Millet yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar, ne âlimler, ne san’atkârlar bir millet imal edemezler. Millet, binlerce yıl içinde, kanın, iman’ın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş; ortak değer yargıları halinde billurlaşmış ortak davranışlar halinde görünmekte olan, haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır. Atillâ’nın misafirlerine altın kaplar içinde yemek ikram ederken, tahta çanaktan tek türlü yemeğini yemesi ne ise, Yavuz Sultan Selim’in yemek usülü de aynıdır. Atillâ’nın Bizans hükümdarına gönderdiği mektubun edâsı, üslübu, hitap tarzı ne ise, Kanunî’nin Prançois’ ya gönderdiği mektubunki de öyledir. İşte millet, bu ayniyet ve devamlılıktır.”
“Şunu söyleyeyim ki, Osmanlı Devleti, kudret itibariyle bugüne kadar tarihin kaydettiği en büyük devlettir. Bu açıdan Roma’dan da, İngiltere İmparatorluğu’ndan da çok üstündür. Hükmettiği arazinin genişliği bakımından ise Cengizoğulları Devleti’nden sonra gelmektedir. Kudretinin azameti, bu kudretin tarih içindeki devamı ve devletin idare ettiği kavimler bakımından görünüşü ile bunların hiçbiri ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir kuruluş mahiyetinde… Kısa bir mukayese yapabiliriz. Söz gelimi, Roma’nın karşısında, zengin bir tüccar hükümeti şeklinde olan Kartaca’dan başka hasım yok…
Bu da bir site hükümeti… Roma, parça parça olan, ufak site devletlerini birer birer ele geçirerek, büyük imparatorluğunu kuruyor. Yakın zamana kadar üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk sayılan İngiltere ise, yalnız koloni savaşlarıyla ün salıyor ve bir Avrupa devletine karşı hiçbir zaman müttefîksiz savaşa girmiyor. Rusya ise, Asya genişlemesini, daima küçük devletlere karşı yapıyor.
Bize ve Almanlar’a karşı, daha sonra kazandığı başarıları ise, dâima müttefiklerle elde ediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki başarılarını ise, büyük Anglo-Amerikan yardımı ile elde bulundurduğu geniş kara ordusu sayesinde elde edebiliyor. Avrupa’ nın ortasına gelmesini, Almanya’yı ikiye bölmesini, Romanya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Çekoslavakya, Bulgaristan ve Macaristam yutmasını ise, mütteklerinin yardımı kadar büyük olan gafletlerine borçlu. ..”
“İşte bugüne kadar gelen, bütün bu istilâ hareketleri dikkate alındığı, Osmanlılar’ın tarih sahnesine çıkışından sonuna kadar cereyan eden olaylarla mukayese edildiğinde. Devlet-i Aliyye’nin, tarihin şimdiye kadar kaydettiği en kudretli devlet olduğu sonucuna varılır.
“Burada birçoklarımızın garip bir kanaatine de değinmek isterim. Bu da: ‘Canım efendim, bizim Yemen’ de, Mısır’da, Selânik’te, Manastır’da, Sofya’da ne işimiz vardı?’ şeklinde dile getirilen acınacak sorudur. Buna karşı: “İngiltere’nin Yemen’de ne işi var? Rusya’nın Almanya’da, Çekoslovakya’ da, Türkistan’da, Buhara’da, Semerkant’ta ne işi var? Amerika’nın Vietnam’da ne işi var?’ diye sormak herhalde en kestirmesi. Bu devletlerin vatandaşları, kendi hükümetlerine bu soruyu sormuyorlar.
Soranlar ise, tabii ki, ‘büyük devlet’ olma vasfını hemen kaybeder. Birisi bana bunu sordu, ben de ‘Neden?’ diye karşıladım. O, ‘Tabii efendim, Selânik, Sofya, Manastır zaten bizim değildi.’ dedi. Ben de ‘Yahu, buralar, yani Anadolu neden senin oluyor?! Burada neden duruyorsan orada da onun için vardın. Buralar ne kadar seninse, oralar da o kadar senindi ve hâlâ da senin.
Biz Selânik’i İstanbul’dan yüz sene önce aldık. İstanbul’daki oturuşumuz daha Selânik’teki kalışımıza varmadı. ‘Anadolu’ ismi bile Rumcadan geliyor, doğu memleketi demek. Bu senin görüşün bize ait bir koku taşımıyor. Kilise günnüğü kokuyor. Çünkü Avrupa “Buralar senin değil, sen bir nomadsın (göçebesin). Orta Asya’dan geldin, yine oraya git!’ deyip duruyor.
Malazgirt’ten beri yaptığı yüzlerce Haçlı Seferi’yle hep bunu söyledi. Buna, bir de bilir bilmez ve idraksizce sen katılma birader.’ dedim. Bir şey diyemedi. Biz bu zihniyetteki heriflerin kanaatine takılıp kalsaydık, tarihin en büyük ve kudretli devletini kurup,üç yüzyıl dünya hâkimi olmaktan vazgeçtim, buralarda bile kalamazdık.”
“Büyük milletler, ufku ve idealleri geniş milletlerdir. Bizim milletimiz halen bu niteliği taşımaktadır. Onun belini büken, kendi aydınının ondan uzaklaşmış ve ona zıt düşmüş olmasıdır.Bu uzaklaşışa son vermeğe,milletimizdeki büyük görüş ve anlayışa dönmeye mecburuz.Bunun başka bir yolu yoktur.
“Burada bir an duralım ve ‘Bizim aydının, 17. asra, yahut geçmişimize bakışı nasıl?’ sorusunu soralım… Bu soruya, onun kafasıyla cevap verelim:’’Astığı astık, kestiği kestik bir padişah; keyfî bir idare, hırsızlık ve rüşvetle haşır neşir olmuş idareciler; zulüm altında bir halk…vs. vs.’ Oysa, kantarın topuzunu kendi tarafımıza aktarmadan, yani mümkün olduğu kadar tarafsız kalarak, Batı’yla bir mukayese yapalım. Meselâ, Saignebos’un Avrupa Kavimlerinin Mukayeseli Tarihi’ne bir bakalım. Fransa’da doğru dürüst bir devlet göremeyiz… Almanya zaten sahnede yok… Diğerleri küçük kontluklar gibi…
Buna karşılık bizde, dışişleri, maliyesi, askeriyesi, mülkiyesi, adliyesi ile maddî manevi etkiye sahip geleneksel hükümranlığın etrafında çok mükemmel bir devlet makinesiyle karşılaşırız. Onların anladığı ve iddia ettikleri şekilde bir keyfi devlet, 600 sene değil, 60 sene devam eder mi?
Bizim ilericilerin anladığı anlamda bir geçmişe sahip olana ne derler? ’Sen zaten adam değilsin, tarihin zulüm ve gaddarlıktan ibaret, yaşamaya hakkın yok; yıkıl git!’ derler. Zaten gâvurların iddiası da aynı. Kuvvetimizi yitirmeye başladığımız andan itibaren de bu gerekçe ile elimizden toprak aldılar. Yani bizdeki bu zihniyet sahipleri, âdeta yabancı ajanı… Başka bir şey söylemeğe lüzum yok… İnsan deştikçe ve düşündükçe/fenalaşıyor, asâbı bozuluyor. .”
“Bizi öven yalnız bu papazdan da ibaret değildir. Meselâ pozitivizmin’in kurucusu Auguste Comte da, III. Selim’e yazdığı bir mektupta, kurduğu “sevgi dini’ne onu davet etmiş, ‘Siz, çeşitli din ve mezheplere her türlü hoşgörüyü gösteren bir âdil devletin başkanısınız’ mealinde ‘lâflar etmiştir. Marx bile, zamanındaki Türkiye’nin, Rusya ile kıyas edilemeyecek kadar âdil ve insanî bir rejime sahip olduğunu söylemiştir”.Bütün bunlar bizi asla sevmeyen,pek garip vahşi bir düşmanlık gösteren,bundan hala da dönmeyen Avrupa’da,Türk’ün hasletlerini nisbeten takdir eden adamların da bulunduğunu ortaya koymaktadır.”
“Bizde Avrupa’daki gibi bir derebeylik ve feodalite hiç olmamıştı. Aristokrasi ise bize tamamen yabancıdır. Osmanlı Hanedanı için bile aristokrattır demek mümkün değil. Avrupa’nın parlamenter rejimi ve demokrasisi bile daha evvel geçirdiği, feodaliteyle ve aristokratik devirle alâkalı… Bizim tarihimizde halkı ezen, ona eşya gibi bakan bir rejim asla olmamıştır. İşin garibi, bizim halk tabakası yukarıya, yani idareciye daima saygılı şekilde bakmıştır. Buna karşılık idareci de halkı, hattâ reâyâyı (Hristiyan tebea) “vediatullah” (Allah’ın emaneti) olarak görmüş; ona ne kadar hizmet ederse o kadar yükseleceğine inanmıştır.
Esasen bizim idareciler, halkın içinden çıkmışlar; hattâ ve çok defa sosyal bakımdan, toplumun tabanından yükselip gelmişlerdir. Bu yükselişte en büyük unsur da, kişisel yetenekleri, zekâları ve yüksek ahlâkları olmuştur. Meselâ, şeyhülislâmların birçoğu köylü çocuklarıdır. Vezirlerin büyük kısmı da öyle. Belli başlı ailelerden gelenler ise parmakla gösterilecek kadar azdır.”
“Eski Osmanlı düzeni ve millî eğitimi, toplumun en aşağısında da olsa, üstün yetenekleri daima yukarıya, en yukarıya iten bir mekanizmaya sahiptir. Böyle bir toplumda halk ve idareciler zıtlığı esasen olamaz, sınıf zıtlığı ise görülmemekte.”
“Hiç olmayacak şeylerin peşinde koşmakla, bizi biz yapan büyüklüklerimizi yıkmakla vakit geçirdik. “Giyim kuşamımız ilerlememize engeldir’ dedik, onu değiştirdik. 72 milleti idare ettiğimiz, âdil hukukumuz geridir dedik, onu değiştirdik.
“Başımızdaki serpuş geriliğimizîn sebebidir’ dedik, değiştirdik. “Geriliğimiz, anayasamız olmamasındandır’ dedik, 100 sene onunla uğraŞtık; hâlâ da uğraşıyoruz. Şu tabla veya eşya “kişiye aittir’, “devlete aittir’ davasıyla meşgul olduk. ‘Yazımız ilerlememize engeldir, dilimiz gelişmemize ket vurmaktadır’ dedik, onları değiştirdik.
“İlerleme için bu haltları karıştıran, dünyada bir millet yoktur ve olmamıştır. Bunları yapan bir milletin ilerlediğini de tarih kaydetmemektedir. Japonlar bugün çok ileri bir düzeye eriştiler. 30 bin hiyeroğliften meydana gelen alfabelerini ‘değiştirelim’ demediler. ‘Şintoizm’ diye anılan dinlerinin ilerlemeye engel olduğunu söylemediler.”
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…