Medenilik, Barbarlık, İlkellik
Daliang eyaletinin askerî valisi Lü Jun 847 yılında Li Yanşeng adlı bit kişiyi, Çin’in imparatorluk divanına kabiliyetli bir kişi olarak tavsiye eder ve kendisine üst düzey bir görev verilmesini önerir. Lafzen “Arap İmparatorluğu’nun mensubu” manasına gelen Li Yanşeng adlı Müslüman’ın bu göreve tavsiye edilmesi, diğer adaylar arasında rahatsızlık yaratır ve bir tartışma başlar. Muhalif adaylardan biri şöyle der: “Liang büyük bir şehirdir ve valisi de liyakatli bir insandır. Vazifesini bir Hua (Çinli) hâkimden, maaşım da Hua halkından almaktadır. Fakat bir aday önereceği zaman bunu barbarların arasından seçmektedir. Huaların arasında liyakat sahibi hiç kimse yok mu ki bu barbar, göreve getirilecek tek kişi olarak görülüyor?”
Bu hadiseyi anlatan metnin yazarı Çen An, şu cevabı verir: “Vali bu kişiyi, kökenine bakmadan, liyakatinden dolayı tavsiye etmiştir. Coğrafya açısından bakıldığında, insanları Hua ve barbar olarak ayırabiliriz. Fakat eğitim açısından bakıldığında, böyle bir ayrım yoktur. Zira Hua ile barbar arasındaki fark kalpte yatar ve farklı temayüller neticesinde ortaya çıkar. Bir kişi orta vilayetlerde doğar fakat edep ve erkâna mugayir hareket ederse, o kişi bir Hua’nın görünüşüne ama barbarın kalbine sahip olur. Bir kişi barbarların diyarında doğar fakat edep ve erkâna uygun hareket ederse, o zaman da onun barbar bir görüntüsü ama Hua bir kalbi olur.”55
Bu anekdot, Çin medeniyetinin Çinli olmayanlara nasıl yaklaştığını ortaya koyması açısından kayda değer bir nitelik arz ediyor. Medenî-barbar ayrımının bir sosyal statü, coğrafî farklılık ve kültürel ayrışma unsuru olarak kullanılması, sadece Çin toplumuna münhasır bir durum değildir şüphesiz. Tarihte kendinden olmayanları “barbar” statüsünde gören başka toplumlar da var. Kadim Yunanlıların, Yunan olmayanları “barbar” olarak tanımlaması yüzyılları sâri yaygın bir uygulamaydı. Burada dikkat çeken husus, Çinli yazarın Hua-barbar ayrımını “görünüş ve kalp (öz)” bağlamında yapmasıdır.
Kadim Yunanlılar kendilerinden olmayan ve Yunanca konuşamayanlara “bir bir bir…” gibi sesler çıkardıklarını düşündükleri için “barbar” ismini vermişlerdi. Yunan medeniyetini temsil eden Atina ile Pers medeniyetini temsil eden Akamedyan İmparatorluğu arasındaki gerilim, medenîlik-barbarlık kategorilerinin nasıl bir kimlik ve ben-tasavvuru haline gelebileceğinin en çarpıcı örnekleri arasında yer alır. Bu dünyanın bir çocuğu olan Aristoteles, şu çıkarımı yapmakta beis görmemişti: “Münasip olan, Yunanlıların barbarlar üzerinde hüküm sürmesidir.”56
Arabesk bir popülizmle bu temayı işleyen Hollywood ürünlerinden 300 Spartalı filmi, bunun yakın dönemde karşımıza çıkan örneklerinden biridir Bu filmde estetik duyarlılıklarından çok pazılarıyla ve savaşçılıklarıyla öne çıkan Spartalılar medenî, Persler ise ironik bir şekilde barbarlar olarak gösterilir. Kadim Yunanlılar tarafından Perslilenn barbar olarak nitelendirilmesi, çok eskiye dayanır ve kültürel ve kımliksel nitelikler arz eder. Büyük Yunan tarihçisi Herodot, Perslilere yönelik karalama kampanyasının dışında kalmaya çalışan birkaç istisnadan biridir ve kadim Pers kültürüne yönelik mülahaza ve tasvirleri, dönemin genel eğilimlerinin dışındadır. Bu yüzden olsa gerek Plutark, Herodot’a “barbarların dos-tu” (phüobarharos) adını takar.57
Kadim Yunan’ın bu ötekileştirici tavrını sürdüren Roma İmparatorluğu da Roma kültürü dışında kalan pek çok şeye barbarlık olarak bakmış ve bu unsurları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Roma tarihinin en büyük ayaklanmalarından biri olan İkinci Roma-Yahudi Savaşı (Birincisi 70 yılında Kudüs Tapınağı’nın yıkılmasıdır.), İmparator Hadrianus’un İslam’ın da tevarüs ettiği bir Yahudi âdetini yasaklamasıyla başlar. Helenistik kültüre olan hayranlığı ile bilinen Hadrianus, Yahudi erkeklerin dini bir vecibe olarak kabul ettiği sünnet olmayı, insan vücudunun mütilasyonu olarak görür ve bunun “barbarca” bir eylem olduğu sonucuna varır. Sünnet olmak, Kadim Yunan’ın yücelttiği “insan vücudunun mükemmelliği fikrine ters düşer. Yasak, Yahudilerin üç yıl boyunca büyük bir isyan hareketi başlatmalarına neden olur. Sonuçta binlerce Yahudi öldürülür, yüzlerce köy ve kasaba yakılır. Bu hadise yüzünden Yahudi kaynakları Roma İmparatoru Hadrianus’a “kemikleri kınlasıca” ibaresiyle atıfta bulunur.
Kudüs Yahudilerinin Roma’ya karşı ayaklanmasının tek sebebi, sünnet yasağı değildi şüphesiz. İmparator Hadrianus’un Kudüs topraklarını bir Roma kolonisi (vilayeti) haline getirme projesi, çatışmanın ana sebebiydi. Fakat dikkat çekici olan husus, bu gerekçelendirme çabasının merkezinde medenîlik, barbarlık, Helenik kültür, dinî fanatizm gibi kavramların yer almasıdır. “Barbarlık”, Roma imparatorunun kişisel tercihlerinin ötesinde, aynı zamanda sınıfsal ve etnik bir kimliği ifade etmektedir.
Rafine bir medeniyet ve yüksek bir kültür inşa ettiklerine inanan Romalıların, şiddet ve barbarlığı bir eğlence ve zevk objesi haline getiren gladyatör oyunlarına düşkünlükleri bilinmektedir. İnsanların canlı canlı yırtıcı ve ölümcül hayvanların kucağına atıldığı, birbirlerini öldürdüğü ve bunlar için alkışlandığı Roma’da arenaların en önemli işlevi, Romalılara bu kan dökme zevkini yaşatmaktı. “Chariot” adı verilen ve atların çektiği iki tekerlekli savaş (ve yarış) arabaları da aynı amaç için kullanılmaktaydı.
Bu arabaların kenarlarına monte edilen keskin bıçaklar, arenadaki insanları parçalamakta ve bu da büyük bir coşkuyla alkışlanmaktaydı. Yöneticiden tüccara, askerden sıradan vatandaşa herkesin katıldığı bu oyunlar, şehir hayatının en büyük sosyalleşme ve eğlence konusuydu. 80 yılında açılan, Roma’daki ünlü “Colosseum”, 50 bin kişilik bir arenaydı. Bu büyük kalabalığın önünde 3 bin gladyatörün savaştığı, 9 bin hayvanın öldürüldüğü rivayet edilir. Suçluların infaz edilmesi bahanesiyle yapılan katliamlar, kitlelerin alkış ve takdirlerini kazanır. “Oyun ’ diye tabir edilen kan ve ölüm seansları, insanın yıkıcı ve yok edici tabiatını en vahşi şekilde ortaya koyan performanslardır. Oyunlar aslında aristokrasiden dinî ritüellere ve köle ticaretine uzanan büyük bir ilişki, para ve güç ağının parçasıdır.58
Bu oyunlar, bir zihniyetin tezahürü olarak mı yoksa bir dönemde ortaya çıkmış ve daha sonra kaybolmuş arızî bir durum olarak mı görülmeli? Bu soruya farklı şekillerde cevap vermek mümkün. Bizim konumuz açısından önemli olan husus, Roma İmparatorluğu’nun yüksek kültür, medenîlik ve hukuk üzerine yaptığı vurgunun tersine bu ölüm ve vahşet oyunlarının yüceltilmesi ve şehir hayatının doğal bir parçası olarak görülmesidir. Arenada insanlar ve yırtıcı hayvanlar birbirlerini öldürürlerken tribünlerdeki kalabalıkların buna estetik bir anlam yüklemesi, muayyen bir zihin yapısından bağımsız ele alınamaz.
Aynı şekilde bu ölüm ve kan sahnelerini izleyen kalabalığın fahişelerle birlikte olmaktan tıka basa yemeye kadar her tür yolu meşru görmesi de Roma’nın çöküş ve tefessüh kültürünün bir parçası olarak değerlendirilebilir. Oyunların ve benzer festivallerin bir gösteriş, prestij ve güç devşirme aracı olarak kullanılması, Roma toplum ve siyasetinin sıkça karşımıza çıkan bir özelliğidir. Oyunları finanse eden imparatorların amacı, fakir halkı meşgul etmek, isyanları önlemek ve kısa bir süreliğine de olsa “ayaktakımı” tabir edilen kitlelere değer verildiği hissini yaşatmaktır.
Her hâlükârda Roma siyasetine rengini veren sefahat ve entrika kültürü, yüksek kültür ve medenîlik söylemlerini sorgulamamızı zorunlu kılıyor. 2000 yılında çekilen Gladiator filminde eski gladyatör ve köle tüccarı Proximo’nun filmin kahramanı Maximus’a söylediği “Kalabalıkları kazan, o zaman özgürlüğünü de kazanırsın…” sözü, arenanın içindeki ve dışındaki gerçek Roma’yi özedeyen bir cümledir. Arenadaki azgın kalabalığı eğlendiren ve kazanan Maximus, hem kendi bireysel özgürlüğüne kavuşacak hem de büyük bir güç elde edecektir. Romanın tefessüh etmeye başladığı yer de burasıdır: Başkasının ölümünü eğlence olarak gören, zevk ve işret peşinde koşan güruh, Roma’nın ihtişam ve sefaletinin aynadaki yansımasıdır. Cicero gibi Latin yazarların gladyatör oyunlarını meşrulaştırma gayreti, aynı bakış açısının yansıması olarak görülebilir. Başkasının kan ve ölümünü bir “temaşa” ve zevk aracına çevirmek kültür, medeniyet ve estetik kavramlarının belli bir noktadan sonra anlamını yitirdiğini gösteriyor.59
Medenî-barbar ayrımının farklı kültür ve toplumdan tasvir etmek içi kullanılması, Batı’da yaygın hale gelmiş ve popüler kültür ürünlerine yansımıştır. Walt Dısney’ın 1992 tarihli Alaaddin adlı çizgi filminin şarkı sözleri şöyle başlamaktaydı:
Hey, ben bir ülkeden, uzak bir diyardan geliyorum
Orada kervan develeri dolanırlar
Orada çehreni beğenmezlerse kulağını keserler
Evet, barbarca bir şey… Ama ne yaparsın, bu benim ülkem işte 60
Doğu’nun muhayyel barbarlığını şirin göstermeye çalışan bu yaklaşım, Batılı olmayan toplumlara karşı bir lütuf olarak tasarlanmış gibidir. “Sevimli yabanî”ye gösterilen sözüm ona empati ve ilgi, beyaz adamın vicdanını rahatlatıcı bir etkiye sahip olmalı. Fakat Alaaddin karakteri üzerinden tedavüle sokulan kültürler hiyerarşisi, üstünlük fikrinin yeni bir ifadesinden başka bir şey değildir
Barbar ve yabanî kavramları gibi, “ilkel” {primitive) kavramı da 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren evrimci-ilerlemeci tarih anlayışının en radikal ifadelerinden biri haline geldi. İnsanlığın ilkel toplumsal ilişkilerden karmaşık medeniyet yapılarına evrildiği düşüncesi, Avrupa-merkezci tarih çalışmalarının temel kabullerinden biri olarak sosyal bilimlere de hâkim oldu. Darwin’in 1809’da yayımlanan Türlerim Kökeni kitabı bu fikrin biyolojik temellerini atarken, Henry Maine 1861’de yayımlanan Kadim Hukuk kitabı, bunun sosyolojik ve hukukî çerçevesini ortaya koyacaktır.
Maine, insanlığın “statü toplumundan“sözleşme toplumuna” doğru evrildiğini ileri sürmüş ve otonom modern bireylerin, akrabalık ilişkisi, irsiyet yahut sosyal statüden bağımsız olarak istedikleri kişi ve gruplarla istedikleri tür bir sözleşme yapabileceklerini savunmuştur. Maine’e göre ilkel toplumu modern toplumdan ayıran fark, akrabalık ilişkileri ve statü tarafından tanımlanan ilkel bireyin, özerk bir yapıya sahip olması ve toplumsal ilişkileri statüden bağımsız konsensüsler marifetiyle tanımlayablimesidir.
19.yüzyıl Avrupa düşünce paradigması, Avrupa sosyal bilimlerinin de ana çerçevesini belirlemiştir. Buna göre insanlık tarih boyunca ilkel, geri ve yabanî bir halden, ileri, gelişmiş, karmaşık ve rasyonel bir hale doğru evrilmekte ve böylece biyolojik ve kültürel manada tekâmül etmektedir. Marx’in feodaliteden kapitalizme geçiş analizleri, Weber’in rasyonalizasyon ve bürokratikleşme şeması, Tönnies’in cemaatten cemiyete geçiş süreci, Durkheim’ın mekanik toplumdan organik topluma geçiş tahlilleri, sadece birkaç yüzyıllık Avrupa tarihini değil, insanlık tarihinin bütününü kuşatacak şekilde kurgulanmıştı.
Tüm tahlilerde ortak nokta, insanlığın bir bütün olarak geleneksel olandan modern olana geçtiği fikriydi.61 Bu atıf çerçevesinde ilkel toplumlar, göçebe olarak ve komün kurallarına göre yaşayan, sosyal İlişkileri kan ve kabile bağlan üzerinden tanımlanan ve Özel mülkiyet mefhumundan ve pratiğinden yoksun toplumlardı. Onların ilkelliği sosyal ilişkileriyle sınırlı değildi; zihniyet dünyasında da görülmekleydi. İlkel adam, insanlığın “çocukluk çağları”na tekabül eden büyünün, 4 tılsımın, hurafelerin ve dinin etkisi altındaydı. Bu yüzden de onun bilim, mantık, felsefe ve sanat üretmesi mümkün değildi. Buna karşın “modern adam”, bilimin, aklın, mantığın, rasyonel organizasyonun ışığında kendine bir hayat alanı yaratmış ve kültür ve medeniyeti inşa etmiştir,
Bir kategori olarak ilkellik (ilkel zihniyet, ilkel insan, ilkel toplum, ilkel hukuk vs.), 19. yüzyılda Avrupa’da yaygınlık kazanan ideolojik akımların ve siyasî süreçlerin bütünleyici unsurlarından biri olarak da vazife görmüştür. Sömürgecilik, evrimcilik ve ilerlemeci tarih anlayışı, geleneksel (“ilkel”) toplumların ancak dışarıdan radikal müdahalelerle dönüşebileceği kabulünü de tazammun ediyordu. Hindistan bu noktada zikredilmesi gereken önemli örneklerden biridir.
19.yüzyıl İngiliz siyaset ve hukuk düşüncesinin en önemli sorunlarından biri, İngiliz yönetimi altında bulunan Hindistan’ın nasıl yönetileceği meselesiydi. Bir Avrupalı için farklı, yabancı, efsunkâr, çok-dinli ve çok dilli ve devasa nüfusa sahip Hindistan’ın bir sömürge valiliği olarak nasıl idare edilmesi gerektiği konusunda İngiliz aydınları ve yöneticileri ikiye bölünmüştü.Edmund Burke ekolünden gelen İngiliz muhafazakârları(evrensel kabul edilen) İngiliz kanunlarının yanı sıra yerel Hint adet ve geleneklerinin de hukukî süreçte rol oynamasından yanaydılar.Nitekim 1793’te imzalanan Bengal Daimî Sözleşmesi, Hindistan için kısmî’bir liberal hukuk sistemi öneriyor ve bireylerin haklarının korunmasını salık veriyordu.
Aralarında misyoner, tüccar, bürokrat ve radikal fikirlere sahip düşünürlerin de bulunduğu bir grup ise, mutlak manada “İngilizleştirme” politikalarını savunmaktaydı. İngiliz faydacıları, Hint toplumunun kendi iç dinamikleriyle değişmesinin ve moderniteye ayak uydurmasının mümkün olmadığını savunuyorlardı. Faydacı ekolün öncülerinden Jeremy Bentham, geliştirdiği hukuk sistemini uygulamak için Hindistan’ı bir laboratuvar olarak kullanabileceğine inanmıştı, Hindistan, ekonomik ve siyasî getirisi yüksek bir koloni olmanın ötesinde Avrupamerkezciliğin evrensellik tezlerinin test edilebileceği bir yerdi. İngiliz zihin dünyasında inşa edilen muhayyel Hindistan, Avrupalıla’rın “kullanılabilir öteki” ihtiyacını karşılamak için elverişli bir vaka idi ve bundan öte bir anlamı ve önemi yoktu.
Bentham, projesini gerçekleştiremeden öldü. Vârisi James Mill, tıpkı Bentham gibi, Hindistan’ın dönüşümünü ve medeniyete intikalini, hayatının en önemli misyonu olarak görüyordu. Mill de Hindistan toplumunun kendi iç dinamikleriyle dönüşmesinin ve İnsanî bir toplum düzeni kurmasının mümkün olmadığına inanmıştı. Ona göre “despotizm ve ruhbanlık beraber düşünüldüğünde Hindular ruhsal ve bedensel olarak insan ırkının en köleleşmiş” grubuydu. Avrupa devletlerinin başka toplumlara uyguladığı despotizmi ve misyonerlik faaliyetlerini göz ardı eden Mill, Hindistan toplumunun baştan sona yeniden inşa edilmesini, kendi tarihî misyonu olarak görüyordu: “Hindistan’ın diğer bütün ülkelerden daha çok bir yasaya muhtaç öldüğünü bildiğim için bu büyük fırsatın herkesin eline geçmeyeceğini de biliyorum. Mutlak yönetimler, geçici hükümetlere göre bir yasa oluşturmada çok daha elverişli şartlara sahiptir.”62
James Mill’in oğlu John Stuart Mill, bu yaklaşımı bir adım ileri taşır. Aşağıdaki alıntı, modern liberalizmin kurucusu kabul edilen Mill’in medeniyet, barbarlık ve despotizm konusundaki görüşlerini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır:
Despotizm, barbarlara yönelik muamelede meşru bir yönetim şeklidir. Fakat bunun için nihaî gayenin barbarların durumunun iyileştirilmesi ve kullanılan araçların da bu amaca hizmet etmesi gerekir. İnsanlık özgür ve eşit tartışma marifetiyle tekâmül edecek noktaya gelene kadar özgürlüğün, bir ilke olarak, bundan önceki bir duruma uyarlanması mümkün değildir O zamana kadar (barbarların) bir Ekber yahut Şarlman’a zımnen itaat etmesinden başka bir yol yoktur. Tabiî böyle bir kişiyi bulacak kadar şansları varsa…63
Mill, zihninde tasavvur ettiği bu olgunluk düzeyine ulaşan bir topluma baskı yapılmasının kabul edilemeyeceğini söyler. Fakat o noktaya gelene kadar despotizm ve onun gerektirdiği politikalar (işgal, baskı, sömürgeleştirme, kültürel yabancılaştırma…) meşru ve zarurîdir. Buradaki temel soru budur: Bir toplumun, mesela Hindistan’ın, Arap dünyasının yahut Afrikanın Mill’in zihnindeki “olgunluk ve medenîlik” seviyesine ulaştığına kim, nasıl karar verebilir? Bu süreçte izlenen sömürgecilik politikalarını meşru görmek nasıl mümkün olabilir? 19. yüzyıl Avrupa aydınlanrının kahir ekseriyeti, Mill ile aynı görüştedir. Kendi içinde liberal, çoğulcu ve demokrat bir dünya hayal ettiğini söyleyen Batı, Batılı olmayan toplumlara karşı gayr-ı medenî ve barbarca davranmaktan çekinmez. Tersine bunu, onların iyiliği için yaptığını ileri sürer.
Bu sonuca şaşırmamak gerekiyor Aydınlanma aklının inşa ettiği yeni varlık tasavvuru, hem ontolojİk ve epistemolojik manada hem de tarihî çerçevede insanlığın ulaştığı son kemal noktası olarak vazedilmişti. Bu aklın ürettiği ilkeler ve değerler evrensel kabul edildiği için, sağ ve sol Avrupalı aydınlar kendi tarihselliklerini sorgulama ihtiyacı hissetmediler. Ortaya koydukları yeni fikirlerin, Newton’un mekanistik evren anlayışı gibi nesnel ve mutlak bir doğruluğa sahip olduğuna inandılar. Bu şekilde temellendirilen rasyonalist, pozitivist ve mekanistik dünya görüşünün İslam, Hint yahut Çin gibi kadim geleneklerin ortaya koyduğu evren tasavvurunu hakkıyla kavraması zaten beklenemezdi. Yükselen bir güç olarak Avrupa sömürgeciliğinin siyasî gündemi de hesaba katıldığında Avrupa dışındaki bütün dünyanın geri, ilkel, barbar, yabanî vs. olarak kurgulanması ve medenileştirme misyonuna -yani sömürülmeye- hazır hale getirilmesi zaten kaçınılmaz bir sonuçtu.
Mutlakiyetçi Aydınlanma düşünürlerinin katı rasyonalizmine ve mekanistik evren anlayışına karşı bir dizi itirazın yükseldiğini burada not etmeliyiz. Jean Jacques Rousseau gibi düşünürlerin eserlerinden ilham alan “soylu yabanî” (noble savage) kavramı, rasyonalizme karşı felsefî romantizmin önde gelen tezlerinden biridir. Şehirde yaşayan zengin fakat yozlaşmış insanın tersine soylu yabanî, doğallığı ve doğuştan gelen iyiliği temsil eder. Maddî imkânları kısıtlıdır ama tabiata olan yakınlığı bunu fazlasıyla telafi eder.
Bir ideal-tip olarak takdim edilen soylu yabanî, ilkel birey ve toplum kavramlarına karşı çıkarken aynı zamanda modern-şehirli-medenî insanların tabiattan ve aslî fıtratlarından ne kadar uzaklaştıklarına da bir karine teşkil eder. Burada karşımıza temel bir soru çıkar: Medeniyetin bir anlamı da İnsanın tabiat üzerinde tasarrufta bulunması ve onu istimal etmesi ise, bunu eşyanın tabiatına ve insan fitratına en uygun şekilde yapma imkânına kim sahiptir? İlkel diye aşağılanan soylu yabanî mi, yoksa şehir hayatının rüküş kibri içinde sahte bir gurur yaşayan medenî modernler mi?
“Tabiata dönüş” çağrısı, hem Tann’nın yarattığı tabiat düzeninin korunmasına hem de insanın fitrat özelliklerinin muhafeza edilmesine atıfta bulunur, Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Söylev adlı eserinde, insanlığın ilkellikten modernliğe evrimini- insan eliyle inşa edilmiş bir adaletsizlik ve mutsuzluk süreci olarak ele alır. Ilkel-yabanî insanın, şehirli insanlara göre birtakım imkân ve araçlardan mahrum olduğu doğrudur. Fakat bu, onun erdem ve ahlaktan yoksun ve mutsuz bir varlık olduğu anlamına gelmez.
İlkel insan, tabiata ve kendi fıtratına uygun bir şekilde yaşadığı için en azından daha bütüncül bir hayat sürmektedir. Ahlak ve erdemi,’bilen, ilerleme ve medeniyet kavramlarının önüne koyan Rousseau, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev adlı risalesinde ‘”Bilimlerin ve sanatların restorasyonu, ahlaki amellerin tehzip edilmesine katkıda bulunmuş mudur?”«sorusuna cevap vermeye çalışır.
Bir makale yarışması olarak ilan edilen bu soru, Rousseau için hayatî öneme sahiptir. Bilim ve sanatların tarihte mesafe katettiği elbette inkâr edilemez. Onların sunduğu imkânlar insanların hayatlarını kolaylaştırmış ve zenginleştirmiştir. Fakat bu vasıtalar, insanın asıl vazifesi ve gayesi olan ahlak ve erdem gibi değerleri elde etmesine gerçekten katkı sağlamış mıdır? Yoksa tam tersi bir etki yaptığı için kibre,gurura ve hırsa kapılan insan adalet, eşitlik, doğruluk ve mutluluk gibi değerlerden her gün uzaklaşmakta mıdır?64
Bu mülahazalar bizi temel bir soruyu sormaya sevkeder.Ahlak ve erdemden vazgeçmeden, özgürlüklerimizi feda etmeden ve sahte kibarlıklara ve tekebbüre mağlup olmadan bir kültür ve medeniyet inşa edebilir mıyız? Tabiatla kavga etmeden ve fitratımıza ihanet etmeden“medenî” olabilir miyiz? Teknik, bilim, teknoloji, şehirleşme Ve medeniyet kavramlarını doğru bir çerçeveye oturtmak ve akıl, erdem ve özgürlüğe dayak bir medeniyet tasavvur edebilmek için bu sorulara sahih cevaplar vermek durumundayız.
Aksi halde kendi elimizle ürettiğimiz araçların ve mekanizmaların kölesi olmaktan kurtulamayız. Bunun kaçınılmaz neticesi, bir parçası olduğumuz tabiata ve kendimize yabancılaşmaktır. Haz tüketimine davalı bir kültür, sanat ve medeniyet dünyası bizi erdeme, özgürlüğe ve mutluluğa değil, ahlakî çöküntüye, bağımlılığa, kaosa ve mutsuzluğa götürür. Oysa medenîleşme, özünde “beşeriyet”ten “insaniyet”e geçiş sürecini ifade etmelidir.
Kur’an da sıkça geçen beşer ve “insan” kavramları, Ademoğlunun, iki varlık mertebesine atıfta bulunur. Beşer insanın maddi, hazzi ve sonlu yönünü işaret ederken hayvan ile insan arasında kalan bir idrak ve vat olma düzeyine gönderme yapar. İnsan ise ilahi mesajın muhatabı olarak akıl, erdem ve özgürlük mertebesine yükselmiş bireyi ifade eder.
Beşer mertebesinde kalanlarda akıl ve ruh değil, madde ve haz ağır basar. İnsaniyet mertebesine ulaşanlar maddî varlıklarının farkındadırlar ama onun ötesinde bir cevherlerinin ve gayelerinin olduğunu da bilirler. İslam düşünce geleneğinde bu, “mekârimü’l-ahlak” ve “tehzîbü’l-ahlak” kavramlarıyla anlatılır. İnsanın ahlaki vasıflarının tekmil edilmesi, güzelleştirilmesi, latif ve nezih hale getirilmesi, bütün bilimsel ve sanatsal faaliyetlerin nihaî amacıdır. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” der. Burada güzel ahlak, insanların yanısıra tabiatla, çevreyle, başka toplumlarla, kısacası tüm varlık âlemiyle doğru ve erdemli bir ilişki kurmak manasını taşır. Medenîleşme değer ve ahlak merkezli bir süreçtir ve beşer olmaktan insan olmak mertebesine yükselme sürecinin adıdır.
Bunun bir adım sonrası “Ademiyet” makamına ulaşmaktır, Allah’ın yeryüzündeki halifesi, adaleti tesis etmekle görevli olan ve meleklerin bile önünde eğildiği Hz. Âdem, kâmil insanı temsil eder. Onun şeytanla olan imtihanı ve cennetten çıkarılarak yeryüzüne gönderilmesi, insanın bu âlemdeki serüveninin en önemli yol işaretleridir. Ona yüklenen bu emanet ağırdır ama aynı zamanda bir ihsan ve lütuftur, Âdem olarak insan, sonlu ve fâni bir dünyada sonsuz ve bâkî olan hakikate kement atmış kişidir.
Onun dünyada kurduğu yaşam alanı (habitat), herhangi bir yer yahut mekân değil, insanlığını gerçekleştirdiği varlık mertebesidir. Kültür, sanat, bilim, estetik, şehir hayatı, medeniyet ve bunların beslediği zevk-i selîm ve letafet duygusu, bu var olma biçimini beslediği oranda anlamlı ve değerlidir, Bu manada beşeriyetten insaniyete geçiş ve insanlığımızı âdem mertebesinde yaşamak, yatay bir evrim sürecini değil dikey bir tekâmül halini ifade eder. Bu idrak düzeyinde tarih, arkamızda değil ayaklarımızın altındadır.
İbrahim Kalın – Barbar Modern Medeni,syf.66-76
Dipnotlar:
55.Charles Hartman, Han yu and the T’Ang Search for Unity, s. 159, nakleden Zvi Ben Dor Benite, The Dao of Muhammad: A Cultural History of Muslims in Late İmperial China (Cambridge: Harvard University Press, 2005), s.1-2..
56. Aristotle, Mines, (Oxford: Oxford University Press, 1958), 1252 b4.
57. Nakleden Amy Chua, Day of Empıre: How Hyperpawers Rise to Global Daminancr «and Why They Fall (N ew York: Anchor Books, 2007), s. 7 .
58. Keith Hopkins, “Murderous Games: Gladiatorial Contests in Ancient Rome“; History) Today, Vol 33 (6 Haziran 1983).
59. * Cicero’nun ifadeleri ve Roma oyunları konusunda bkz. Roland Auguet, Cruelty and Civilization: The Roman Games (N ew York: Barnes and Noble, 1998), s. 190 vd..
60. Ayrımcılık Karşıtı Arap-Amerikan Komitesi’nin 1993 yılında yaptığı başvuru üzerine bu sözler şöyle değiştirilmiştir: “Orada arazi düz, hava çok sıcaktır Evet,, bar barca bir şey… Ama ne yaparsın, bu benim ülkem işte.”
61. Adam Kuper, İlkel Toplumun İcadı, s. 13.
62. james Mill (1817), İngiliz Hindistanı Târihi, c. 2, s. 167, nakleden Kuper, Ilkel Toplumun İcadı, s. 30. İngiliz faydacıları ve Hindistan sorunu hakkında daha fazla bilgi için bkz. E. Stokes, The British Utilitarians and India (Oxford: Oxford University Press, 1959).
63. john Stuart Mill, On Liberty (1859), (Canada: Batoche Books, 2001), s. 14.
64. Rousseau’nun risalesi için bkz. https://www.stmarysca.edu/sites/default/files/attachments/files/arts.pdf