İslam Nazarında Ahlak-Anlama İlişkisi
Anlamanın, derin düşüncenin ve en genelde bilmenin kişinin ahlakıyla ilişkili olduğu kadim zamanlardan beri bütün ulemamızın farkında olduğu bir husustur. İmamı Azam’ın fıkhı “kişinin kendi lehine ve aleyhine olan meseleleri bilmesi” diye tarif ettiği malumdur. Sadru’ş-Şeria , bu tarifin itikadı ve amelı meselelerin yanı sıra zühd, kalp huzuru gibi ahlak/ tasavvuf meselelerini de bilmek manasına geldiğini kaydeder.89 Yani kişi ahlâkı bilmiyorsa daha doğrusu ahlaklı değilse fıkıh ehli değildir. Ebu’l-Ferec , hevanın tasallutundaki aklın doğruyu bulamayacağını, aklın hevaya galib kılınması gerektiği hususunda müstakil bir risale kaleme almıştır.
Şöyle der Ebu’l-Ferec: “İnsanı Allah’ın varlığına, peygamberlerin peygamberliğine ve onlara itaate ve akabinde nice faziletlere sevk eden aklı, düşmanı olan hevânın tasallutundan korumak lazımdır. Akıl, işlerin akıbetini hesab ederken heva önünde hazır olan sevdiği şeyin peşine düşer ve bu hususta nice günahı irtikab eder. Heva, insanı nice faziletlerden mahrum etmiş, nice rezilliklerin içine düşürmüş, kendi peşine takılan nicelerini zelil etmiş ve taklidçilerini cehenneme taşımıştır.”90
Burada ‘faziletlere sevk eden akıl’ derken başka bir akıldan bahsedildiği ortadadır. Ebu Hilâl Askeri: “Akıl, kişiyi kabih olana düşmekten men eden ilk bilgidir. Bu manada bunun zıddı ahmaklıktır. (…) Cennet ehli akıllılardır. Zira onlar kabih olana şehvet duymazlar” diyerek91 bilmenin ve akletmenin iyi ve güzeli ayırmanın onun peşinden gitmek manasına geldiğini işaretler.
İşte bu tarifte ele alındığı üzere kişinin elindeki verilerle kendini sınırlaması cehaletinden değil hamâkatindendir yani anlayamamasındandır. Lehine olanı takdir edemeyecek bir hamakat. ‘İlim kişinin cehaletini giderir ahmaklığını değil’ sözü işte tam da bu manaya işaret eder. Malumat biriktirmek ilim ise, onu anlamak fıkıh/fehmdir. İlimsize câhil denir ama anlayamayana ahmak. Yani doğrunun karşıtı yanlış değil, ‘anlama’nın karşıtı olan körlük ya da ahmaklık olarak nitelenmelidir. ‘Anlamak ahlaksızların mahrum olduğu bir şeydir’ derken hevanın tasallutunda olan aklın anladığı şeyi ifade etmek istemiştik. Daha doğrusu anlayamadığı şeyi.
Ahlakın öğrenme sürecinin olmazsa olmazı olduğu kadim zamanlardan beri bilinmekte, malul zihinlerce bile itiraf edilmektedir: “Bazıları ilmi hikmete başlamadan önce ahlak öğrenilmeli demiştir. Çünkü kendi ahlâkını düzeltmeyen birinin bir ilmi doğru olarak öğrenmesi mümkün değildir. Eflatun’un ‘tertemiz olmayan tertemiz olmayana yaklaşmasın’ sözü ile Hipokrat’ın ‘içi temiz olmayan bedenleri besledikçe onların kötülüğünü arttırırsın’ sözleri bu görüşü destekler. (…)
Bu doğrudur zira ilm-i hikmete başlamadan önce arzu ve isteklerin sadece fazilete yönelmesi için nefsin şehevi arzularını iyileştirerek ahlâkı iyileştirmek gerekir. Fazilet, maddi hazlar ve üstün gelmenin zevki değildir. Fazilet, ahlakı iyileştirmekle kazanılır. Bu hem sözde hem davranışta kendini göstermelidir.”92
Evet, herkes ahlak ve anlamak arasındaki alâkaya değinmiştir. Ancak bu alâka belli belirsiz bırakılmış, ilim ve ahlâkın birbirine kerte içkin olduğuna bugün ihtiyacımız olduğu kadar değinilmemiştir. Zira ulema, bir şeye, ihtiyaç duyulduğu kadar değinirdi. Ö zamanda zaten malum olan şeyi ilam etmeye hacet yok idi. Bu hususu tafsil etme vazifesi bu ihtiyacı ve meselenin ehemmiyetini fark eden marifet deryasının dalgıçları olan Sufilere kalmıştır. Önların ızâhâtından ahlâkın tesirinin nerelere kadar uzandığını göreceğiz. Evvela, içeriği hakkında bir değerlendirme yapmadan tasavvuf yolunun imamlarının mevzu ile alakalı değerlendirmelerini buraya alıyoruz. Sonra üzerinde duracağız.
Sufilerde Ahlak-Anlama İlişkisi; Ahlaksız, Anlamaktan Mahrumdur
Tûsı, “Kuran’ı ince bir şekilde düşünmezler mi yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed 24) âyetindeki kilidin günahlar sebebiyle kalplerde oluşan pas,hevâ, dünya sevgisi, hırs, rahat düşkünlük, övülmekten hoşlanmak, gaflet vb. sebebiyle oluşan perde olduğunu söyler. Zikir amel ve manevı halleri sebebiyle kulların kalplerine âyet ve hadislerdeki sır hikmet ve inceliklerin açıldığını ve buna ‘işaret ilmi’ dendiğini de ekler.93 O’nun tasavvuf ve fıkıh/anlama ilişkisine değinirken: “Tasavvuf Allah’ın kelamını anlamak ve hitabından hüküm çıkarmak üzere dostlarının kalbine açtığı bir keşif ve ilhâm ilmidir ve bunun nihâyeti yoktur” demesi de bu bakışın neticesidir.94 Sûfılere göre bilmek/ anlamak, ahlâkın kemâline ermiş kimselerin nasibidir:
Seri Sakati :“Marifet uçan bir kuş gibi yukarıdan aşağıya iner hicap ve hayâ dolu bir gönül görünce de iner ona konar.”95
Mümşad Dıneverı : “Marifet Hak Teâlâ’ya samimi bir şekilde ve tümüyle muhtaç olma halidir.”96
Hâris el- Muhâsibı aklın ve anlamanın mâhiyetini izah ettiği eşsiz eserlerinde çok mühim hususların altını çizer: “Anlamayı engelleyen şey Hakk’a boyun eğmeyi engelleyen kibir, tartışmaya sevk eden üstün gelme arzusu, doğruyu teslim ve kabule engel olan hataya nispet edilme kaygısıdır.”97
“İşlerin sonunu düşünen kimse aklının lezzetini hevasının lezzetine tercih eder. Alimlerin lezzeti akıllarında, cahillerin lezzeti şehvetlerindedir.”98
“Eğer sıdk ile Kuran’ı anlamayı istiyorsan Hakk’ın sana yöneldiğini göreceksin. Ö’nun kelamını anlamak sadece işitmemek için özel gayret gösteren kimseye ağır gelir. Rabbimiz haber verir “Eğer Allah onlarda bir hayır bilseydi elbette onlara bildirirdi. Eğer işittirseydi onlar da elbette yüz çevirirlerdi.” (Enfal, 23). Önlar sağır değillerdi. Ancak Nebi ’in kıraatini duymalarına rağmen anlamayı/fehmi zayi etmişlerdir. O yüzden onlarda bir hayır olaydı Allah onların anlamasını temin ederdi. Duymaz mısın, Allah ne buyuruyor: “Onların kalpleri var anlamaz, kulakları var işitmez, gözleri var görmezler. Onlar hayvanlar gibidirler belki daha da aşağıdırlar. Onlar gafillerdir” (Araf, 179) “İşitmeye güç yetiremiyorlar ve göremiyorlar.” (Hud, 20) Evet onlar sağır değillerdi ancak kulaklarıyla duyduklarını anlamamaktadırlar. “Onlar seni görüyorlar ama sana bakmıyorlar.” (Araf, 197)
Yani onun nübüvvet delillerini görmüyorlar. Eğer kalplerinde bir sıdk, inayet ve anlamak için himmetlerini toplamaya gayret olsa Allah onların anlamasını sağlardı. Eğer sadece sıdkı niyet ve rağbet ile himmetini toplayarak anlayışı açanın o olduğuna inanarak, kendine değil ona tevekkül edersen ihtiyacın olan anlayış ve akıldan seni mahrum etmeyecektir.”99
Amelsiz Akletmek, Düşünmek ve Anlamak Yoktur
“Bu, ayetlerimizi düşünsünler (tedebbür) ve akıl (lüb) sahipleri öğüt alsınlar (tezekkür) diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sad 29) ayetindeki ‘tedebbür’ü Hasan Basri , ‘Aklı ile ahlâkına ve ameline yansıyacak şekilde âyetlere ittiba’ olarak tefsir eder.”100 “’Şüphe yok ki bundan evvel kendilerine ilim verilmiş olanlar kendilerine karşı tilavet edilince secde eder oldukları halde çeneleri üstüne (yüzükoyun) kapanırlar’ (İsra 107) ayetinde bahsedilen ‘ilim verilenlerdeki Allah korkusu’ ayetleri fehmetmeleri ve tedebbür etmelerinden dolayıdır.”101
Akletmenin/anlamanın mertebeleri: Sözü anlamak, sözü bile anlayamamak, manayı anlamak, takva ehli kalbin anlaması olan ‘Allah’tan anlama’.
“Akıl, Allah’ın kalplere yerleştirdiği bir nurdur ki kul onunla, kalbine vârid olan havâtır, düşmanının saldırıları nefsin vesveseleri hususunda hak ile batılı ayırır. O, kendisine riayet ile kulun hakkıyla ibadet ettiği şeydir.”102
“Fehm ve beyan akıldan sayıldıkları için akıl diye de adlandırılır. Araplar fehme akıl demişlerdir. ‘Aklettin mi?’ dendiğinde ‘evet anladım’ diye cevap verilir.”103
“Hidayet ve dalalet ehli de aklın bir hasleti olan sözü/beyanı [kendisine tebeyyün eden manayı] ve manayı anlamak hususunda müşterektir.
“Allah’ın kelamını işitiyorlar sonra da onu aklettikten sonra tahrif ediyorlar.” (Bakara 75)
“Onu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar” (Bakara 75) 104
“Onun rablerinden gelen bir hak olduğunu biliyorlar” (Bakara 26)105
“Bildikleri halde hakkı gizliyorlar.” (Bakara 416)
“Nefisleri yakinen bildikleri halde onu zulüm ve inad ile inkâr ettiler.” (Neml 14)”106
“Aklın bir de ‘beyanın manalarının hakikatlerini anlamaya yarayan’ basiret ve marifet manası vardır. Kişi bunu anladığında Allah’ın azametini de akleder. Bu, ‘Allah’tan akıl’dır. “Anlayan kulak” (Hakka 12) âyeti Allah’tan anlayan kulak yani kulakların işittiğini Allah’tan akleden manasındadır.”107
“Bu akla sahip olmayan kişiler, sadece akıllı ile deliyi birbirinden ayıran beyânı akletmeye yarayan akla sahiptir. İşte “Onların kalpleri vardır ama akletmezler” (Hac 46) ayeti buna delalet eder. Bu, ‘onlar Allah’tan akletmezler, Allah’ın kadrinin yüceliğini takdir etmezler [beyânı anlasalar da beyan ile] anlatılan manayı (el-mübeyyen anhu) anlamazlar’ demektir. “Aklettikten sonra tahrif ediyorlar” (Bakara 75) ayeti kerimesi de ‘beyânı aklettikten sonra onu tahrif ediyorlar’ demektir.
Müşrik Araplar gibi bazıları da ne anlatılan manayı ne de beyânı anlamazlar. Onlar kendi görüşlerini çok beğendikleri kibrettikleri ve atalarının izinden gittikleri için akledemezler. “Onlar hayvanlar gibidir belki daha da aşağı” (Furkan 44) ayeti de bunlardan bahseder. Bunlarda akıl hasleti varsa da yalnız dünya işlerini akletmeye yaramaktadır. Onlar aklettikten sonra tahrif edenler kadar dahi anlayamazlar.”108““Kalpleri var ama fıkhetmez/anlamazlar gözleri var onlarla görmez kulakları var onlarla duymazlar” (Ali İmran 179) Onlar dünya işlerini anlarlar ama Allah’tan anlayamazlar.”109“Mümin, o’ndan aklettiğinde Allah ona her manada tevhidini tahsis eder. Kalbine emânet edilen ilim, aklıyla gözüyle görüyormuş gibi müşahedeye bitişir. Tıpkı ‘Sanki Rabbimin arşına bakıyorum’ diyen Harise gibi.”110 “Sonra kişi Rabbini daha fazla bilme arzusuyla gayret eder. Neticede O’ndan daha fazla anlayış kalbini sarar.”111 (هبلق فى ىلع هنع هقفلا فى دّيزتلا)
“Allah’ın bir sınırı olmadığı için Allah’tan akletmenin de bir sınırı yoktur. Zira onun sıfatlarının hakikatini bilgiyle sınırlamak mümkün değildir. Kişi, Allah’tan anlayarak (bi’lfıkhi anhu), dinine hüsnü riâyet eder, Ö’ndan korkar vadine yakın ile iman eder, sevdiği ve sevmediği şeylerde dinine riâyet ederse aklının kuvvetini kemâle erdirebilir.”112
Hidâyet ve İlim Efendimiz’den Anlayış Sahiplerine İstidadınca Dağılır
İmam Sühreverdi ’ın Avarif’in başında ele aldığı iki mevzunun hulâsasını buraya alıyoruz: “Efendimiz buyurur: “Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyet yeryüzüne yağan bol bir yağmura benzer. Toprağın bir kısmı suyu emer yeşillikler bitirir herkes faydalanır, bir kısmı suyu toplar insanları faydalandırır. Bir kısmı da kaygandır; ne suyu emer ne de toplar. İşte ‘Allah’ın dininde derin anlayış/fıkıh sahibi olan ve Mevlâ’nın benimle gönderdiği ilimle faydalanıp bu ilmi öğreten kimsenin’ misali bu [yeşillikler bitiren ve herkesin faydalandığı] toprak gibidir.”
Mesruk, Rasulullah ’in ashabının kalplerinin ince anlayış ve kavrayışları sebebiyle ilimler için bir kap menzilesine geldiklerini söyler. “Anlayışlı kulaklar duyup anlasın diye” (Hakka, 12) ayetindeki kulaklardan maksat, sırları Allah’tan alan kimselerdir. “Allah gökten bir su indirdi ve her vadi kendi miktarlarınca akmış, böylece [o vadilerde akan su] üstte çıkan köpüğü taşımıştır…” (Rad, 17) ayetindeki köpükle işaret edilen kalplerdeki nefsan kir ve zulmetlerdir.
İşte zühd ehli âlimlerin nefisleri temizlenmiş kalpleri sâfıleşmiştir. Sûfılerin kalpleri büyük bir anlayış gücüne sahiptir. Onlar işlerini takva üzerine kurmuş, gönüllerini dünyadan uzaklaştırmış, nefislerini tezkiye, kalplerini tasfiye etmiştir. Kalpleri dünya meşgalesinden kurtulunca batındaki manevi gözleri açılmış kalp kulakları ilâhı sırları duymaya başlamıştır.
Her kalp istidadınca kendi payını alır; zühd ve takva ehli kalpler de böyledir, makam ve itibar görme, mal biriktirme gayreti, dünya sevgisi ile dolu olan kirli kalpler de. Evet, bu kirli kalpler de ilimden bir şeyler alırlar ancak ilmin hakikatine ve lezzetine asla ulaşamazlar. Kendini dünya boyunduruğundan kurtaran kimsenin kalp yolları açılır, genişler ve ilim pınarları fışkırarak kalbe dolarlar. Sûfıler, zâhirı ilimlerden kendilerine lazım olanı öğrenip amel ettiler. Bu, onlara manevi bir miras olan ilmi de kazandırdı. İşte, sûfılerin zâhir âlimlerinden ayrıldıkları bu ilim, dini gerçek manasıyla anlamaya sebep olur. Allah Resulü’nün, ilim denizi olan kalbinden âlimlerin kalbine akan payları, ‘dini tam bir şekilde yaşamak’ olarak tarif ettiğimiz ilim fıkıh ilmidir.
Allah Resulü buyurur: “Her şeyin bir direği vardır bu dinin direği de fıkıhtır.”
“Allah kime hayır vermek isterse onu dinde fakih kılar. Ben bana geleni taksim ederim asıl veren Allah’tır.”
Abdullah ibn Abbas söyler: “İbadetin en faziletlisi dini hakkıyla anlamak ve yaşamaktır.”
Anlamak, Ahlâk ve Yakîn Sahiplerinin Husûsiyetidir.
Allah fıkhı kalbin bir sıfatı olarak belirtmiş ve şöyle buyurmuştur “Onların kalpleri vardır ama gerçeği anlamazlar” (Araf, 179). O yüzden Hasan Basri : “Sen hiç gerçek fakih/anlayan kimse gördün mü? Gerçek fakih, dünyaya değer vermeyen gönlünü ondan kurtaran kimsedir” demektedir.
Cenab-ı Allah, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i ilim ve hidâyetle göndermiş, bu ilim ve hidâyet O’nun kalbinden diğerlerine intikal etmiştir. Selim fıtrat ve yakinlerinden ötürü Sûfılerin kalpleri bu ilimden en büyük nasibi almışlardır. Resulullah buyurmuştur:
“Allah, bizden bir söz işitip taşıyanın yüzünü nurlandırsın. Nice fıkıh taşıyan kimse vardır ki onu kendinden daha anlayışlı kimselere taşır. Nice fıkıh taşıyanlar da vardır ki kendisi ondan istifade edemez.” Cenab-ı Allah buyurur: “Allah onlarda iyilik görseydi elbette onlara duyururdu.” (Enfal, 23). Bu âyetten anlaşılmaktadır ki; Allah onların dinlemeye layık olduğunu görseydi kalp kulaklarını dinleyip anlamaları için açardı. Nefsanı arzuların vesveseleriyle dolu olan kimse iyi duyma özelliğine sahip değildir. Kalpler, nefsin ateşini harlayan şeyler kesilip harareti bittiğinde, zulmet ortadan kalktığında ancak ilmin kaynağını müşahede edebilirler.
Şibli , ‘Kuran’dan Allah ile dâima beraber olup bir an dahi ondan gafil olmayan kimse öğüt alabilir’ demektedir. Vasitı , ‘Kuran ancak uyanık kalpler için öğüt olur’ demiştir. Yani “Ölü iken kalbini dirilttiğimiz kimseler” (Enam, 122) buyrulan kimseler. Muhammed İbnü Ali Bakır , ‘Hakk’ı Hak olarak ancak kalbi diriler duyup anlayabilir. Kalbi ölmüş kimse bir şey işitemez ve anlayamaz’ demiştir. Hasan Basri ‘Anlamak, Hakk’a tam yönelmiş bir kulağı olan kimseye nasip olur. Kalbi gaflette ölü kimseler hakikati anlayamazlar.’ Hayırlı bir söz işitse bile onu dinlemek istemeyen kimse buğdayın toprağa değil de bitmeyeceği yere düşmesine benzer. Böyle kimselerin duyduğu bu ilmi şeytan illa kalbinden kapıp kaçırır ve sonuçta kişi onu aklında tutamaz.
Allah’ın emrine icabet onu dinlemekteki ayıklığa bağlıdır. Bu, anlayışa bağlıdır. Anlayış, kelamın kıymetini bilmeye, kelamın kıymetini bilmek de kelamın sahibini bilmeye bağlıdır. Dolayısıyla anlayışın sınırı yoktur. Zira ilâhı kelamın mana ve işaretleri sonsuzdur. O yüzden arifler her Kuran okuduğunda onlara yeni bilgiler ve taze anlayışlar gelir. Bunlarla da amel ettiklerinde yeni bir ilim ve anlayış gelir. Durum böylece devam eder. Tevhid nurunu müşahede eden sufiler Allah ve Resulünün kelamını hakkıyla duyar ve anlarlar. 113
Mana, Ehil Olana Allah Tarafından Verilir.
Şeyh-i Ekber (Kuddise sirruhû), sûfılerin anlamaktan ne anladığını şu satırlarla izah eder: “Kitaplar peygamberlere Allah katından indirildiği gibi manaları da bazı müminlerin kalplerine Allah katından indirilmiştir. (…) Bu durumda, onun açıklaması da aslı gibi Allah ehlinin kalplerine Allah katından indirilmiş olur. Nitekim Ali b. Ebı Talib bu manada şöyle demiştir: ‘Bu [bizdeki kabiliyet], sadece Allah’ın dilediği kullarına Kur’an hakkında verdiği bir anlayıştır.’ (الله هيطعي مهف لاإ وه ام) Hazreti Ali, Kuran’ı anlamayı Allah’ın bir ihsânı saymış, bu ihsânı da ‘Allah’tan anlamak’ olarak ifâde etmiştir. Bu demektir ki Allah ehli, Kur’an’ı başkalarından daha iyi anlar. (…) Zâhirci âlimler, Dirâyet Ali b. Eb Talib’in söylediği şu ifade karşısında ne diyeceklerdir: ‘Eğer Fâtiha suresi hakkında konuşsaydım, yetmiş deve yükü [kitap] yüklerdim.’
Bu, Allah’ın Kur’an hakkında vermiş olduğu anlayış değil de nedir?
Fakih ismi, şekli, bilgi sahibinden daha çok bu [vera ehli sufi] taifesine yaraşır. Allah onların hakkında şöyle buyurur: ‘Dinde fakih olmaları ve geriye döndüklerinde kavimlerini uyarmaları için…’ Allah onları dini anlama ve insanları uyarmada peygamberlerin yerine koymuştur. Fakih, basiretle Allah’a davet eden kimsedir. Nitekim Allah’ın peygamberi de zâhirci âlimlerin hüküm verdiği gibi zannı galip değil basiret üzere Allah’a davet eder.”114
…
Devamı:https://ilimcephesi.com/ahlakin-merkeziligi-neden-yeteri-kadar-gorulmez/
Hasan Yaşar – Mana’nın Manası ve Anlama’nın Mertebeleri adlı makalesinden alnmıştır.
Dirayet Dergisi,sayı.2,syf.145-150
Dipnotlar:
89 Sadru’ş-Şeria Mahbubi, et-Tevdıh Şerhu’t-Tenkıh, Haz: Muhammed Adnan Derviş, Daru’l-Erkam, 1998, c. 1 s. 34
90 Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzi, Savletü’l-Akli ale’l-Hevâ, Tahkik: Hamza Abdülkerim Hammad, Daru İbni Hazm, 2012, s. 28
91 el-Askerı, el-Furûku’l-Luğaviyye, s. 83-4.
92 Ebu’n-Nasr el- Fârâbi, Risâle Fımâ Yenbağı en Yu’alleme Kable Teallumi’l-Felsefe, ‘el-Mecmu’ içinde, Mısır, 1907, s. 62-3
93 Ebu Nasr Serrac et-Tûsı, el-Luma, Tahkik: Abdülhalim Mahmud, Abdülbaki Sürur, Darü’l-Kütübi’lHadise, Mektebetü’l-Mesna, 1960, s. 147
94 Et-Tûsı, el-Luma s. 37.
95 Abdurrahman Cami, Nefehâtü’l-Üns, Ter: Lamii Çelebi, Haz: Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Pinhan, 2011, s. 172
96 Cami, Nefehâtü’l-Üns, s. 216.
97 Haris el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, ‘elAklü ve Fehmü’l-Kuran’ içinde, s. 234, Darü’l-Fikr Tahkik: Hüseyin el-Kuvvetli, 1971.
98 Muhâsibı, Maiyetü’l-Akli ve Manahu, s. 236.
99 Haris el- Muhâsibı, Fehmü’l-Kuran ve Meanihi, ‘elAklü ve Fehmü’l-Kuran’ içinde, s. 323-4.
100 Haris el- Muhâsibı, Fehmü’l-Kuran ve Meanihi, 276.
101 Haris el- Muhasibı, Fehmü’l-Kuran ve Meanihi, 280.
102 Haris el- Muhâsibı, el-Vasaya, s. 251, Haz: Abdülkadir Ahmed Ata, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1986
103 el-Muhasibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Manahu, s. 208-9.
104 e-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 208-9.
105 el- Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 211.
106 el- Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 215.
107 el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 211.
108 el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 2123.
109 el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 217.
110 el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 223.
111 el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 226.
112 el-Muhâsibı, Mahiyyetü’l-Akli ve Ma’nâhu, s. 220.
113 Şihabeddin Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, c. 1 s. 215-257 ‘İhyau Ulumi’d-Din’ kenarında, Mektebetü Keryate Futra, Endonezya.
114 İbnü’l-Arabi, el-Fütühatu’l-Mekkiyye, Haz: Abdülkadir Cezairi işrafında ulema heyeti, c. 1, s. 279280, Darü’l-Kütübi’l-Garbiyyeti’l-Kübra.
115 İbnü’l-Arabi, el-Fütühatu’l-Mekkiyye, c. 1, s. 245-6.
116 İbnü’l-Arabi, el-Fütühatu’l-Mekkiyye, c. 4, s. 25.
117 İbnü’l-Arabi, el-Fütühatu’l-Mekkiyye, c. 3, s. 128.
118 İbnü’l-Arabi, el-Fütühatu’l-Mekkiyye, c. 4, s. 401.
119 Ali ibni Ösman Hucvuri, Keşfü’l-Mahcup, Çev: Süleyman Uludağ, s. 331, Dergâh Yay. 2010.