ülkemizde hala hem de Batı’dan çok daha fazla itibar görerek devam etmektedir.”147
Bunlar tam da -bir Batılının geride zikrettiğimiz tespitindeki gibi- nostalji kabilinden bilim öncesi inançlara saygı duyan, hakikatin bilgisini bilime ve bilimsel cemaate bırakan, hakikate dair söz söyleme hakkının müdafaasını yapacağına, itibar kazanmak için mahcup bir eda ile onlara boyun eğmeyi izzet kabul eden kimselerdir. Bir de Batı’nın düşünce ve eylem rotasına boyun eğecek kadar onlardan haberdar olmayan kimseler vardır. Onlar, birinciler gibi garba teslim olmuş kimseler değillerdir. Ancak onlar da farkında olmadan bu hususlarda garb ile aynı şeyi dillendirmeyi temin edecek kadar hevâlarını referans almaktadırlar.
Şimdiye kadar onları ayakta tutan kati bilgi efsanesini bırakmanın aynı zamanda elindekileri bırakmak manasına geldiğini bildikleri için onlar nazarında bu anlatılanlar kabul edilecekse de kati bilgi söyleminin arkasına sakladıkları hevâlarını güvence altına alacak bir pay bırakacak şekilde kabul edilir. Bu arkadaşlara, ‘insanın hevâsı bilgiye tesir eder, hatta onunla aynı şeydir, ondan kurtulamayan doğru bilgiye ulaşmaz’ deseniz, hevânın bilgi ile ilişkisi olduğunu reddetmezler ama tıpkı garblılar gibi önemsiz bir ayrıntı gibi görürler. Bin bir propaganda neticesinde garbın tesir sahasına girmiş bu Müslüman tipinin ahlâkın keyfiyet ve ehemmiyetine, bilginin mahiyeti ile olan ilişkisine dair sessiz kalması batı tipi düşünce ve eylem etkinliğine farkında olmadan boyun eğmiş olmaları ile alakalıdır. Onlara, “Bilginin mâhiyeti belirsizdir. Bu meseleyi çözümleyebilmek için, bu hususu masaya yatırmamız lazım” deseniz de anlayamazlar. Hatta belki de konuyu çarptırdığınız ya da verecek bir cevabı olmadığınızı yani sizin anlamadığınızı düşünürler. Hazin…
Eğer bunlar ille de garba itimad ediyorlarsa işte meseleyi ucundan fark etmiş Batılılar; kulak vereceklerse onlara kulak versinler. Yok, eğer imamlarımıza itimad ediyorlarsa Muhasibı’nin Sühreverdı’nin, İbnü Arabı’nin ve daha nicelerinin söylediklerine kulak verip hevânın çok güvendikleri bilginin doğasını nasıl kirlettiğine ve anlamanın önünde nasıl perde olduğuna biraz daha odaklansınlar.
…
Hasan Yaşar – Mana’nın Manası ve Anlama’nın Mertebeleri Adlı Makalesinden Alınmıştır
Dirayet Dergisi,cild.2,syf.153-156
Dipnotlar:
133 Fehd b. Abdurrahman b. Süleyman er-Rûmı, İtticâhâtu’t-Tefsîr fi’l-Karni’r-Rabia Aşer, 1986, c. 3, s. 1161
134 Yahya Rahavi, Haşiyetü ibni Melek, Dersaadet Matbaası, 1315, s. 369,
135 Rickman, Anlama ve İnsan Bilimleri, s. 100.
136 Rickman, Anlama ve İnsan Bilimleri, s. 102.
137 Stephen Toulmin, Kozmopolis; Modernitenin Gizli Gündemi, s. 51.
138 Rene Guenon, Doğu Düşüncesi, Çev: L. Fevzi Topaçoğlu, İz Yay. 1997, s. 122
139 Rene Guenon, Doğu ve Batı, Çev: Fahrettin Aslan, Hece Yay. 2010, s. 51
140 Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, Çev: Mahmut Kanık, Hece Yay. 2009, s. 47-8
141 Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, s. 72-3.
142 Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, s. 82.
143 Nicholas Malebranche, Hakikatin Araştırılması, Çev: Miraç Katırcıoğu, M.E.B. 1997, c. 4, s. 16
144 Julius Evola, Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Red: Ayşe Meral Arslan, İnsan Yay. 1998, s. 1434
145 Arslan, Epistemik Cemaat; Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, s. 65.
146 Arslan, Epistemik Cemaat; Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, s. 66.
147 Arslan, Epistemik Cemaat; Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi,syf.69