Acıkan Kalp
Kalbimin esrarını pes perdeden ney söylüyor
Sîne-çâk olduklarım her dem pey-â-pey söylüyor
Âsaf
Neyler, alttan alta hep kalbimdeki sırları dile getiriyor ve durmaksızın bağrımı yarıp yırttığımı dillendiriyorlar.
İNSAN bedeninde acıkan üç organ vardır. Birisi maddi (somut), diğer ikisi manevî (soyut) açlık çekerler. Birincisi midedir ve çağımız insanını kıskıvrak yakalayan materyalist felsefe neredeyse “Bütün yollar mideden geçer” sloganıyla hareket ettiği için açlığın derecesi pek yüksektir. Yiyecek sıkıntısı çeken Afrika’dan veya obeziteyle başı dertte olan Avrupa’dan söz etmiyoruz, hayır, nefsinin arzularına esir olmuş insanlıktan bahsediyoruz. O kadar ki neredeyse yalnızca midesindeki açlığa bağlı nefis ihtiyaçlarını gidermek adına çalışıp çabalayan, hatta çırpınıp duran, buna mukabil diğer iki açlığım, kalbinin ve zihninin açlıklarını unutan bir insanlık.
Zannediyor ki aklı ve aklının gereği ürettiği her şey ekmeğim kazanmak içindir; hayır, akıl ve ilim insanın kendini kazanması içindir. Bütün yolların mideden geçtiğini düşünenler maalesef insanın kendini kazanmasını ihmal ettiklerinin farkında değiller. Oysa maddî olanı (ekmeği) kazanmak yalnızca bir vasıta, maddenin dışındaki saadeti kazanmak ise bir amaçtır. Bir vasıtanın gaye telakki edilmesi nazik bir mesafenin yanlış ölçüyle ölçülmesi, belki faziletin kör bıçakla boğazlanması olur.
İnsanoğlu midenin izini sürdüğü müddetçe menfaatlerine ve hırslarına -dolayısıyla nefsine- üstün kimlikler vermeye ve o kimliklerin kalbine telkin edip durduğu hislerle dolu bir macerayı yaşamaya mahkûm olma tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Neticede aklımız mavera yerine maddeyle zayıflamakta, gözlerimiz içi ve ruhu görmek yerine yalnızca dışı ve sûretleri görmekte, kalbimiz kendisinden uzaklaşmaktadır.
İnsan kalbi bir hazinedir; ruhun hâzineye ulaşmasını sağlayacak rehber ise akıldır. Akim rehberliği bilgi, marifet, sevgi, korku, üzüntü gibi hallerin kalpte oluşmasını sağlar. Midesinin derdine düşen insan bütün bu erdem veya erdemsizlikleri kalbiyle değil, aklıyla ölçer ve kalbine hükmetme yetisinden mahrum kalır. Yazık ki çağımızın insanı en kıymetli cevheri ve asıl emaneti olan kalbinin derdine düşmesi gerektiğini bilmiyor da midesinin derdiyle yanıyor. Oysa kalbinin derdini dindirse, midesine ait dertlerden de kurtulmuş olacak.
Eskilerin yaptığı gibi konumuzu bir misalle yineleyelim ve midemiz, kalbimiz yahut zihnimizi birer mağaza gibi düşünelim. Biz de o mağazanın işletmecisi olalım. Hiçbir işletme eğitimi almasak, hiç okul yüzü görmesek bile bir mağazayı işletmek için mağazayı satılacak malzemeyle doldurmayı, satıldıkça da yerine en tazesinden, en iyisinden yenilerini koymayı pekâlâ bilebiliriz. Bizler, bu çağın insanları, mide mağazamızı işletmek için en yeni, en iyi, en taze bağlamında fevkalâde başarılı işler çıkarıyor, mağazaya vitrinler hazırlıyor, ilan ve reklamlar yapıyor, bazen yolsuzluklara bile göz yumuyoruz da aynı işletmecilik başarısını kalp veya zihin mağazalarımız söz konusu olduğunda nedense gösteremiyoruz.
Okumadığımız, bilgiye önem vermediğimiz, kelimelerimizi çoğaltıp düşüncemizi genişletmediğimiz için zihin mağazamız iflas etmiş, kapısına kilitler vurulmuş durumda. En eğitimlimiz bile maalesef üniversiteden sonra okumayı bırakıyor ve zihnini sığ bir anlayışa hapsediyor. Bundan daha kötüsü ise kalplerimizin vitrinlerine astığımız iflas ilanları. Kalbimize sevgilerden, dostluklardan, gülümsemelerden malzemeler koyamadığımız, en yakınlarımıza bile sevdiğimizi söylemeye erindiğimiz için kalp mağazamız iflas ediyor.
Oysa acıkan kalp, kibirden arındırılmış sevgi sözleriyle, İlahî yakınlığa yöneltecek hasbi ifadelerle, insanın mayasında en baskın unsur olan sevgi göstergeleriyle, tebessümle, vefayla, gayretle, teşekkürle doymak zorundadır. Bu özelliğiyle kalp, annesinin gagasından gıda devşirmek üzere ağzını devamlı açık tutan bir serçe yavrusudur, onu doyurmak için serçenin içgüdülerinden daha kuvvetli hislerimiz olmalıdır. Düşünelim ki kalbimizin bir gözü vardır, görünmeyen âlemleri görür; kulağı vardır, gizli âlemlerin konuşmalarını duyar; burnu vardır, kimsenin almadığı kokulan alır; damağı vardır, inanç ve bilgeliğin lezzetlerini tadar. Ancak bütün bunlar için kalbimizi yaşatacak kadar olsun açlığını gidermek üzerimize vazife değil midir?
Hâmiş: Kurdun kuşun, dağın taşın sevgi açlığını bir yana koysak bile annelerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz, değer verdiğimiz insanlar, hepsi onları sevdiğimizi bilmeyi hak ediyorlar. Unutmamalıyız ki dilimiz ne kadar sevgi sözü telaffuz ederse kalbimiz o derece yaşadığını hissedecektir. Yunus derviş der gibi “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”
İskender Pala – Kalp,syf.70-72