Zihniyet ve Hayat
“Katibim” şarkılarıyla büyüyen bugünkü nesillerimizin eğitimine eğilince, tipik bir tüketim toplumunun zihniyetiyle karşılaşıyoruz. Çocuklarımıza okullarda, “Erken yatarım, erken kalkarım, bir yumurtayı sütle çalkalarım.” şarkısıyla tüketimi öğretiyoruz; fakat o sütün ve yumurtanın nasıl ele geçirileceğini öğretmiyor, ona dair bir beceri kazandırmıyoruz.
Yeni yetişen nesillerde sorumluluk şuuru uyandırılmış olsaydı, kendilerini her şeyden azade kabul eden kravatlılar ortalığı doldurmazdı. Bugüne kadar ülkemizde bir başbakanın, milletvekilinin veya valinin, “Bu mevkiler çok fazla yetenek istiyor; bende bunlar yok; aldığım parayı hak etmiyorum.” deyip, istifa ettiğine hiç rastlanılmış mıdır? Her siyasî, her bürokrat oturduğu koltuğun hakkını verdiğine, ama yeterince karşılığını alamadığına inanıyor. “Görevimi yapamıyorum” diyene rastlamıyoruz; fakat daha büyük mevkiler isteyenle veya “Maaşım az, geçinemiyorum” feryadını basanla her yerde karşılaşıyoruz. Bütün bunlar diplomalılarımızın hakkı olduğunu, ama maalesef sorumluluğu bulunmadığını göstermektedir.
Bu zümrenin bizden daha ileri kabul ettiği ülkelere gözleri çakılıdır; fakat halkın onların imkânına kavuşması için hiçbir çileye katlanmaz; geri kalışımızdan dolayı cemiyetimizi dokuyan bütün değerleri sorumlu tutarlar. Ne hayranlık duygularının tahlilini yapar, ne de geri kalışımızın gerçek sebeplerine inmek için ter döker. Zihnî tembelliği bir özellik haline getiren bu zümre cemiyetle, hatta kendisiyle kavgalıdır.
Mehmed Akif in “Okur yazar denilen eski baş belası” dediği aydınlarımız fazileti de hep karşışındakilerden beklerler. Vergi ödemenin, geri kalmış bölgelerde çalışmanın ve benzerlerinin vatan borcu olduğunu söylerler; fakat bu görevlerle karşı karşıya gelince, bin bir dereden su getirirler. İnsan kayırmanın çok kötü bir şey olduğunu söylemelerine rağmen, herhangi bir mükellefiyetten kurtulmanın yollarını ararlar; geri kalmış bir bölgeye tayin edilmişlerse, bir an önce oradan kurtulmak için bütün çarelere başvururlar. Ama masa sohbetlerinde, gerekli fedakârlığı yapmıyorlar, diye başkalarını suçlarlar.
Milletinden üstün değerlere sahip olduğuna inanan bu aydın zümre, halkına tepeden bakar; kendilerini adeta toplum mühendisleri olarak telakki ederler. Hizmet zevkinden nasiplenmemiş bu aydınlar, devlet hayatında düzenli bir saat gibi işlemesi gereken bürokrasiyi oluşturduklarından, işlerin kösteklenmesinde en önemli âmildirler. Sadece nefisleri kutsaldır; zaten cemiyet de nefisleri için vardır.
Geri kalmış ülkelerin çocukları genellikle ideolojik düşünürler. Onlara göre bütün problemlerin çözümü birkaç slogandan ibarettir. Yeter ki o sloganlara hayatımızda gerekli yer verilsin. Sosyalist ülkelerin durumları gözler önündeyken, “üretim mallarının devletleştirilmesi” sloganıyla bütün ekonomik meselelerin çözümleneceğine inanıyorlardı. Bir zamanlar da “Halk için, halka rağmen” sloganı hakimdi. Halk fakirdi, perişandı; çaresizliğin en içlisini yaşıyordu; fakat sloganlarını tatbik ettiklerine inandıklarından aydınlarımız halkımızı kurtardıklarını haykırıyorlardı. İdeolojik kafalar beyinlerindeki her şeyin doğru olduğundan şüphe etmezler; onları topluma uygulamakla bütün sorunların çözüleceğine inanırlar. İlmî kafalar ise, toplumdan, tabiattan beyne gelirler; aldıkları formasyonla gördüklerini, müşahede ettiklerini değerlendirirler.
İdeolojik beyinler meramlarını sloganla anlatmanın gayretini güderler; çünkü onlara göre çarpıcı ifade, akıl ve mantığa seslenmekten daha çok taraftar bulur. Şuur altlarına inildikçe, sloganlarm, birikmiş kin ve ihtirasların boşalma aracı olduğu da görülür. Ürettikleri sloganlar çok geçmeden onlar için de mahutlaşır. Mabutlarına inananlar onların müttefiki, inanmayanlar ise düşmanıdır. Bütün ideolojik cemiyetlerde dost ve düşman vardır; düşmanlara karşı cemiyeti korumaları icap ettiğinden, despotizm onlar için kaçınılmaz hale gelir. Hürriyet kaybolunca ilim, sanat, fikir sükût eder; gerilik de cemiyetin adeta kaderi olur.
Ülkenin hiçbir meselesini halledemeyen bu diplomalı zümre, problemlerin hemen hemen tamamının kaynağıdır. Bunlardan kurtulmakla, meselelerin çözümüne ciddî şekilde başlanır. Bu da ancak, vicdanına hesabını vermeden rahat edemeyecek nesilleri yetiştirmekle mümkündür.
Coğrafyanın milletlerin psikolojisinde etkili olduğu Herodotus’tan beri düşünürlerin dikkatini çekmiştir.
Coğrafya milletlerin üzerinde gerçekten etkilidir. İnsanların yapısında, renginde ve telakkisindeki payını inkâr mümkün değildir; ama aynı coğrafi şartlarda yaşayan milletlerin bazıları çok parlak medeniyetler kurdukları halde, bazıları aynı başarıyı gösterememişlerdir. Önemli olmasına rağmen coğrafyanın medeniyetler üzerindeki etkisini aşırı abartmamak gerekir. Nil ve Dicle-Fırat’ın aşağı vadilerinin ortaya çıkardığı şartlara Kuzey Amerika’da Rio Gnarde ve Kolorado nehirlerinin vadileri de sahipti. Avrupalı göçmenler gelinceye kadar Rio Grande ve Kolorado vadileri bir medeniyete sahne olmadılar. Çünkü burada yaşayan insanlar tabiata hakim olmayı, onu değerlendirmeyi bilmiyorlardı. Coğrafya, ancak ondan yararlanmasını bilen beyinlere yardıma olur. İnsan karakterinin kalkınmakta ne kadar önemli olduğunu He- rodotus’un Ispartalı Damaratus’a söylettiği şu sözlerden de anlıyoruz: “Hellas’ın yanından hiç ayrılmayan yoksulluk adında bir üvey kardeşi vardır; ama bu üvey kız kardeş, bilgelik ve yasanın çocuğu olan erdemi konuk getirmiştir; işte bu erdem sayesinde Hellas hem yoksulluk, hem de köleliği uzakta tutmayı başarabilmektedir.”
Ülkemizin de dahil bulunduğu Akdeniz havzasında tarih boyunca değişik medeniyetler boy atmıştır. Demek ki bu bölge medeniyet kurmaya elverişlidir. Yeter ki burada yaşayan milletler gerekli zihniyete sahip olsunlar ve hizmet ehli, çağın donanımına sahip aydın evlatlar yetiş- tirebilsinler.
Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği