Yûnus Emre için şiir, asıl gâye olmamakla berâber şunu gâyet iyi biliyoruz ki o, dilimizin en büyük şâirlerinin başında gelir. O yüzden, eğer şiirden söz edeceksek, Türkçe’nin en güzel şiir verimlerini ondan okuyacağız demektir. Fakat bu samîmî dervişin bu mânâda bize sağlayacağı imkân sâdece şiirleri değildir. O, aynı zamanda bize şiir dersleri de veren bir hocadır. Şiirin aslının söz olduğu düşünülecek olursa bu konuda onun “söz” redifli şiiri karşımıza tek başına müthiş bir estetik anlayışı da çıkarır. O şiirden yola çıkarak, çok rahat biçimde şiir estetiğimizi temellendirebiliriz. Yine Divan’ında bu şiirindeki estetik anlayışı destekleyen, açan, açıklayan başka söyleyişlere de rastlarız.
Yûnus’un şiir algısı, estetiği aynı zamanda onun hakkında söylenegelmiş menkıbelerde de görülür. Biz, şimdilik onun bu mânâdaki şiirlerini bir yana bırakarak menkıbelerden hareketle şiirinin estetik temellerini yorumlamaya çalışalım. Yûnus’un bir tür sivil biyografisi sayabileceğimiz menkıbelerin ilkinde onu Hacı Bektaş dergâhında görürüz. Yûnus, bu kutlu kapıda himmeti değil buğdayı tercih eder. Bu iki kavrama Sezai Karakoç’un yaklaşımıyla bakacak olursak burada buğday, maddî mânâdaki ilmi, himmet ise mânevî mânâdaki ilmi ifâde eder. Sanatın subjektif bir gerçeklik olduğu düşünüldüğünde Yûnus’un ilmi değil sanatı seçtiğini görürüz. Menkıbedeki dergâha gelirken alıç getirme, geri dönüp özür dileme gibi detaylardan da şâirin incelik ve tevâzu sâhibi olduğu gibi sonuçlara rahatlıkla ulaşabiliriz.
Yûnus’un dergâha dönerek himmeti talep etmesi üzerine Hacı Bektaş onu “Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasîbini ondan alsın” diyerek Tapduk Emre’ye gönderir. Böylece Yûnus, rivâyete göre kırk yıl sürecek mânevî eğitimine burada başlar. Bu durum, şâir adayının ehil bir hoca tarafından eğitim görmesi gerektiğini ortaya koyar. Üstelik bu talipliğin büyük bir teslîmiyet ve sabırla yapılması gerekir. Zîrâ hoca, talebesini zorlu imtihânlardan geçirecektir. Nitekim Yûnus, dağdan odun getirme, dergâha su taşıma gibi ilk bakışta nefse ağır gelebilecek işlerle imtihân olur. Burada “eğri odun/düz odun” meselesini de pekâlâ şâir adayının kelimeler üzerinde tefekkür eğitimi olarak düşünmek mümkündür. Yine odun ve su getirme olayının şâire öğrettiği bir değer de topluma, insana hizmet etme düşüncesidir. Öyleyse, şâir bir arı misâli şiirini en ince dikkatlerle oluştururken söylediklerinin toplumda değer anlamında bir karşılığının oluşması gibi bir niyet de taşımalıdır.
Bir başka menkıbe ise meselenin farklı bir tarafına işâret eder. Buna göre; Tapduk Emre bir gün yine onu bir imtihâna tabi tutar ve ona bir kap içinde aşk şarabı sunarak, “Yûnus, bunu insan ayağı değmeyecek bir yere koy.” der. Bunun üzerine Yûnus Emre ne yapacağını düşünür. Günlerce dağları taşları her yeri dolaşır, fakat insan ayağı değmeyecek bir yer bulamaz. Sonunda tefekküre dalar ve Allah’tan kalbine bir doğuş lütuf etmesini diler. Biraz sonra bu niyaz karşılık bulur ve Yûnus’un aklına böyle bir yerin kendi midesi olacağını düşürür. Dizi üzerine çöker, aşk şarabını içer ve içer içmez de mest olur, kendinden geçer. Sonunda ilhâma kapılarak şiirler söylemeye başlar. Rivâyet edilir ki onun şâirliği böyle başlamıştır.
İşte bu menkıbe, bize şâir olmanın olmazsa olmaz en temel şartının aşk olduğunu, aşka düşmeyenin aslâ şiir söyleyemeyeceğini yâhud söylediklerinin şiir niteliği taşımayacağını gösterir. Zîrâ şiir, kelimelerden bir binâ kurma sanatıdır ama bu kelimelerin rûhu, canı olmalıdır. Bunu sağlayacak ise aşktır. Kişi aşka düşmeden şâir olamaz. Buna bağlı olarak düşünmemiz gereken “Kilidin açılması” menkıbesi de bunu teyit eder. Bu menkıbeye göre Yûnus’un artık olgunlaştığını gören Tapduk Emre, bir meclis kurarak Yûnus’tan şiir söylemesini ister. Ona göre Yûnus’un “kilidinin açılma” vakti gelmiştir. Bu, şu anlama gelir: Yûnus, bir rivâyete göre derviş olmadan önce de şâirdi. Dergâha girince şiir söylemeyi bıraktı. Çünkü şiirin iki önemli ilham kaynağı vardır. Biri nefsî ve şeytânî ilham..Yâni insanı gurûra, kibre götüren şâirlik hâli.. Diğeri, gönlü saf hâle getirerek Rabbânî ilhamları alabilecek arınma sonucunda şiir söyleyebilmek.. Yûnus’un bu menkıbesinde bu durum var. Kilidin açılması sembolü, Yûnus’un bu meseleye ehliyet kesbeder hâle gelmesinin ifâdesidir.
Yûnus bir başka menkıbede çiçeklerle, yılanlarla, taşlarla… konuşur. Bu da şiir-tabiat münâsebetini ortaya koyar. Zîrâ kâinat, kitâb-ı ilâhîdir. Orada her varlık birer âyet hükmündedir. Bu âyetleri okumak, onlar üzerinde tefekkür etmek, şâirlik yolunun geçilmesi gereken duraklarındandır. Çünkü şiir, bir keşif hâdisesidir aynı zamanda. Tabiatın gizli dilini keşfetmek, çiçeğin, ağacın, suyun, bulutun sembolik gerçekliklerine takılıp kalmadan asıl gerçekliklerine nüfûz etmek gerekir. Bu da varlıklara ibret ve hikmet gözüyle bakmayı gerekli kılar. Zâhire takılıp kalan göz, sâdece beden gözüdür. Öyleyse şâir, can gözü, can kulağı açık olan kimsedir ki bize ebedî hakîkatin sırrını fısıldasın ve cümle yaratılmışların kendi dilleriyle yaptığı tesbîhâtın benzerini kelimelerle yapsın.
Bir başka menkıbede ise Tapduk Emre, Yûnus’u bir kazana koyarak kaynatır ve sonunda “sen hâlâ dünyâ kokuyorsun” der. Yûnus, bunun üzerine dergâhtan gizlice ayrılarak gurbete çıkar. Böylece hem dervişliğinin hem de şâirliğinin gurbet ve seyahat durakları başlar. Bu da bize şâirin hem içinde hem de dışında seyahatler yapmasını, özeleştiriyi, halveti, uzleti yaşaması gerektiğini ortaya koyar. Demek ki şâir, dış âlemden aldıklarını iç âleminde olgunlaştıracak, şiiri önce içinde yazacak, sonra kelimelere dökecektir. Bu yüzden eskiler şiir yazmak yerine şiir söylemek tâbirini kullanırlardı. Biz de buradan hareketle şiirin yazılan değil söylenen olması gerektiğini düşünebiliriz. Bu da bize şiirin öncelikle ilham işi olduğunu, ilhâm olmadan, iç dünyâdaki oluşum gerçekleşmeden sâdece kelimeler üzerinde oynanarak şiir yazılamayacağını gösterir.
Bu menkıbenin bize öğrettiği bir ders de şâirin sürekli arayış içinde olmasıdır. Zîrâ arayıcılık, hem içerikte hem anlatımda alışılmış ve basmakalıp olandan uzaklaşmak durumunu ifâde eder. Böylece şâir, bulunduğu noktadan biraz daha ileriye giderek sınırları zorlar ve hep yeni kalmanın sırını keşfeder.
“Hırka ile Külah” menkıbesi, Yûnus’un dervişlik tutumuyla ilgili bilgi verdiği kadar şâirlik tutumuyla ilgili de bilgi vermektedir. Ona göre dervişlik gibi şâirlik de “şeklî” bir tutum değildir. Nasıl derviş kıyâfeti kişiyi tek başına şâir yapmazsa vezin, kâfiye gibi dış unsurlar da tek başına bir metni şiir yapmaz. Dervişlik gibi şâirlik de kalbî bir olaydır. Eğer kişi gönül olarak derviş ise onun giydiği kılık-kıyâfetin de bir önemi yoktur. Bunun gibi, söylenenler iç dünyâdan şiir olarak doğmuşlarsa onun vezninin, kâfiyesinin önemi yoktur.
“Dervişlerin duâsı” menkıbesi ise şâirin gurûra düşmemek için kendi şâirlik hâli üzerinde bir “farkında olamayışlık” durumunda olması gerektiğini ortaya koyar. Şâirin yolundaki en büyük düşmanı gururdur. Bu yüzden Yûnus şâir olacaksa “Yûnus-u bîçâre” olmak durumundadır. Bu da bize şâir ahlâkı konusunda önemli dersler veren bir menkıbedir. Tevâzu, samîmiyet, iyi niyet, sâdece işine odaklanma, kınayanın kınamasına, övenin övgüsüne aldırmadan yolda yürümek, şâirliği tabii hayâtının ve şahsiyetinin bir parçası yapmak… gibi niteliklerle donanmak şâir olmanın başka şartları olarak karşımıza çıkar.
Mevlevî kaynaklarında anlatılan iki menkıbe de Yûnus’un şiir estetiği konusunda bize farklı bakış açıları sunar. Bunların ilkinde Yûnus Emre, Mevlâ’nın türbesinin inşaatında taş taşıyan biri olarak karşımıza çıkar. Yûnus, eline aldığı her taşı “Yâ Hakk” diyerek duvara koyar. Burada duvarı mısrâ oluşturma, taşı da kelimeler olarak düşündüğümüzde şâirin şiirini kurarken Rabbânî ilhamlarla kurmasını, nefsî ve şeytânî olandan şiirini uzak tutması gerektiğini anlarız. Yine, “mesnevi’yi uzun yazmak”tan bahseden menkıbeden de Yûnus’un dili ve üslûbu hakkında sonuçlar çıkarabiliriz. Buna göre Yûnus’un şiirinin en temel vasıflarından biri de sâdelik, yalınlık ve sehl-i mümteni söyleyişlerdir. Şiirde söz isrâfı aslâ olmamalıdır. Buradan şiir dilinde Türkçe’yi, halkın dilini tercih etmek gibi bir sonuç da çıkarmamız elbette mümkündür.
Odun ve Altın menkıbesinde ise Yûnus, odunu altın yapacak bir mânevî güç ve zenginliğe ulaşır ama ona itibâr etmez. Bunlar dünyâdır, dünyâlıktır. Hiçbir işe yaramaz. Yine taşın taş, ağacın ağaç olması hoştur, der. Menkıbenin devâmında bu sözün ardından derhal altın olan o taşlar, ağaçlar evvelki hallerine geri dönerler. Menkıbenin bize öğrettiği ders ise şâirin şiiri vâsıtasıyla ulaştığı şan, şöhret ve itibâra “itibâr etmemesi”dir. Daha da önemlisi Yûnus’un şiiri bir kulluk şuuru içinde algılamasıdır. Kulluk ise sâdece yapılması gerekenin yapılması, bunun netîcesinde kullardan bir şey beklenmemesidir. Zîrâ alkış, beğeni şâiri tevâzudan uzaklaştırıp gurûra düşürebilir. Bu yüzden Yûnus, altına yâni dünyevî olana itibâr etmemiş ve onu terk etmiştir.
“Molla Kâsım” menkıbesi ise her bakımdan ilginç bir menkıbedir. Bu menkıbede Molla Kâsım, hikmet ve aşk bakışından yoksun bir zâhid kimliğiyle Yûnus’un şiirlerini zâhirine göre tasnîf eder. Uygun bulmadıklarını ayırıp bir kısmını yakar bir kısmını da nehre atar. Menkıbenin bize verdiği ilk ders, şâirin bir özdenetim/özeleştiri anlayışıyla hareket etmesi gerektiğidir. Buna göre, her şâirin içinde bir Molla Kâsım’ı olmalı ve şiirini kıyasıya eleştirmelidir. Menkıbe aynı zamanda şâirin şiiri ortaya çıktıktan sonra da başkaları tarafından kıyasıya eleştirilebileceğini ve şâirin buna hazırlıklı olmasını, bunları yadırgamaması gerektiğini de ortaya koymaktadır.
Menkıbelerden hareketle şiir sanatı konusunda buraya kadar yaptığımız yorumlar elbette kişisel algımızın bir sonucudur. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Yûnus’un şiirinde bizim bu yorumlarımızı destekleyen bir hayli mısrâ vardır. Kısmetse bu, ayrı bir yazının konusu olacaktır. Dikkat çekmek istediğimiz husus; bir estetik anlayışı temellendirmek, kuramsallaştırmak istiyorsak bu menkıbelerin bize bir hayli imkân sunduğunu ortaya koymaktır. Buna göre Yûnus’un estetik anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz: Şâirlik, bir seçimdir. Şiir, öncelikle kelimeler üzerine kurulu bir sanattır. Şâir, bir ödev ve sorumluluk içinde şiirler yazmalıdır fakat fikrini anlatırken sanatın kurallarını göz ardı etmemelidir. Şiir, kısa ve yalın anlatımı gerekli kılar. Şâir, söz isrâfından kaçınmalıdır. Şâir, kendi kendinin denetleyicisi olmalıdır. Daha sonra da okuyucudan gelecek eleştirileri normal karşılamalıdır. Şiiri şiir yapan şeklî özelikleri değil mânâsı ve rûhudur. Şâir, sürekli arayıcılık içinde olmalıdır. Yeni söylemek, özgün anlatım şâirliğin en temel şartıdır. Mesele şiir yazmakla bitmez. Şâir, aynı zamanda şâirlik ahlâkına da sâhip olmalıdır. Bu ahlâkın en temel vasfı ise tevâzu, sabır, aşk, kendini bilmedir.
Mustafa Özçelik
yenidünyadergisi.com