İçki

 

İçki

Dönem belgelerinde ve metinlerinde özel ifadesiyle arak ve hamr/şarap olarak geçen, genel ifadesiyle müskirat[61] diye isimlendirilen, bugün ise içki olarak ifade edilen alkollü içecekler konusu, Osmanlı geleneksel zihniyet ve sistemindeki değişimi takip etmeye imkân sağlayan önemli konu başlıklarından birini teşkil etmektedir. Çünkü içki konusu özelde Osmanlı genelde ise Müslüman bireyler ve toplum­lar açısından din, ticaret, genel ahlak kurallarıyla doğru­dan ilgili olduğu gibi, Osmanlı’nın toplumsal, dini, siyasi, ekonomik sistemini anlamanın önemli mecralarından da biridir. Osmanlı sisteminde ve dolayısıyla ülkesinde, gayri­müslim tebaanın içki imal etmelerine ve kullanmalarına ka- nşılmazken, Müslümanların içki imali ve kullanımı yasaktı. Müslümanlar için içki imali ve kullanımı ceza gerektiren bir suçtu. Ancak elbette hiçbir toplumda hiçbir yasak tama­men yok edilemediği gibi, Osmanlı’da da Müslüman teba­anın içki imali ve özellikle de kullanımı tamamıyla önlene­memiştir. İçki yasağını çiğneyen bireyler eksik olmamıştır. Suçu tespit edilenlerin cezalandırılmalarına ilişkin uygula­mada zaman zaman sertleşme veya gevşemeler görülmekle birlikte, Osmanlı’da genel ilke Müslümanların içki imali ve kullanımının yasak olması şeklindedir. Bu durum, içkinin serbest sayılabilecek şekilde bolca tüketildiği 19. yüzyıl son­ları veya 20. yüzyılın ilk çeyreğinde de böyleydi.

Suçun hiçbir toplumda tamamıyla yok edilemediği ger­çeğinin gereğine uygun olarak, yasak olmasına rağmen, Os­manlI’da Müslümanların içki tüketiminin önüne tamamıy­la geçilemediği gibi, Osmanlı sisteminin bir temel özelliği, gayrimüslimlerin içki tüketimini tamamıyla önlemeye engel olmuştur. Bu İslâmî temele sahip “millet sisteminin” beklen­dik bir sonucudur. İslam’a göre zimmet akdi ile Müslüman­ların egemenliğindeki devletin tebaası olan gayrimüslimler din ve kültürlerinin gerektirdiği inanç ve hayat tarzını sür­dürme özgürlüğüne sahip olurlar. Gayrimüslimler, zimmet akdi ile istisna niteliğinde bazı siyasi haklar (devlet başkanı, kadı ve askerî yönetici) dışında bütün medeni ve kamusal hakları elde etmekle kalmaz aynı zamanda Müslümanlar ile hukuken eşit hâle gelirler. İbn-i Kemal, Tevarih-i Al-i Os­man adlı eserindeki “Selatin-i alî şan-ı âlî Osman’ın vücuh-ı rüchanını bunların derecat-ı fazlını…”[62] adlı başlıkta Os­manlI’nın seleflerinden farklılığını ve üstünlüğünü, Osmanlı Devleti’nin darü’l İslam’da İslam devletlerinin yıkılması ile değil darü’l harpteki fethedilen topraklarda kurulmasına dayandırmıştır. OsmanlI’nın “millet sistemi” de buna göre şekillenmiş, içki imali, ticareti ve tüketimi Müslümanlara yasak olmasına rağmen, gayrimüslimler için böyle bir yasak söz konusu olmamıştır. İslam hukukuna göre içkinin Müs- lümanlar tarafından içilmesi, alımı, satımı haram olmasına karşılık devlet, üretim yapan gayrimüslimlerin şarapların­dan mirî (devlet) için onda bir “öşür” dahi almıştır. Devlet, içkilerin üretimi yapılan üründen vergi almanın yanı sıra, içki satılan yerlerden de vergi almıştır. Buna “resm-i meyha­ne” denilmiştir. Bu vergi yıllık olarak alınmaktaydı.

İçki imalinin, ticaretinin ve kullanımının Osmanlı de­mografik yapısının neredeyse yarısını teşkil eden gayrimüs­limlere yasak olmaması, yasağm muhatabı Müslümanlardan yasağı çiğnemeye meyilli olanlar için bir imkân olmuştur. Zira Osmanlı ülkesinde, gayrimüslim tebaa sebebiyle içki imali,, ticareti ve tüketimi yaygındı. İçki kültürü gelişmiş, içki kültürünün önemli bir unsuru ve mekânı olan meyha­neler faal bir şekilde açık olmuştur. Osmanlı’da gayrimüs­lim unsurlara İslami esaslar çerçevesinde muamele edilerek kendi kültürlerini sürdürmelerine imkân tanınmasının ne­den olduğu muazzam bir içki kültürü oluşmuş, bu durum bazı Müslümanların içki yasağı kuralını çiğnemelerine yol açmış, bu ise siyasi iradenin sıklıkla yasağı hatırlatan veya şartlara göre yeniden düzenleyen uygulamalar yapmasını gerekli kılmıştır. 17. yüzyıldaki uygulamalardan anlaşıldığı üzere, Müslüman ahaliye yönelik içki yasağı takip eden dö­nemlerde de bazen sertleşerek bazen yumuşayarak devam etmiştir. Ancak batılılaşma sürecine bağlı olarak içkiye iliş­kin tutum ve davranışın radikal şekilde değişime uğradığı dönemin (Tanzimat döneminin) arifesindeki duruma bir göz atmakta fayda var. Bu, gerçekleşecek değişimin niteliği­ni anlamaya katkı sağlayacaktır.

Uygulanan yasaklara rağmen, İstanbul’da içki bulmak hiçbir zaman çok zor olmamıştır. Çünkü ifade edildiği üze­re, gayrimüslimler imalatını da ticaretini de yapıyorlardı. Dolayısıyla tüm yasaklamalara rağmen bazı yörelerde Müs- lümanlara gizlice içki satılmaya devam etmiştir. Hatta mey­hanelerin kapatıldığı ve yasağın katı şekilde uygulandığı dönemlerde yasak boyutuyla içki ticareti yapan “ayaklılar” türemişti. 18. yüzyılın sonlarında olan da benzerdir. 1791 tarihli bir hatt-ı hümayundan, yasak kararından sonra İs­tanbul’da bazı evlerin gizlice meyhaneye çevrildiği anlaşıl­maktadır. Dönemin vakayii Cabi Said Efendi, mevcut yasa­ğın nasıl aşıldığını şöyle anlatmıştır:

Sultan Selim ne kadar meyhane var ise kapattı. Şarap, rakı ve onlara benzer ne kadar içki varsa hepsini şiddetle yasak etti. Ya­sağa rağmen içki kullanmaya devam eden birkaç kişi idam olun­du. Kumlara ve Ermenilere patrikleri, Yahudilere ise hahambaşı, Müslümanlara içki vermemeleri ve satmamaları için muhkem tembih ettiler, aksi takdirde idam olunacaklarını bildirdiler. Ay­yaşların hâli kötüleşti ama çok geçmedi el altından içki satanlar da peyda oldu. Mesela bir adam eline bir bülbül kafesi alıp sokağa çıkar, sorana bülbülümü gezdirmeye giderim derdi. Ama kafesin içine bağırsak konulmuş, bağırsaklar da rakı ile doldurulmuştu. Kafesin ağırlığından şüphelenen zabıta, herifi yakalamış, rakıyı meydana çıkarmıştı. Bazıları ise işçi, çamaşırcı kefere karıları te­darik etmişler, bekâr çamaşırı getirip götürmek bahanesi ile ça­maşırların içinde gizli rakı ve şarap getirmişlerdi. Teneke boru satan Yahudiler türedi, boruların içi rakı ve şarap dolu. Erbabına rastladıklarında içindekini sunarlar, yabancılara ise “satılık değil ısmarlamadır” derlerdi. Müptelalar evlerinde, bahçelerinde im­bikler kurup kendi içkilerini kendileri yapmaya başladılar. Sultan Bayezid tarafındaki imbikçilerde imbik kalmadı…[63]

İçkiye karşı katı tutumun yumuşamasında etkili olan bu gelişmeler, önceleri zaman zaman yasaklanan, kimi zaman da açılmalarına göz yumulan meyhanelerin, büyük bir ser- bestiyet kazanmasını da beraberinde getirmiştir.[64] Ancak yine de sarhoş olup taşkınlık yapanların cezalandırılması ve meyhanelerin gözetim altında tutulması sürmüştür.[65] Bu konuda önemli bir örnek, şarap içenlerin engellenmesine yönelik çıkarılmış 17 Ocak 1841 tarihli emirdir. Bu emir­de, şarap içmek gibi şeylerin, İslamiyet ile bağdaşmadığı belirtildikten sonra, bu tür suçları işleyenlerin yakalanması istenmiştir. Belgeye göre o yıllarda içki, sokak ve çarşı ara­larında açık bir şekilde içilmekte ve sarhoş olunarak çeşitli taşkınlıklar yapılmaktadır. Bu şekilde içki içtiği tespit edi­len Müslümanlar hakkında uygulanacak cezalar ise, farklı şekilde belirlenmiştir. Şayet bir Müslüman’ın ilk kez sarhoş olduğu veya içki içtiği görülmüş yahut duyulmuşsa on beş gün, ıslah olmaz da aynı suçu ikinci kez işlerse bir ay, aym suçtan üçüncü kez yakalanırsa artık ıslah olmaz düşünce­siyle Tuzla İskelesi’nde ömür boyu hapis ile kürek cezasına çarptırılacaktır.[66]

İçkiye karşıt tavır ve uygulamaların Müslümanlar ara­sında yumuşamaya başlamasında, Sultan II. Mahmud dö­neminde hedeflenen ve yürütülen batılılaşma politikaları­nın rolü büyüktür. Tanzimat ise dönüm noktası olmuştur. Zira Tanzimat’la gelen değişim “kahve bakkallarıyla Rum, modasıyla Fransız, paltosuyla İngiliz, birahaneleriyle Al­man, musikisiyle İtalyan ve İspanyol, bekçisiyle ve hama­lıyla Türk bir İstanbul” [67] doğurmuştur. Gayrimüslimlerle sınırlı içki kültürü de bundan nasibini almış daha önceleri kapalı mekânlarda ve mahallenin uzağında içilen içki, ba­tılılaşma sürecinde nüfusun en yoğun ve şehir için hareketliliğin en işlek bölgelerinde açılan mekânlarda açıktan içilebilir hâle gelmiştir. En önemlisi de gayrimüslimler için serbest olsa bile tüm kesimler tarafından pek olumlu bulun­mayan, içenini toplumsal ilişkilerde mahcup bir pozisyona itekleyen içki “medeni” olmanın sembolü işlevini görmeye başlamıştır. Bundan böyle içki sadece meyhanelerde değil, “medenileşmeye” bağlı olarak açılan kafe, bar, gazino, hotel, restoran, baloz gibi mekânlarda da içilmeye başlanmıştır. Üstelik Osmanlı toplumu için önemli bir yenilik de bu ve­sileyle başlamış, içki türlerinde bir çeşitlenme yaşanmıştır. Batılılaşmanın etkisiyle yaygınlık kazanan alafranga kültür, geleneksel içki olan şarap ve rakı ile yetinmemiş, konyak, şampanya, bira gibi içkilerin de yoğun bir şekilde kullanımı­nı sağlamıştır. Böylelikle Osmanlı içki kültürü önemli bir çe­şitlilik kazanmıştır. Elbette mekân noktasında gerçekleşen bu serbestiyet “ruhsat” gibi resmî belgeleri gerektirmişse de bu belgeyi almak gayet kolay hâle gelmiştir. Müslümanlar için resmiyette hâlâ yasak olmasına ve zaman zaman bu ya­sağı hatırlayan düzenlemeler genellikle kâğıt üstünde kal­mak üzere uygulamaya konsa bile, artık iki içmenin önün­de kayda değer bir engel kalmamıştır. Sadece bir engelden bahsedilebilir; sosyal kontrol. Zira içki kullanımının insanın itibarını sarsan ve hatta düşüren, aile ilişkilerine zarar veren bir yönü olduğuna yönelik geleneksel anlayış Müslüman halkın zihin dünyasında gittikçe zayıflamakla birlikte hâlâ yaşamaya devam etmektedir. İçki tüketimi hâlâ ayıplanan bir şey olmaya devam etmektedir. Ancak bu sosyal kontrolü hiçbir şekilde önemsemeyenler için söylenecek hiçbir şey kalmamıştır.

Değişimin temelinde zihniyet savrulması vardır. Bu zih­niyet savrulmasının nereden başladığını ve nasıl seyrettiği­ni takip etme imkânına sahibiz. Zira döneme tanıklık eden seyyahların hatıraları konu hakkında oldukça detaylı sayı- labilecek bilgiler vermektedirler. Bu bilgilerin tanıklığından öğrendiğimize göre, ihtiyaç faktörünün etkisiyle Osmanlı’da tüm diğer kurum ve alanlardan önce batılılaşmaya başlayan askerî yapı, tüm diğer kurum ve kesim mensuplarından önce ve daha derinlikli sekülerleşirken, içkiye karşı tutum ve tavırlarda beklentiye uygun olarak en hızlı değişim de burada gerçekleşmiştir. 1830larda İstanbul’a gelen Micha- ud ve Poujoulat’ın konuya ilişkin önemli tespitlerinden biri şöyledir: “Türk subayların şarap içmekle kendilerini suçlu ya da günahkâr gibi hissetmediklerine epeyi sıkça tanık olmuşuzdur.”[68] Onları bu kanaate sevk eden olaylar, “Türk subayların” alkollü içeceklere sadece ilgili olmadıkları aynı zamanda düşkünlük düzeyinde bağımlı oldukları kanaati­ne sahip olmalarını sağlamıştır. Çünkü yine bu iki seyyahın tespitiyle, “Türk subaylar” alkollü içki içmeyi “medeni” ol­manın gereği kabul etmektedirler:

Avrupa camiasına girmek için Dionysos kültünün gerekli olduğu­na duydukları inançla bu külte boyun eğmeye hazır görünüyorlar. Üzüm denen meyvenin meyvesini, uygarlığın bir öğesi olarak de­ğerlendiriyorlar. Şimdilerde şarap Türkiye’de filozofların ve güçlü zihinlerin içkisi.[69]

Bu tespit ve görüşün istisna olmadığını söylemek gereki­yor. Zira Tanzimat döneminin hemen başları sayılabilecek bir zamanda İstanbul’da bulunan Moltke’nin tanıklıkları ve tespitleri, Michaud ve Poujoulat’ınkilerle birebir örtüşüyor. Moltke, devlet adamları arasında içki kullanımının artma­sından bahisle devlet adamlarının “bütün eski Türk batıl fi­kirlerinden nasıl tamamile sıyrılmış olduklarını göstermek için şampanya içtiklerine”[70] dikkat çekmiştir. İngiliz şair ve yazar Miss Julia Pardoe de 1836’da dokuz ay kaldığı İstan­bul’da katıldığı bir yemekli toplantıyı şöyle anlatmıştır:

Yemek, Avrupa yönteminde verildi. Sofra, çok güzel düzenlen­mişti. Her türden birçok Fransız şarabı vardı. Şampanya ile Edin- burgh birası da eksik değildi.[71]

Amerikalı zoolog James Ellswort De Kay (1792-1851), Türkiye’de kaldığı zamanlara ait hatıralarını anlattığı Sketc- hes ofTurkey adlı kitabında konumuz hakkında detaylı sayı­labilecek bilgiler aktarmıştır. İstanbul’da bulunduğu sırada, amiral rütbesinde bir liman kumandanı olan Reis-i Liman Bey’in yemek davetine katıldığını belirten De Kay’ın yemek ile ilgili gözlemleri, bir Osmanlı bürokratının şahsında batı­lılaşmanın nerelere sirayet etiğini ve hangi düzeye eriştiğini gösterir niteliktedir:

[…] Bıçaklar, çatallar ve tabaklar İngiliz imalatıydı ve en pahalı cinstendi; masa nefis bir işçilik ürünü olan kristalden yapılmıştı; en hafif Fransız şaraplarından çıkarıldı; kısacası İngilizlere has ti­tizlikten hiçbir farkı yoktu. Komşularımızın muhterem sakallan ile sandalyelerimizin arkasında dikilen silahlı ve al giysili hizmet­liler olmasa Türkiye’de olduğumuza zor inanırdık.[72]

De Kay, yemeğe geçmeden bir miktar rakı içtiklerini ve kadehlerini sultanın sıhhatine kaldırdıklarını belirtmiştir. Bu, ilk önce küçük bir şaşkınlığa yol açsa da daha sonra al­kışlarla karşılık bulmuş, Osmanlı davetlilerin pek çoğu, bir anda tereddütlerini bir kenara bırakmış ve muazzam bir neşeyle kadeh kaldırmışlardır. De Kay’ın rakıya yönelik tu­tumla ilgili tespiti ilginçtir. “Bir Türk beyefendisi, geniş al­kol ailesinin hafif ve cazip bir türü olan rakıya, bir kadeh dolusu şarap gibi dindarca bir korkuyla bakmadığını…” belirten De Kay, davetlilerden bir kısmının ve yemeği dü­zenleyen ev sahibi amiralin, kadeh kaldırırken sadece saf su kullandığını belirtmiştir.[73] De Kay’ın Tanzimat Türkiye’si ile ilgili tespitleri sadece özel bir yemek davetiyle ve üst düzey bürokratlarla sınırlı değildir Arkadaşıyla birlikte kahve ve nargile içilen bir mekâna gittiklerinde, mekân çalışanların­dan uyarıcı gücü daha yüksek olan bir şey isterler. De Kay’m “dürüst” sıfatıyla nitelediği Mehmet isimli kişi, dükkânında istenilen tür şeyler olmadığını söyler. İçki satmama sebebi sorulduğunda ise şarap satmanın şarap içmek kadar suç ol­duğunu düşündüğü ifade eder. Ancak, kendilerinden içki isteyen kişilerin Amerikalı olduğunu öğrenince bu kez soru sormaya o başlar ve gerçekten Türklerin dinini değiştirmek için şarap ve ateşli içkilerle yüklü gemilerle birlikte misyo­nerler gönderip göndermediklerini sorar. Bu soruya De Kay, cevabı “yalanlayamasak da kendisini bu söylentilerin olduk­ça abartılı olduğuna ikna etmeyi başardık”[74] şeklinde olup, üstü pek de kapalı olmayan bir şekilde soruda ifadesini bu­lan görüşü paylaştığını ifade eder. Bu oldukça manidar bir durumdur. De Kay, “…ülkemizden milyonlarca galon New England romunun, yerküre üzerinde kendini en iyi kontrol eden insanları yollarından saptırmak ve ahlaklarını bozmak için gönderilmesi bizde bir üzüntü duygusu yarattı…”[75] iti- rafını dile getirmek zorunda kalmıştır. Anlaşılan o ki içki sektörü Tanzimat sonrası OsmanlI’sını kendisine yeni ve büyük bir pazar olarak seçmiştir. Ancak bu pazarın üst dü­zey bürokratları ve zenginleri kısa sürede “müşteri” hâli­ne gelmesine karşılık, dinine ve geleneğine sadakatle bağlı genel halk kesimleri direnmeye devam etmiştir. Bu açıdan 1893 yılında İstanbul’a gelen Mrs. Max Müller’in tanıklığı oldukça dikkat çekicidir:

Sokaklarda kavgaya pek rastlanmıyor. Hele sarhoş erkeğe veya sarhoş kadına hiçbir yerde rastlanmaz. Şayet bir sarhoş görür­seniz bunun bir Türk olmadığına emin olabilirsiniz. Söylentilere göre yüksek tabakadan bazıları gayet serbest şampanya ve hatta daha sert içkiler içiyorlarmış. Orta ve alt tabaka henüz içki müp­telası değildir. Bu doğrudan doğruya kendi hür iradeleriyle Pey­gamberlerine olan hürmetten İleri gelmektedir.[76]

Rakı ve şarapla başlayan ve şampanya, likör gibi içkilerle yeni açılımlar kazanan “medenileşme” ritüelleri kısa sürede listesine birayı ve birahaneleri de almıştır. Her ne kadar ön­ceki tarihlerle ilgili bazı belgelerde “arpa suyu” yer alıyorsa da Osmanlı tebaasının bira ile tanışması Tanzimat batılılaş­masının bir ürünü olmuştur. Biranın, batılılaşma sürecinin bir sonucu olarak Osmanlı içki kültürüne girdiği kesin ol­masına karşılık, bunun tam olarak ne zaman gerçekleştiğini tespit etmek hayli zordur. Ancak bunun tarihinin 18. yüz­yıl olmadığı da açıktır. Çünkü İstanbul’un İsveç Elçiliği’nde uzun süre görev yapan Max d’Ohsson, 18. yüzyıl Osmanlı toplumunun birayı tanımadığını belirtmektedir.[77] Ancak, Sultan II. Mahmud döneminde İstanbul’da bulunan Miss Julia Pardoe’nin, katıldığı bir yemek davetinde Edinburgh birasının bulunduğunu ifade etmesi,[78] biranın üst düzey yöneticilerin kullanımında yer aldığını göstermektedir. Ko­nuyu detaylı bir şekilde araştıran İlhan Eksen, İstanbul hal­kının bira ile tanışmasının Tanzimat’tan sonra gerçekleştiği görüşündedir. Onun tespitlerine göre dönemin ünlü “Sal- vatore Birası”, 1840’larda Pera’da görülmeye başlamıştır.[79] Kudret Emiroğlu ise, 1850’li yıllarda Zonguldak’taki kömür üretiminde çalışan Sırp ve Hırvat işçilerin bira içtiklerini, Müslüman işçilerin ise onlar aracılığıyla bire ile tanıştıkla­rını ifade etmektedir.[80] Araştırmacı Desmet ve Cregoire ise Kırım Savaşı zamanlarını biranın İstanbul’da yaygınlaştığı yıllar olarak ifade etmişlerdir.[81] Biranın Osmanlı’da kullanı­ma başlanmasıyla ilgili daha başka tarihler de dile getirilmiş olup hemen hepsi yaklaşık 1840 yıllara işaret etmektedir.[82]

Bira, Osmanlı içki kültürüne dâhil olmuş ancak İslami açıdan durumu diğer içkilerden farklı olmamış, o da ulema tarafindan haram olarak nitelenmiştir. Çünkü içeni sarhoş etmektedir. Biranın ilk andan itibaren “haram” muamelesi görmesi sebebiyle Sultan emriyle çıkan irade-i seniyye uya­rınca yasaklanan müskirat türüne dâhil edilmiştir. Bu konu­da 1904 tarihli irade-i seniyye bir örnektir.[83] Fakat biranın da diğer içkilerde olduğu gibi yasak olması büyük oranda kâğıt üzerinde kalmış, sistem gereği alkollü içkileri rahat­lıkla üretebilen, ticaretini yapan ve kullanan gayrimüslim­ler birayı, peş peşe açılan birahanelerde hem içmişler hem de müşterilerine servis etmişlerdir. Müşterilerin önemli bir kısmının ise Müslümanlardan oluştuğu kesindir. İlginç ve önemli olan bir durum ise, özellikle İkinci Meşrutiyet döne­mi gazete ve dergilerinin insanları bira içmeye teşvik eden yayınlar yapmalarıdır. Birayı ilaç/şifa olarak takdim eden yayınların pek çok örneğinden biri Servet-i Fünun dergisi ile ilgilidir. Dergide “Hem Zevk Hem Tedavi” başlığıyla yer alan bir ilanda, biranın bir takım “faydaları” dile getirilmiş ve “şifa kaynağı” olması nedeniyle eczanelerde satıldığı be­lirtilmiştir. İlan metni şöyledir:

Nice zevat diğerlerinin kemal-i iştaha ile yemek yediklerini görüb hasret çekerler, nice adamlar sofraya oturub midelerinin hâli ik- tizasınca bir lokma yemek yimezden mahzun kalkarlar. Biçareler nasıl yimek yiyebilsünler ki sofradan kalktıklarında mideleri ekşir ve yanar geğirirler ve yediklerini hazm idemeyüb bin dürlü zah­met çekerler. Bu gibi adamlar içün yimekden evvel meşhur De- jarden’in Malt Birası’ndan bir veyahut iki kadeh içecek olurlarsa mezkûr bira kendilerine hem latif bir neşe virir ve hem de mide hastalıklarının her nevini tedavi idüb iştihayı açar, yimeği kolayca hazm itdirir midenin ekşimesi ile yanmasını az müddet zarfında geçirir, uykuyu tanzim ider ve vücudufevkalade kuvvetleşdirir. Adi biralardan içüb midelerini fevkalade harab itmekden ise De- jarden’in Malt Birasından istimal iderek hem neşelenüb ve hem de midelerinin sıhhatini hıfz itmeleri mide hastalığından muzda- rip olanlara ve erbab-ı zevke tavsiye olunur. Mezkûr bira umum eczahanelerde ecza depolarında ve büyük bakkal dükkânlarında satılur. ’Dejarden’ ismini havi olmayan şişeler takliddirler.[84] [85]

İnceleyin:  Sömürgecilik ve Oryantalizm-1

Bira zaman geçtikçe daha çok tüketilmeye başlanmış, bu da gayrimüslimler eliyle ve aracılığıyla biranın üretimi­ni gündeme getirmiştir. “Arpa suyu” adı altında 1850-60’11 yıllarda bazı bireysel üretim girişimleri olduğunu bildiği­miz biranın fabrikasyon üretiminin tarihi için 19. yüzyılın sonlarını beklemek gerekecektir. 1903 yılına ait Annuaire Oriental du Commerce*5 adlı Fransızca yıllık İstanbul’da bira üreten kişiler ve imalathanelerin yeri hakkında bilgi­ler sunmaktadır. Bu yıllığa göre Cosmas, Grein, Kopens, Weiland, Schaffer, Barthalomeo Scherrer gibi Avrupa bira markaları İstanbul’da üretilmekte veya şişelenmektedir. Yıl­lığın 1892-1893 yılındaki listesine daha sonra ünlü bir bira markası olacak Bomonti ismi eklenmiştir. Bomonti fabrika­sı ise “buharlı büyük bir fabrika” olarak nitelenmiştir. Do­layısıyla bira üretiminde fabrikasyon sürecinin Bomonti ile başladığı söylenebilir. Bomonti Bira Fabrikası adıyla bilinen bu fabrika Adolf Bomonti tarafından kurulmuştur. İsviçre vatandaşı olan Adolf Bomonti, fabrikasını Almanya’nın hi­mayesinde kurmuştur. Fabrika, Şişlinin arka taraflarında üretime başlamıştır. Bomonti bira fabrikasının küçük bir işletme olarak faaliyetine başlaması ve takiben bir fabrika­ya dönüşme tarihi konusunda farklı tarihler kaydedilmiştir. Ancak yaygın kabule göre 1888 yılında işletme ruhsatı alın­mış, 1890 yılında ise fabrika üretimine geçilmiştir. Bomonti bira fabrikası 1902 yılında daha da büyümüş ve 1908 yılında bir anonim şirkete dönüşmüştür. Bira imalatına büyük yatı­rımlar yapan bu anonim şirket, belediye sınırları içerisinde­ki bira üretimini kendi tekeline almak için girişimde bulun­muş ve İstanbul belediyesi ile anlaşarak amacına ulaşmıştır. Fakat Büyükdere tekel sınırları dışında kaldığı için mevcut anlaşmanın bir açığını bulan Londra merkezli Nektar Bi­racılık Şirketi, 1909 yılında Büyükdere’de bir bira fabrika­sı kurmuştur. Osmanlı’da fabrikasyon bira üretiminde söz sahibi olan bu iki şirket arasındaki rekabet iki fabrikayı da mali açıdan oldukça zor durumda bırakmış, aralarındaki rekabetin kendileri için olumsuz sonuçlarını gören bu iki şirket 1912 yılında birleşme kararı alarak Bomonti-Nektar Birleşik Fabrikaları adı altında üretime devam etmiştir.

Osmanlı ülkesinde bira fabrikası sadece İstanbul’da açıl’ mamış, İzmir de bu konuda önemli bir üretim merkezi ol­muştur. İzmir’de faaliyet gösteren ilk bira fabrikalarından biri 1894 yılında Emirza Biraderler tarafından Karataş’ta açılmıştır. Bunu Madam Prokopp’un Fabrikası takip etmiş­tir. Bir diğer bira fabrikası ise İzmir Halkapınar’da faaliyete geçen Aydın Bira Fabrikasıdır.

Tüm bunlara ilaveten 19. yüzyılda özellikle meyhane­lerde içilen bir içki olan rakının fabrikasyon üretim tarihi önemlidir. Rakının Anadolu’da ilk ne zaman üretildiği kesin olarak bilinmemektedir. Rakının varlığından haber veren en eski belgeler 16. yüzyıla aittir ve 17. yüzyılla birlikte rakı ke­limesinin daha çok kullanıldığı görülmektedir. Evliya Çelebi de seyahatnamesinde rakıdan bahsetmiştir. Türkiye’de ilk rakı fabrikası, batılılaşmanın kendini oldukça yoğun hisset­tirdiği, alkollü içki tüketiminin “medeni” olma ölçütü olarak görülmeye başlandığı 19. yüzyılın son çeyreğinde, Sultan Abdülhamid’in başmabeyincisi ve maliye bakanlarından Sancazade Ragıp Paşa tarafından Tekirdağ Yolu üzerindeki Umurca Çiftliği’nde faaliyete geçirilmiştir.

Konumuz açısından önemli olan, içki tüketiminin, Tanzimat’ın önemli eşik olduğu batılılaşma sürecine bağlı olarak 19. yüzyılda, resmen yasak olmasına rağmen, Müs­lüman tebaa arasında özellikle de Batılılaşmış veya batılı­laşmaya tutkuyla bağlı kesimler arasında gittikçe yaygınlaş­mış olmasıdır. İçki tüketimi ile batılı bir zihniyete ve hayat tarzına sahip olma isteği arasındaki ilişki doğrusal yönlü ve güçlü bir ilişkidir. Böyle olduğu içindir ki Tanzimat döne­mi şekilci batılılaşma çabalarını eleştiren dönem edebiya­tı, içki tüketimini kendisine önemli bir konu başlığı olarak seçmiştir. Bu açıdan Müşahedat önemli bir örnektir. İçki­nin, kumarın ve fuhşun zarar ve tehlikelerine dikkat çekilen romanda, içkinin ne kadar tehlikeli ve zararlı olduğu fark­lı örnekler üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır. Örneğin Osmanlı ülkesinde cinayetlerin önemli sebepleri arasında içkiyi dikkat çekilmiş, cinayet suçunun görece az olması­nın sebebi olarak “Allah korkusu” ifade edilmiştir. Kitaba göre bu korku Osmanlı ülkesinde içkinin yaygınlaşmasını önlemektedir.[86] İçki kullanımının okurunu bilgilendirmek ve uyandırma amacına sahip Müşahedat?okurlar içkiye karşı uyarılmış, içkinin zararlarını gözlemenin gayet kolay olduğu, bunun için içki müptelası olan kişilerin dikkatli şe­kilde gözlenmesinin yeterli olacağı ifade edilmiştir. Buna göre “erbâb-ı işret” içmeye başladığı zaman eğer hiddet­lenmeye başlarsa, “teessürât-ı dimagiyye” baş göstermeye başlamış demektir. Bu da içen insan için ciddi bir tehlikedir. Bu insan çıldırabilir, kendini ya da bir başkasını öldürebilir. Dolayısıyla içki, içmeyen insan için bile çok kolaylıkla bir tehdide dönüşebilir. Müşahedat?ta, dönemin içki, kumar ve kadın suiistimaline dayalı rutinlerinin oluşturduğu sefahat âlemleri, bataklığa benzetilmiştir. Bu sefahat âlemlerinde, o gazinoda amacı “avanak müşterilerini” içkiye sevk etmek ve çokça içmelerini sağlamak olan kadınların tamamıyla müş­teriyi aldatıp soymaya yönelik tutum ve davranışlar içerisinde oldukları belirtilerek, bu ortamlardan uzak durmak gerektiği ifade edilmiştir:

Oyuncu kızlar büfeciyi memnun etmek İçin konyakların en pa­halısından, şampanyaların en âlâsına kadar türlü içkilerle kendi­lerine ikram ettirdikleri avanak müşterilerin keselerini boşalttırı­yorlar. Hele bir tarafta da kumar oynanıyor ki maazallah… Zira burası sefahat âleminin en bataklık bir berzahıdır.[87]

Namık Kemal’in intibah adlı romanının başkarakteri Ali Bey, yaşadığı problemleri, sahip olduğu sıkıntıları içki ve kumar âlemleri sayesinde unutmaya çalışmaktadır. Ancak tercih ettiği yol onu daha da aşağılara çekmekte, bataklığa saplanmasına yol açmaktadır. Babasından kalan mirası bir yıl gibi bir süre içerisinde içki, kumar ve genelevlerinde tü­ketir. Annesiyle birlikte fakir bir hayat sürdürmek zorunda kalır. Ali Bey, Tanzimat romanında tüketim kültürünün bel­ki de en büyük kurbanlarından biri olarak görülebilir:

Nankör ve hain evlat, içki sofrasından kumar masasından ayrılıp da annesinin cenazesine bile gitmemişti. Garip ve talihsiz kadının cenazesi, bir iki hayırsever komşunun delaletiyle, belediye tara­fından kaldırıldı.[88]

Mizancı Murad da Turfanda mı Yoksa Turfa mı? adlı ro­manında içki, kumar ve fuhuş belalarını konu edinmiştir. Ahmed Midhat’ın “Para” hikâyesinin kahramanı Sulhi, tam bir Osmanlı centilmenidir. Eğlenmeyi seven kahraman, ku­mar ve tüketime yönelik eğlence biçimlerinden hoşlanmaz ve uzak durur. Onun şahsında bir Osmanlı gencinin pekâlâ Osmanlılık âlemlerinin eğlence biçimlerinden de haz alabi­leceği vurgulanır. Anlatıcı, okuruna bu daire içinde sınırlı kalmayı tavsiye eder.

Ahmed Midhat ise kahramanı Sulhi üzerinden dönemin yaygın kabulünü düzeltme adına “centilmen” veya “alafran­ga” olmanın gereğini açıklama ihtiyacı hissetmiştir:

alafranga olan kısmı Osmanlılık âlemlerinde eğlenmedikleri hâlde Sulhi bilâkis Osmanlılık âlemlerinde eğlenir. Kezalik alaf­ranga olan takımı en büyük meşguliyet olmak üzere kumara da­dandıkları hâlde Sulhi kumardan hoşlanmaz.[89]

Ahmed Midhat, romanlarında balo, içki, kumar ve fuhuş arasında doğrusal ve güçlü bir ilişki kurmuştur:

Balo denilen mahallelerde eğlence yalnız raksa da münhasır de­ğildir. Her kim ne suretle ister ise eğlenir. Kumar oynamak balola­rın raks kadar ve belki daha ehemmiyetli bir eğlencesidir.[90]

Buralardaki bazı içkilerin fiyatı, bir işçinin birkaç günlük bütçesine yakındır:

Balolarda içki dahi cümle-i levazımdandır. Kibar balolarında, resmî yerlerde içkiyi hane sahibi takdim ederse de umumî balo­larda gayet mükellef büfeler vardır ki ismi işitilmedik içkilerden birkaç yüz nevi şeyler bulunur. Bunların en ucuzları da vardır en pahalıları da. Şöyle ki bir dülgerin beş on günlük gündeliğini siz orada bir şişe içkiye verebilirsiniz.[91]

Vah adlı romanda, kumardan “murdar merak” ibaresiyle bahsedilerek züppe tiplerin kumar illetiyle servetlerini nasıl batırdıklarına değinilmiştir:

Şıklar ve centilmenler kumar oyununu pek ziyade sıklık addey- ledikleri cihetle hemen servet-i hanedanım o murdar merak uğ­runda batırdıkları hâlde…[92]

İçkinin 19. yüzyılın sonlarında ve özellikle de 20. yüz­yılın ilk çeyreğinde yaygın şekilde tüketilmeye başlanması­nın önemli örneği olarak dönemin genç subayları dikkate alınabilir ve alınmalıdır. İçki kullanımının özellikle subaylar arasında ne kadar yaygın hâle geldiğini, bilhassa 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki genç subayların nasıl birer içki müptelası hâline geldiğinin örneği pek çoktur. Üstelik bunların içkiyi, sadece evlerinde veya herhangi bir içkili mekânda değil de özellikle Pera ve Galata’daki kumar ve fuhuş eşliğinde içki tüketimin gerçekleştiği mekânlarda içmeleri, bu mekânların müptelası olduklarının önemli bir göstergesidir. Bunların izinli zamanlarında veya resmi görevleri gereği İstanbul’a geldiklerinde ilk fırsatta uğradıkları mekânların buralar ok ması ayrıca dikkat çekicidir. Yine bu durumun bu kimsele­rin alafranga kültüre kendilerini en üst düzeyde kaptırdık­larını ortaya koymaktadır. Fuhuş, kumar ve içki üçlüsünün yapışık üçlü olarak boy gösterdiği özel mekânlarda hedo­nist duygu ve arzuların her türlü karşılanması söz konusu bağımlılığın önemli bir gerekçesidir. Daha da önemlisi bu artık bir “iman” hâline gelmiş batılılar gibi olma tutkusu­nun beklendik bir sonucudur. Böyle olduğu içindir ki, ada­bımuaşereti savunanların içkinin hem medenilik göstergesi kabul edilmesinde ve hem de içkinin içilme zamanı, şartı, şekli ve çeşidi üzerinde bir alışkanlığın oluşmasında etkile­ri olmuştur. Ziyafetlerde hangi içkilerin nasıl içileceği ada­bımuaşeret kitaplarının birçoğunun konuları arasında yer almıştır.

Sofraya oturulduktan cüz-i bir müddet sonra derhal önünüzdeki ufak kadehe porto… gibi tatlıca bir şarap konulur ve yemek dağı­tılmaya başlanır.[93]

Nûş edilmesi sırası dahi bir kaideye tabi’dir. Çorbadan sonra mâ- der şarabı içilir… kaserus denilen şarab ise tatlıların esnâ-i tenâ- vülünde nûş olunur… şampanya sofranın iptidâ’smdan sonuna kadar gerek sade gerek aşılama tarzda içilir.[94]

Yemek bitince sofradan kalkılır. Sofradan kalkan erkekler, sağ ta­raflarındaki kadınlara kollarını takdim ederler. Yemekten sonra sohbet ve eğlence sırasında davetlilere, muhtelif çerezler verildiği sırada hususi bardaklarına şampanya şarapları doldurulur.[95]

İçki kullanımının yaygınlaşması, bireyler ve aileler başta olmak üzere ciddi düzeyde sağlık, ekonomi ve aile problem­lerine yol açması üzerine toplumsal bir tepki olarak içki ile mücadele amaçlı girişimler oluşmaya başlamıştır. Esasen bu tüm dünyanın problemidir. Belçika’da 1885’te düzenlenen Uluslararası Alkolizm Karşıtı Kongre (International Cong- ress Against Alcoholizm) bu açıdan önemli bir örnektir. Fa­kat Avrupa ülkelerindeki içki kullanımının sebepleri aynen Türkiye için geçerli olmasına karşılık, Türkiye’de içki kul­lanmaya sevk eden ve hatta teşvik eden bir sebep Avrupa’da söz konusu değildir; o da içki kullanımının asri/Avrupai olma aracı olarak görülmesidir. Ancak bazı şahsiyetler içki kullanımının hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacağı anlayışı ile içki kullanımı ile mücadele etmeyi bir sorumluluk olarak görüp, bu amaçla bireysel girişimlerin yanı sıra kurumsal ya­pıların teşkilini sağlayacak girişimlerde de bulunmuşlardır. Bazı gazete ve dergiler bu konuyu önemsemiş ve sayfaların­da sıklıkla konuya ilişkin uyarıcı veya bilgilendirici mahiyet­te yazılara yer vermişlerdir. Söz konusu gazeteler arasında îrtika, Yeni İkdam, Hikmet, Beyan ül Hak, Sıratımüstakim ve Sebilürreşad adlı gazeteler önemlidir. Bu gazetelerde yer alan birkaç yazıyı hatırlamak gerekirse, Hikmet gazetesinde müskiratın sonucunun “sefalet ve cinayet” olduğunu ifade eden “Müskirat Aleyhinde” başlıklı yazının yazarı, Cumhu­riyet dönemi batılılaşmasının önemli destekçilerinden ve devrimci kadronun üyelerinden Yunus Nadi’dir.[96] Cumhu­riyet döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı yapacak Akseki- li Ahmed Hamdi, Sebilürreşadda yayımlanan “En Müthiş Maraz-ı İçtimai: Müskirat ve Lubiyyat” yazısında, Balkan Savaşları ile irtibatlı bir hatırasını okurlarıyla paylaşma ih­tiyacı hissetmiştir:

Bosna Sebilürreşad namına Bulgaristan kasabalarında dolaşırken Müslümanlar ile Bulgarların hâlini tetkik ediyordum. Görüyor­dum ki Bulgarlar menafii milliye ve vataniyesi uğrunda gece gündüz ala bildiklerine çalışıyorlar; Müslümanlarda akşama, sabaha kadar tenbilhane olan kahvelerde lubiyyat ile vakit geçiriyorlar.[97]

Bu dergi ve gazetelerde yayınlanan içki karşıtı yazıların iki temel referansı vardır; birincisi dini, geleneksel değer­lere yapılan atıflardır. Bu beklenen bir durum olmakla bir­likte, sıklıkla atıfta bulunulan ikinci referans önemlidir; o da içki içmeyi batılılaşmanın gereği kabul eden zihniyete karşı, içki içmenin zaraHarım Avrupa ve Amerika’ya atıfla açıklama çabasıdır. Bu konuda Eşref Edip’in “Muhabere-i Hazıra ve İçkiler”[98] yazısı önemli bir örnektir. Eşref Edip, Avrupa, Amerika ve Kanada’da içkinin zararlarını azaltmak için yapılan çalışmalara ve bu çalışmaların temel dayana­ğı olan “bilimsel” çabalara atıfla içki konusunda okurlarını uyarma ve bilgilendirmeyi amaçlamış görünmektedir. Bu arada “içeriye” yönelik uyarılarını da dile getirmekten geri durmamış ve “yazıklar olsun ki garbı körü körüne taklit etmek, AvrupalIlara ait her şeye sırf Avrupa’dan gelmesine hürmeten alıvermek” diyerek yürütülen veya yaygınlaşan batılılaşma zihniyetini eleştirmiştir.

İçki ile mücadele amaçlı kurulan cemiyetlere gelince; bunun taşradaki örneklerinden biri İzmir diğer ise Karade­niz Ereğlisi ile ilgilidir. Karadeniz Ereğlisi Osmanlı İçki Düş­manları Cemiyeti içki ile mücadele etmeyi amaçlamış bir cemiyettir. Cemiyetin nizamnamesi, 30 Haziran 1910 tarih­li olup, Sıratımüstakim’&e yayınlanmıştır. Nizamnamenin birinci maddesinde söz konusu “mücadelenin” dini gerek­çesinin yanı sıra toplumsal ve siyasal gerekçesi de açıklan­mıştır. İlgili madde şöyledir:

Müslümanların peygamberi (s.a) bir mel’ûn (lanetlenmiş) cana­var için “habisliklerin (fesatlıkların, kötülüklerin) anası” buyur­muştur; o da: içkidir. Bugün hele Frehkleri (AvrupalIları), huyca, sağlıkça, kemire kemire zehirliyor, öldürüyor. Osmanlılar arasına yayıldıkça yayılıyor. Katresini (damlasını) haram bildikleri hâlde Müslümanların bile birçoğu kendilerini bu azılı düşmandan ko- ruyamıyorlar. Böyle bir düşmanla çarpışmak üzere Ereğli hem- şerileri ‘Karadeniz Ereğlİsi Osmanlı îçki Düşmanları Cemiyeti’ adıyla bir sancak açtılar, bunun altına toplanıyorlar.”

îçki Düşmanlan Cemiyeti ise resmen 7 Haziran 1913 ta­rihinde İzmir’de faaliyetine başlamıştır. Cemiyetin kuruluş amacı “içkiyle mücadele etmek”[99] [100] şeklinde ifade edilmiştir. O günlerde İzmir’de faaliyet yürüten meyhane ve birahane sayısı, Cemiyet’in kurulmasını sağlayan şartları anlamaya katkı sağlar mahiyettedir. İzmir’de 1900’lü yılların başında 226 meyhane ve 43 tane birahane faaliyet yürütmektedir.[101] idari ve faaliyet merkezi İstanbul olan ve 1910 yılında kuru­lan Osmanlı Men’-i Müskirat Cemiyetinin nizamnamesin­de cemiyetin kuruluş amacı şöyle açıklanmıştır:

Osmanlı Men’-i Müskirat Cem’iyeti’nin maksad-ı hakikisi içki de­nilen fennen mûzır, dînen haram bi’l-cümle müskiratın saf ve pak olan vatanımızda men’-i isti’maline çalışmak, tehdîd-i mazarrâtı- na çâre bulmaktır.[102]

Kumar

Kökeni Arapça olan ve “kımâr” kelimesinden türetilmiş “kumar”, sözlük anlamıyla “üstün gelmek”, “galip gelmek” anlamlarını ifade etmektedir. Türkçede “ortaya para koya­rak oynanan talih oyunu”[103] anlamında kullanılan kumar ke­limesi, belirli şahısların eğlenmek, fikrî veya bedeni beceri­lerini ortaya koymak veya kazanç temin etmek maksadıyla karşılıklı olarak ve az veya çok miktarda maharet, tertip veya talihe bağlı, aralarından kazanacak olanlara bir edim vaat ettikleri akittir.10* “Şans ve becerinin birlikte veya tek başına söz konusu olduğu bir olay yahut yarışmanın ya da belirsiz bir olayın sonucu üzerine bahse tutuşma ve bu yolla kazanç elde etmeyi”[104] [105] ifade etmektedir. Kumar, özü itibarıyla, bir tarafın maddi anlamda kaybetmesi diğer tarafın ise maddi anlamda kazanması esasına dayalı, bazen bireysel yetenek­lerin de işe karışabildiği bir şans oyunudur. Kumar zamana, topluma ve hatta oynayanların tercihlerine göre çok farklı tarzlara sahip olabilmiştir. Her çeşidi İslam’da kesin şekilde yasaklanmıştır. Maide Suresi’ndeki “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pislik­tir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz”[106] ayeti bu yasağın temel referansıdır. Bu nedenle Osmanlı ülkesinde de yasaklanmış, yasağı çiğneyenlere yönelik ceza yaptırımı öngörülmüştür. Örneğin kumar oynayanların sürgüne gön­derilmeleri veya kürek cezasına çarptırıldıkları söz konusu olmuştur. Kumar, yasalarla ve fermanlarla yasaklanması­na karşılık, toplum tarafından da reddedilmiş ve aşağılan- mıştır. Kumar oyunu da kumar oynayan da hiçbir şekilde onaylanmamıştır. Tanzimat dönemi, Osmanlı sisteminde ve toplumsal ölçüt ve uygulamalarında geleneksel kabul ve uy­gulamalardan büyük oranda uzaklaşılmaya başlanılan eşik bir dönemdir. Tanzimat ile birlikte hukukun önemli bir bö­lümünü oluşturan ceza hukuku alanında kanunlaştırma ha­reketleri gerçekleştirilmiş; 1840, 1851 ve 1858 tarihlerinde üç farklı ceza kanunu oluşturulmuştur. 1840 tarihli ceza ka­nununda direkt olarak kumar ile ilgili bir düzenleme yoktur.

Kumarın yaygınlaşmasını önlemeye yönelik hüküm içeren düzenlemelerden birisi 1845 yılında yürürlüğe giren Polis Nizamnamesidir. 14 Temmuz 1851 tarihli Ceza Kanunun­da kumar konusunda bazı düzenlemeler yapılarak, kumarın suç olduğuna dair hükümler konulmuştur. Kanunun ikinci faslının 5. maddesine konulan bir hükümle kumarbazlara verilecek cezalar ifade edilmiştir. Buna göre kumar malze­mesiyle yakalanan kumarbazlar, şer’i hükümlerin izin ver­diği şekilde kabahatlerine göre öldüresiye olmayacak şekil­de 3’ten 79 adede kadar değnek darbıyla cezalandırılacaktır. Fakat 1851 tarihli ceza kanunu uzun ömürlü olmamış, 1810 tarihli Fransız Ceza Kanunu esas alınarak hazırlanan ve 9 Ağustos 1858 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Kanunname-i Hümayununa kumarla birlikte diğer suçları da içeren yeni hükümler getirilmiştir. Bu Caza Kanunu, 1860 tarihinde gerçekleştirilen bazı tadilleri takiben 1926 tarihinde İtalyan Ceza Kanunu iktibas edilinceye kadar yürürlükte kalmıştır. 1858 tarihli Ceza Kanunu’nda kumarbazlığı meslek hâline getirip kumar oynanması için halkı davet eden ve yer sağla­yan kişiye verilecek cezanın tespit edilmiş olmasına karşılık, kumar oynayanlar ile ilgili açık bir ibare yoktur. Esasen ka­nunda kumar mahallinde bulunan nakit ve eşyaya el konul­duktan sonra bunun nasıl kullanılacağına ilişkin bir hüküm de bulunmamaktadır. Buna ilişkin uygulamalar zaman içe­risinde şekillenmiştir. Meclis-i Vâlâ, 1859’da durumla ilgili olarak bir karar vermiş ve kumar baskınları sırasında ele geçirilen paranın %10’unûn görev yapan memurlara, kalan kısmının ise hâzineye devredilmesini uygun görülmüştür. Fakat kumar oynayanla ilgili açık bir cezanın öngörülme- mesi kumar vakaları ile ilgili soruşturmalarda ve yargılama­larda farklı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmuş­tur. Ceza Kanunumdaki bu eksiklik sonraki dönemlerde de belirsizliklere neden olmuş, örneğin İkinci Meşrutiyetten sonra taşradan merkeze gönderilen yazılarda Ceza Kanu­nu nun, kumarın ve fuhşun önlenmesi noktasında yetersiz olduğu ifade edilmiştir. Gerçekleştirilen şikâyetler Millî

İnceleyin:  11 EYLÜL KOMPLOSU

Mücadele yıllarında da gündeme gelmiştir. 2 Eylül 1921 tarihli ve 148 sayılı kanunla 242 ve 243. maddeler yeniden düzenlenmiş, 242. maddede yapılan değişiklikle yalnızca kumarbazlığı meslek edinenlere değil, kumar oynama, oy­natma ve kumar oynanması için borç para verme fiilleri de ceza kapsamına alınmıştır.

Tanzimat sonrası uygulamalarında kumar konusu daha çok kolluk kuvvetlerinin sorumluluk alanına dâhil edilerek ele alınmıştır. 1826 tarihli İhtisab Ağalığı Nizamnamesi ile doğrudan sadrazamlığa bağlı olan bir İhtisap Nezareti ku­rulmuş, kumar konusu da bu nezaretin sorumluluk alanı­na dâhil edilmiştir. Ancak 1845’te Polis Teşkilatı ve 1846’da Zaptiye Müdüriyeti kurulmuş, bunlardan sonra îhtisap Ne­zaretinin önemi azalmış ve İhtisap Nezareti yalnız narh ve esnaf işlerine bakan bir kurum hâline gelmiştir. Kumar, 21 Mart 1845 tarihli Polis Nizamnamesinin kapsamında yer almış konulardan biridir. Nizamnamenin kumarhaneler­le ilgili maddesinde, “kötü niyetli kimselerin toplandıkları mahallede kumarhaneleri teftiş ve taharri etme ve bu gibi yerlerin çoğalmasına mâni olmak” polisin görevleri arasın­da sayılmıştır. 1907 tarihli Polis Nizamnamesinde kumar ile mücadele konusu, meyhane ve genelevler ile birlikte ele alınmıştır. Nizamnamenin sekseninci maddesinde şöyle de­nilmektedir:

Adap ve genel ahlaka aykırı her türlü hâl ve hareket men oluna­caktır. Bütün kumarhaneler ve hususi kurallarına uygun olmayan ve zabıtaca uygun görülmeyen meyhanelerle genelevler ve resmi ruhsatsız tertip olup açılan piyango ve ona benzer her türlü uygu­lama, usulü çerçevesinde men edilecek ve müsaade edilen mesafe içerisinde ibadethaneler, mektepler ve kabirler civarmda genelev açılmasına katiyen meydan verilmeyecek ve açılmış olduğu görü­lürse engel olunacaktır.

Ek yedinci madde ise kumar ile mücadele konusunda yeni bir düzenleme içermektedir. Bütün kumarhaneler ya­saklanmıştır. Kumar oynatan şahıs dükkân açmak ve sanatını icra etmek isterse kumar oynatmayacağına dair zabıtaya noter onaylı kefaletname vermek zorundadır.

Kumar konusunun resmî/yasal boyutu böyle olmasına karşılık, Tanzimat’ı takiben oluşan ve gittikçe hem yaygın­lık kazanan hem de güçlenen yeni insan, yeni ahlak, yeni toplum, yeni medeniyet anlayışına göre içki ve kumarın alenen yapılması bir medeniyet nişanesi olarak görülmeye başlanmıştır. Bu durum ayıplanan ve gizlice oynanan ku­marın alenileşmesine ve yaygınlaşmasına neden olmuştur.[107] Yasalardaki boşluklar ise kumarın lehine olmuştur. Kumar kısa sürede balo, içki ve fuhuş ile bir arada bulunan ve kol kola ilerleyen Avrupai olunduğunun önemli bir göstergesi hâline gelmiş, alafranga zihniyetin ve hayat tarzının temel unsuru olmuştur. Galata ve Beyoğlu ise bu dört “asri” un­surun tartışmasız mekânı olmuştur. Beyoğlu’nda düzenle­nen balolarda kumar oynanması Osmanlı devlet adamla­rım rahatsız etmiş, balolarda kumar oynanmasınm önüne geçmek için zabıtalardan hiç kimseye iltimas geçilmemesi istenmiştir. Fakat gittikçe yaygınlaşan ve yerleşik hâle gelen balo geleneği zamanla eğlence hayatının temel unsurların­dan biri olmuş, kumar ve içki de ayrılmaz bir şekilde ona eşlik etmiştir. Kırım Savaşı yıllarında İstanbul’a gelen İngiliz ve Fransız askerleri ile yaygınlık kazanan yılbaşı kutlamaları kumarın daha da yaygınlaşmasına katkı sağlamıştır. Galata ve Beyoğlu’ndaki oteller, gazinolar, kahvehaneler ve hatta restoranlar yılbaşı geceleri âdeta birer kumarhaneye dönüş­müştür. Gayrimüslim nüfusun yoğun olduğu bölge yılbaşı gecesi alafranga Müslümanların akınına uğramıştır. Döne­min bir tanığı olarak Ahmed Rasim bu durumu şöyle ifade etmiştir:

Evvelleri biz Türkler, yılbaşı günlerinde başımızı sokmadığımız yer kalmazdı. Galata, Beyoğlu kısacası Ortodoks takvimini tutan milletlerin cümlesine kendi kendimizi davet eder, sabahlara kadar eğlenirdik… Evin birinden çık, ötekine gir… Kumarhanenin birinde yutul, ötekinde kazan…10*

Avrupa’daki kumar olgusunun Osmanlı ülkesini istila et­tiğini hayıflanarak anlatan Ahmed Midhat Efendi, Avrupa Adab-ı Muaşereti yahut Alafranga eserinde kumarı, mede­ni dünyanın iğrenç bir âdeti olarak tanımlamıştır. Bu iğrenç âdetin Osmanlı ülkesine de ulaşmış olduğunu dile getir­miştir.[108] [109] Kumar ve kumar oynanan mekânlardaki durumlar dönem romanlarının önemli konularından biri olmuştur. Genel kabule göre kumar, sosyal hayatı veya aile hayatmı tehdit eden büyük bir tehlikedir. Yakup Kadri, Kiralık Ko­nak adlı eserinde romanın kahramanlarından Naim Efendi üzerinden kumarla ilgili değerlendirmesini şöyle dile getir­miştir:

İhtiyar; dindar ve namuslu kimseler nazarında kumar, seyyiatın [kötülüklerin, günahların] en müthişidir. Ocakları söndüren bu, evleri yıkan bu, insanı hırsızlığa, cinayete, intihara sevk eden bu- dur; bunlar, kadını kumar nispetinde tehlikeli zannetmezler.[110]

Osmanlı ülkesinde kumarhane açılması ile ilgili ilk giri­şim 1901 tarihinde gerçekleşmiştir. Bazı kimseler Sisam’da kumarhane açmak için resmî başvuru yapmışlar, fakat bu talep memleketin menfaati açısından aykırı görülerek red­dedilmiştir.[111] 1905 tarihinde gerçekleşen bir başka başvuru da yine yerel idare tarafından reddedilmiştir. Kumarha­ne açılmasına resmen izin verilmemiş olmakla birlikte, bu durum kumarın önüne geçme imkâm sağlamamış, gazi­no, otel, kulüp, kahvehane ismi ile faaliyet yürüten birçok mekânın faaliyetleri arasında kumar muhakkak yer almıştır. Buralara gayri resmî kumarhane denmeye de devam etmiş­tir. Yönetim ise bu mekânları kontrol etmek ve kumarı önlemek için özel bir çaba içinde olmuş, yasak tekrar tekrar dile getirilmiş, kumara karşı insanlar uyarılmıştır. Sadrazam Ferid imzasıyla yayınlanan bir yazıda Galata’daki kumarha­nelerin tüm uyarılara rağmen açık olduğu ve bunların bir an evvel kapatılması gerektiği İfade edilmiştir.[112] Abdülha- mid döneminde yaygınlaşan kumarla ilgili gündeme gelen önemli olaylardan biri, Mısır’dan gelen zengin kadınların “mugayiri adab-ı İslamiyet ve mesturiyet” ile başta Adalar olmak üzere faklı mekânlarda kumar oynamalarıdır. Konu Meclis-i Vükelada gündem olmuş, gerekli denetlemelerin yapılması; “Şüpheli hanelerin gözetlenmesi, İslam adabına uygun giyinmeyen kadınların takip edilerek zevç ve velile­rinin tespit edilmesi ve gereken uyarıların yapılması”[113] ka­rarlaştırılmıştır. O günlerde gazetelerde yer alan haberler­de ise kumarhanelerin sayısındaki artış haberleştirilmiştir. İkdam gazetesinde yer alan bir haberde “Beyoğlu cihetin­deki kumarhanelerin miktarı yevmen fe yevmen tezaâyüd etmekte olduğu gibi mezkûr kumarhanelere bir takım şe- bâbın devam etmekte bulundukları kemâl-i teessüfle istih­bar kılınmışdır.”[114] şeklindedir.

20.yüzyılın ilk çeyreğinde kumar İstanbul’un en önemli gündem konularından biridir. Neredeyse her yerde kumar oynanmaktadır. Batılılaşma tutkusu insanlık tarihi boyunca reddedilen, aşağılanan ve problem olarak görülen kumara âdeta itibar kazandırmış, alafrangalar veya alafrangalığa özenenler her ortamda ve şartta kumar oynar hâle gelmiş­lerdir. Hatta öyle ki kumar Ramazan eğlencelerine bile si­rayet etmiştir. Bu nedenle Her Ramazan ayında yayınlanan “Ramazan Tenbihnameleri”nin önemli konularından biri de kumar olmuştur.

Kumarın yoğun şekilde oynandığı mekânlar gazinolar başta olmak üzere oteller, kulüpler ve kahvehanelerdir. 19. yüzyılın son çeyreği itibarıyla eğlence hayatının önemli bir mekânı hâline gelen gazinolar İstanbul’un özellikle Galata ve Beyoğlu bölgeleri başta olmak üzere her semtinde faa­liyet hâlindedir. Galata’da faaliyet yürüten Arkadi Gazino­su, Pangaltı’daki Dimitri’nin Gazinosu, Karaköy’de Filip’in Gazinosu, Beyazıd’ta Fiks Gazinosu, Tophane’de Alkazar Amerikan Gazinosu, Haliç’te Fener İskele Gazinosu döne­min en ünlü gazinolarıdır. Beyaz Rusların İstanbul’a geli­şiyle birlikte 1917 yılını takiben âdeta bir gazino patlaması yaşanmıştır. Gazinolarda oynanan kumar sıklıkla şikâyet ve takibat konusu olmuştur. Gazetelerde sıklıkla gazino kont­rolleri, baskınları haber konusu olmuştur. Bir gazete haberi şöyledir:

Beyoğlu’nda bazı gazinolarla İstanbul’da bazı kıraathanelerde oynanan kumarın aleni dereceye vardığı görülüyor. Gazetelerle vuku bulan neşriyatın da faydası olmuyor. Acaba ne yapmalı? Bari kumar memnu değildir diye ilân edelim de zabıta da kurtulsun.[115]

Mütareke döneminde Osmanlı idaresinin elinin-kolu- nun büyük oranda bağlı olmasına karşılık Beyaz Rusların da İstanbul’a akm etmeleri kumar, içki, fuhuş sektörünün büyümesine yol açmıştır. Kumar oynanan mekânların ço­ğalması ve buraların müdavimi olan kişilerin tutum ve dav­ranışlarının ciddi düzeyde asayişsizliğe yol açması işgalci devletlerin idarecilerini bile rahatsız etmiştir. Örneğin Bey­koz parkında faaliyet yürüten gazinolarda alenen kumar oynatılması İtalyan kumandanlığının olaya müdahale etme­sine yol açmıştır. Gazino işletmecilerinin Osmanlı yöneti­minden izin aldıkları ve yaptıklarının yasal olduğuna ilişkin iddiaları araştırılmış ve yalan söyledikleri tespit edilmiştir. Fakat gazinolar sıkı bir şekilde kontrol ediliyor olsa bile ku­mar oynanmaya devam edilmiş, kumarın tam anlamıyla en­gellenmesi bir türlü mümkün olmamıştır.

Alafranga hayat tarzının yoğunlaştığı mekânlardan biri, Osmanlı ülkesinde 18. yüzyıl sonu itibarıyla açılmaya baş­lanan ve zamanla sayıları ciddi düzeyde artan kulüplerdir. Gazino ile kulüp arasındaki temel fark, kulüplere ancak üye olanların girebilmesidir. Gazinolar ise isteyen herkesin gi­rebildiği eğlence mekânlarıdır. Kulüplerin genellikle Levan- tenlerin ve yabancı tüccarların girişimiyle açılmış olması, ilk kulübün o zamanlar önemli bir Levanten merkezi olan İzmir’de açılış sebebini ortaya koymaktadır. Levantenler ve yabancı tüccarlar bu mekânları bir buluşma ve eğlen­ce mekânı olarak açmışlardır. İstanbul’da ise özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısını takiben Galata ve Beyoğlu’nda yine Levantenlerin ve yabancı tüccarların yanı sıra yabancı elçi­lik çalışanlarının girişimiyle çok sayıda kulüp açılmıştır. Bu kulüplerde balolar ve karnavallar düzenlenmiş, bolca içki içilip, çokça kumar oynanmıştır.

Çok farklı materyallerle ve çok farklı tarzlarda oynanabi­len kumarın yaygınlaşması farklı kumar türlerinin oluşma­sına vesile olmuştur. Kumar bağımlıları veya kumar üzerin­den gelir elde eden organizatörler ilginç kumar oyunları ile heyecanlarına yeni boyutlar kazandırma çabası içerisinde olmuşlardır. Bunun geldiği önemli ve ilginç tarzlardan birisi hamamböceklerinin bile kumar aracı olarak kullanılması­dır. Hamamböcekleri yarıştırılarak oynanan oyunun muci- di Beyaz Ruslardır. Hamamböcekleri atların hipodromda yarıştırılması gibi yarıştırılmıştır. Bu amaçla üzerine yivli oyuklar açılmış masalar imal edilmiştir. Hamamböcekle­ri ise arabaya koşulan atlar gibi telden yapılmış arabalara bağlanmış ve bu arabayı çekmesi, hızlı çekenin galip kabul edilmesi esasına dayalı bir oyun geliştirilmiştir. Masanın etrafında toplanan kumarbazlar ise bahse tutuşmuşlardır. O sıralar bazı hamamböcekleri o kadar değerlenmiştir ki, sahipleri küçük bir kutunun içine koydukları bu hamam-böcekleriyle yarışmaya iştirak etmişlerdir.[116] Bir Rus tanık hamamböceği yarışmalarından şu şekilde bahsetmiştir:

Açılan bir kulüpte, bakara kisvesi altında hamamböcekleri yarış­maları yapılıyordu. Bir masanın üzerine, içi boylamasına bir dizi bölme ile bölünen ince, uzun bir kutu yerleştirilmişti. Kutunun ucu önceden ısıtılmıştı. Hamamböcekleri aynı anda salınıyor ve her biri kendini masanın öteki ucuna atıyordu. Kulüp olağanüstü başarılı olmuştu. Yarışçı bir hamamböceğinin (ekmek fırınların­da yaşayan türleri) fiyatı 150 liraya kadar yükseldi. Hamamböceği yarışlarının bahislerine gelince, paranın miktarı binlerce lirayı aşıyordu.[117]

 

Celalettin Vatandaş – Umut ve Trajedi
Kadimden Cedide,syf:450-478

Dipnotlar:

[61] Osmanlı arşiv belgelerinde “hamr ve arak ve emsali müskirat” olarak geçen “müs­kirat** kelimesi, Arapça müskir kelimesinden gelmektedir. Arapça’da sarhoşluk ve­ren içecek için müskir*’ denilmiştir. Müskirat ise Arapça müskir kelimesinin ço- ğıdu, sarhoşluk veren içecekler manasına gelmektedir* Yaşar Çağbayır, Ötüken Sözlük, cilt: 3, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007, s. 3397/

[59] Başar, Yalnız Dönüyorum, s. 83-84.

[60] Başar, Yalnız Dönüyorum, s. 162.

[61] Osmanlı arşiv belgelerinde “hamr ve arak ve emsali müskirat* olarak geçen “müs­kirat” kelimesi, Arapça müskir kelimesinden gelmektedir. Arapça’da sarhoşluk ve­ren içecek için “müskir” denilmiştir. Müskirat ise Arapça müskir kelimesinin ço­ğulu, sarhoşluk veren içecekler manasına gelmektedir. Yaşar Çağbayır, Ötuken Sözlük, cilt: 3, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007, s. 3397.

[62] îbn-i Kemal, Tevarih-i Al-i Osman I. Defter, haz. Ş. Turan, TTK Yayınlan, Ankara, 1991, s. 16-17.

[63] “TtHp!Ko<i\OsmanJ‘ ?rihİnde Yasaklar ?aka Matbaası, İstanbul, 1950, ÇUTariMmİZde GartP Vakalar, Varlık Yayınlan, İstanbul,

[64] Sevengil, İstanbul Nasıl Eğleniyordu, s. 170,

[65] Vefa Zat, Eski İstanbul Meyhaneleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 191.

[66] Kemal Çiçek, “Tanzimat Şer’iat” Toplumsal Tarih, sayı: 15,1995.

[67] Yeter Öztürk, XIX. Yüzyıl Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Devleti’nde İçki ve Ya­sakları, Ordu Üniversitesi, Ordu, 2017, s. 42.

[68] J.E Michaud-J.J.E Poujoulat, İzmir’den İstanbul’a Batı Anadolu 1830, çev. Nedim Demirtaş, İstiklal Kitabevi, İstanbul, 2007, s. 236, 237.

[69] Michaud- Poujoulat, İzmir’den İstanbul’a Batı Anadolu 1830, s. 237.

[70] Helmuth von Moltke, Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar (1835- 1839), çev. Hayrullah örs, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1960, s. 23.

[71] Miss Julia Pardoe, 18. Yüzyılda İstanbul, çev. Bedriye Şanda, İnkılap Kitapevi İs­tanbul, 1997, s. 148.

[72] James Ellswort De Kay, 1831-1832 Türkiye’sinden Görünümler, çev. Serpil Ata­maz Hazar, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2009 s 243

[73] De Kay, 1831-1832 Türkiye’sinden Görünümler, sM.

[74] De Kay, 1831-1832 Türkiye’sinden Görünümler, s. 324-325.

[75] De Kay, 1831-1832 Türkiye’sinden Görünümler s. 141.

[76] Mrs. Max Müller, İstanbul’dan Mektuplar, çev. Afife Buğra, Tercüman 1001 Te­mel Eser, İstanbul, 1978, s. 23-24.

[77] M. D’Ohsson, XVIII. Yüzyıl Türkiyesinde örf ve Âdetler, çev. Zerhan Yüksel, Ter­cüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1972, s. 50.

[78] Pardoe, 18. Yüzyılda İstanbul, s. 148.

[79] İlhan Eksen, İstanbul’un Tadı Tuzu, Saray Sofralarından Sokak Yemeklerine, Eve- rest Yayınları, İstanbul, 2008, s 87

[80] ^^.GündelikHayatımum Tarihi.^Y^, Ankan. . 8S8

[81] Höl^ne Desmet- François Georgeon Cregoire, Doğuda Kahve ve Kahvehaneler,
çev.
Meltem Atik- Esra Özdoğan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, s. 57.

[82] Ercan Eren, “Bira Yoksa Boza da mı Yok?” Toplumsal Tarih, sayı: 104, Ağustos 2002, s. 16; Mert Sandalcı, “Bira” Tombak, sayı: 14,1997, s. 7.

[83] BOA, TFR.LAS., 15/1424, (1322) 1904.

[84] Servet-i Fünûn, “Hem Zevk Hem Tedavi” 12 Ağustos 1315, sayı: 441, s. 198-199; aynı içerikte bir başka ilan için bkz: Sabah, “De Jarden in Malt Birası” 29 Receb 1315, sayı: 2904, s. 4.

[85] Raphael C. Cervati, Llndicateur Ottoman Annuaire-Almanach du Commerce, İs-
tanbul, 1881, s. 70. https://archives.saltresearch.org/handle/123456789/2919

[86] Ahmed Midhat, Müşahedat, s. 301-302

[87] Ahmed Midhat, Müşahedat, s. 325.

[88] Namık Kemal, İntibah, s. 157.

[89] Ahmed Midhat, Para, haz. Fatih Altuğ, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul 2023 /       | 527.

[90] Ahmed Midhat, Karnaval, s. 13

[91] Ahmed Midhat, Karnaval, s.14.

[92] Ahmed Midhat, Vah, s. 94.

[93] Safveti Ziya, Adab-ı Muaşeret Hasbıhalleri, s,111.

[94] Abdullah Cevdet, Mükemmel ve Resimli Adab-ı Muaşeret, s. 230-242; Cahid Sa- hir, Âlem-i Medeniyette Adab-ı Muaşeret ve Elbise ve Şapka Giymek Usulleri, İk- tisad Matbaası, Ankara, 1925, s.20.

[95] Abdullah Cevdet, Mükemmel ve Resimli Adab-ı Muaşeret, s. 242.

[96] Yunus Nadi, “Müskirat Aleyhinde” Hikmet, 22 Nisan 1910.

[97] Ahmed Hamdi Aksekili, “En Müthiş Maraz-ı İçtimai: Müskirat ve Lubiyyat” Sebi- lürreşad, cilt: 2-9, sayı: 45-227, 3 Kanun-ı Sani 1328 (16 Ocak 1913), s. 333-334.

[98] Eşref Edip, “Muhabere-i Hazıra ve İçkiler” SebUürreşad, cilt: 14, sayı: 354, İstan­bul, 30 Haziran 1332 (13 Temmuz 1916), s.127-128.

[99] “Karadeniz Ereğlisi Osmanlı İçki Düşmanları Cemiyeti Nizamnamesi” Sıratımüs- takîm, cilt; 4, sayı: 95,17 Haziran 1326 (30 Haziran 1910).

[100] OsmanlI’dan Cumhuriyete Cemiyetler, ed. Recep Çelik, İçişleri Bakanlığı Dernek­ler Dairesi Başkanlığı, Ankara, 2013, s. 192.

[101] Serkan Erdal, Haşan Demirci, Pir Murat Sivri, Meşrutiyetten Cumhuriyete Tür­kiye’de İçki ile Mücadele ve Hilâl-i Ahdar Cemiyeti (1908-1927), Kitabevi Yayın­lan, İstanbul, 2019, s, 35.

[102] Osmanlı Men’-i Müskirat Cemiyeti Nizamnamesi, Hayriye Matbaası, İstanbul, 1326, s.l.

[103] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, 2002; Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, s. 1018.

[104] Sahir Talat Akev, Türk Hususi Hukukunda Kumar ve Bahis, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1964, s. 44.

[105] Ali Bardakoğlu, “Kumar” DİA, cilt: 26, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlan, Ankara, 2002, s.364.

[106] Kur an-1 Kerim, Maide Suresi, 5/90.

[107] Mesut Yolal, Osmanlı Devletinde Şans Oyunları ve Kumar (1800-1923), Gazian­tep Üniversitesi, Gaziantep, 2018, s. 39.

[108] Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, haz. Hikmet Dizdaroğlu, MEB Yayınlan, İstan­bul, 1990, s. 297- 300.

[109] Ahmed Midhat, Avrupa Adab-ı Muaşereti yahut Alafranga, s. 264.

[110] Karaosmanoğlu, Kiralık Konak, s. 22-23.

[111] BOA, ŞD., Dosya No: 2360, Gömlek No: 10. (R 4 Kanun-ı Evvel 131/M. 17.12.1901).

[112] BOA, Y.A.HUS., Dosya No: 508, Gömlek No: 178. (H. 29.Z.1324/M. 13.02.1907).

[113] BOA, Y.A.RES., Dosya No; 132, Gömlek No: 33. (H. 01.C.1323 / M. 03.08.1905).

BOA, BEO., Dosya No: 2659, Gömlek No: 199410. (H. 09.Ca.1323 / M. 12.07.1905).

[114] “Havadis-i Mütenevvi”, İkdam, 29 Teşrin-i Evvel 1324 (1908), sayı: 5195, s. 4.

[115] Tam», 12 Kasım 1908.

[116] Paul Dumont, “Beyaz Yıllar” s. 236-237.

[117] Iliazd, “Bir Rus Fütüristinin Dört Vizyonu” İstanbul 1914-1923, haz. Stefanos Ye- rasimos, çev. Cüneyt Akalın, İletişim Yayınlan, İstanbul, 241-254, 2015, s. 252.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir