Ercan Yıldırım
Kuşak çatışmasının bulunmadığı bir tarihten, tarih felsefesinden, gündelik tecrübelerden bahsetmek imkânsız; çünkü dünya insandan önce değiştiği, insan doğadan ve zamandan daha muhafazakâr kaldığı için kendini yenileyemez. Varoluş, doğa, dünya zamana uyumlu yeni varlıklarla beraber insan nesilleri ortaya çıkarır. Her kuşak doğar, çağının tekno-kültürünün sesi olur, değişime ayak uyduramayıp muhafazakârlaşır ve nihayet yeni kuşakların istihzalarına, taşlamalarıyla olarak ölür. Orta yaş üstünün gençleri anlamaması da bir başka eleştiri konusudur. Kendi çağına göre yeni olup artık “dinozor” sınıfına yazılan her birey gençlerin, nesillerin, insanın “bozulduğundan” dem vurur; üstelik kendilerinden önceki kuşakların dejenere ithamlarına kendileri de muhatap olmuşken. Burada sorun biraz da kullanılan dille ilgili, kimse gençlere “bozulma-yozlaşma” gözlüğünden bakmayıp dünyanın geliştiği, yenilendiği, teknik-ilim-bilimle yeni kültür kaynaklarının şekillendiği sahih ve sahici penceresinden yaklaşsa başta siyasal alan olmak üzere toplum ve bireyler daha armonik ses çıkarabilir.
KUŞAK ÇATIŞMALARINDA BOZULAN KIM?
Çağını anlamanın zor ve kasvetli emeğinden kaçıp, yozlaşma ve bozulma retoriğini tekrarlamak konforlu bir fikrî sahayı oluşturur; buna daha “hayatı görmemiş” gençleri en baştan suçlu, günahkâr ilan etmeyi eklediğinizde dünyayı veya ülkeyi o hâle getirmenin yükümlülüğünü hemen üzerinden atabilirsiniz. Bozulan gençler mi yoksa orta ve üstü yaştakiler mi?… Bozulan daha beş kuruş para kazanmamış, ilişki biçimlerini görmemiş, kabuğundan çıkmamış çocuklar mı yoksa her türlü kariyerist, para tutkunu odakla içli dışlı angajmanlara giren, tüm idealleri, ilkeleri, potansiyeli saçıp savuran “büyükler” mi?… Elbette daha kendilerini savunmaları gerektiğini bile anlayamayan gençler “çarmıha gerilme”ye en müsait olanlardır! Dijital tekno-kültürün artık tek egemen form olduğu günümüzde siyasal alanın temel tartışmalarından biri de bilhassa Z kuşağı denilen gençlerin düşünme, konuşma, davranış biçimleri. Belki siyasi tercihlere yansımasa kuşağın yapıp ettiklerine çok da dikkat edilmeyecek, “müdahil” olunmayacak. Fakat siyasi kutuplar arasında keskin ayrımlar yaptıkları düşünülen, anketlerle dile getirilen Z kuşağının, “eski Türkiye”yi bilmemesi, yokluklar ve yoksunluklardan habersizliği, başlarına buyrukluğu, dijital kültürün tüm imkânlarını hoyratça kullanması bir de üstüne mesela Gezi olayları gibi hadiselere katılmaları tepkileri daha da artırıyor. Aslına bakılırsa dijital tekno-kültürün getirdiği okuma, anlama ve anlatma sürecinde kendine özgü kurdukları dili büyüklerin anlayamaması, dahası bu kapalı network ve diyaloglara nüfuz edememeleri, mottolarla, tek cümlelik ifadelerle, kısaltmalarla kurulan iletişimi çözememeleri tepkinin asıl nedeni. Nesiller arasında her zaman farklılıklar gerçekleşir fakat dijital tekno-kültür kuşaklarını öncekilerden ayıran temel nitelik bunların tekno-hümana en yakın formu temsil etmeleri. Bu da ister istemez onların “tehlikeli”, tekinsiz, öngörülemez biçimlerde kodlanmalarına neden oluyor. Bu anlamda Z kuşağı da denilen “dijital tekno-kültür nesli”nin yeni bir insan yönelimi olması, istek ve ihtiyaçlarının öncekilerden farklılaşması, kırılganlığındaki yükseklik, çalışma şartları ve konfor yapılarının gelişmiş Batı ülkelerine yaklaşması, Türkiye’nin ekonomisi, siyasal alanı ile beraber gençlerinin temel meseleleri arasında.
TÜRKIYE’NIN EKO-GENÇ-POLITIĞI
Ülkenin iktisadi düzeyi dünyanın ilk 10 ekonomisinde bulunmamasına rağmen, konfor algısı kıta Avrupası ile yarışır boyutta; siyasi iradenin üst seviyeden yorumlamalarda ve vaatlerde bulunması ister istemez beklentileri de artırmıştır. Belirgin bir neoliberal konfor alanına çıkan gençler, içine doğdukları kültürün daha fazlasına talipken altını düşünmek bile istemez. Türkiye’de cari açıdan temel kuşak çatışması, toplumsal bölünmelerle birlikte, genç sorununun merkezinde esasen üniversite mezunlarına kendi alanlarında istihdam imkânı sağlanamaması gelir. Üstelik suyun başındakiler işsizliğe çare bulma gayreti sarf ediyormuş gibi mesela sosyal bilimler eğitimi görmüş bir gence “tekstil atölyeleri”, “deri imalathaneleri”nde asgari ücretin biraz üzerinde iş bulabileceklerini salık verir. “Çalışana iş çok” savunması Türkiye’nin kadim istihdam politikasındaki sürekliliği anlatır. Eğitim sisteminin liseyi zorunlu hâle getirmesiyle belirgin bir işte, zanaat ve meslek sahibi olacak çocukların bu imkânı kaybetmesi de hem çalışma hayatı hem eğitim ve iktisadi düzen açısından ciddi problemler oluşturdu. Üniversite okuma ihtimalinin yüksekliğine mukabil, aynı derecede istihdamın gerçekleşmemesi, konfor alanı yükselmiş toplumda “iş beğenmeme-seçme” tutumunun genelleşmesi, Gezi olaylarında belirginleşen “maaşlı burjuva olma” yani “ücreti yüksek zahmeti az, masa başı memuriyet” özlemi yalnız ekonomi veya eğitimin konusu olmaktan çıkıp zihniyet değişikliğimizin ne derece ciddiyet arz ettiğine işarettir. Bu, bozulma yahut gençlerin çalışmaktan kaçmasını değil tercih edilen eğitim politikasının zihinleri getirdiği düzeyi gösterir.
Son yıllarda mesleki eğitimin öne çıkması, zanaatın, eskilerin deyimiyle “altın bilezik”in önemi gençlerin eğilimlerini de belirledi. 2013’lü yıllarda maaşlı burjuva isteği daha barizken artık bu ihtimalin gittikçe düşmesiyle gençler “imkân sağlanarak” girişimci, zanaatkâr, kendi işinin patronu, daha bağımsız alanlarda yer bulmaya yöneldi. Bu açıdan emek jargonu ve talepleri bile yenilendi. Beyaz, mavi yakalılık gün geçtikçe daha çok sorgulanıyor. Açıkçası son yıllardaki hadiseler gençlerin varoluşlarını da ciddi biçimde belirliyor. Özellikle salgınla beraber çalışma hayatında ciddi talepler de kendini göstermeye başladı. Hem 12 yıllık eğitim, ardından üniversite hayatı, akabinde “iş başvurularının sonucunu bekleme” gençlerde çalışma hayatına katılımı epey geciktirdiği, evde veya kafede vakit geçirmeyi varoluşsal boyutlara ulaştırdığı için hiyerarşiden, disiplinden, altüst ilişkisinden korkan, kaçan bir nesil de doğdu. Zora gelemeyen, zor nedir bilmeyen bu gençlik pek tabii ki “ağır işler”den kaçıyor; son zamanlarda sanayilerde “çırak” bulunamaması da aslında 28 Şubat’tan itibaren başlayan yanlış mesleki eğitim politikalarının da bir sonucu. Bu girdaptan çıkmaya çalışan yeni gençlik de yok değil; Türkiye’nin neoliberal iktisadi vaziyeti nedeniyle bilhassa hizmet sektörünün öne çıkmasına karşın teknik mesleklerin belirginleşmesi, hizmet sahasında çalışma koşullarının daha zor, saatlerin uzunluğu ile doğru orantılı gelişti.
GENÇLERIN İLGILERI, İŞ HAYATINDAN BEKLENTILER
İnsanlığın zuhurundan bu yana ekonomi asıldır; gençler okulu bitirip iyi bir iş bulmaya, evlenmeye, rahat bir yaşam sürmeye kendini koşullar… Neoliberal ekonomiyle beraber iş imkânları çeşitlense de emek rejimi yüzünden çalışan ücretleri aynı oranda yükselmiyor. Emekçilerin örgütlenmesinden hakkını aramasına kadar pek çok mekanizma ortadan kalktı. Belli başlı işlerde çalışanlar yüksek maaş alırken genel manada ücretler 2008 krizinden sonra geriledi. Artık özlediği, istediği üniversiteyi okumaktan ziyade kolayca işe girebileceği alanı kazanmak isteyenlerin sayısı arttı. Belli dönemlerde gözde meslekler değişir, son yıllara kadar hukuk tercih edilirken artık yığılmanın herkes farkında, yazılım, tıp, askerlik ve polislik ile psikoloji şimdilerde revaçta. Tıbbın da daha az zahmetli daha çok paralı estetik cerrahi, psikiyatri gibi bölümleri öne çıkıyor. Burada bütünüyle gençlerin yapıp ettiklerini mazur görme durumuna girmeden gerçekleri konuşmak da gerekir.
Gençler zamanın ruhuna bağlı şekilde ezilmeden, sürünmeden, işi öğrenme sürecini geçirmeden, tecrübeyi göz ardı ederek en tepeden başlamak istiyor! “Zirveden başlamak”… bu aynı zamanda kendini işin duayenleriyle aynı sıklette görmeye kadar uzanıyor; üste para vererek staj yapan, birkaç yabancı dile, yurtdışı tecrübesine rağmen iş hayatına atılamayanlara karşın dijital tekno-kültür gençleri ebeveynlerinden aldıkları hadsiz ve yersiz özgüven nedeniyle “ayar-çap-müsavat” dengesinden habersiz. İyi bir üniversite mezunu plazalardaki 4 bin liralık başlangıç ücretini yeterli görmüyor; kanaat etme, kendini yetiştirip bir başka yere geçme gibi durumları da istemiyor. Neoliberal iktisat ve dijital tekno-kültürde insanların ihtiyaçları ve istekleri değişti. Önceki kuşaklar için lüks olan pek çok nesne, tüketim ürünü, yaşama stili günümüzde artık birer “temel ihtiyaç” hâlini aldı. Yaşlıların “cep telefonunu göster” vurgusu haksız değil; kasabaya binek hayvanla inen önceki nesiller için birkaç bin liralık telefonlar lüks; dahası, olmasa da olur! Günümüz gençliğinin ilgileri asli ihtiyaç kategorisine girdikçe bunalımlar da artıyor. Evlenememenin nedenlerinden biri maaşların evi çekip çevirmeye kifayet etmemesinden ileri geliyor; öyle ki kiralar maaşın yarısına yaklaştıkça erkeklerin umutsuzlukları artıyor. Kız arkadaşın bütçeyi aşmasından, aldığı bursu geri ödeyememeye, aynı sınıfta okuduğu nişanlısının atanmasına rağmen kendisinin atanamaması gibi sorunlar gelecekte ayrı ev mefhumunu da sorgulatacak düzeyde. Özellikle salgın ve küresel enflasyonla beraber ekonominin bozulması temel ihtiyaçların karşılanmasından ziyade hayat tarzı isteklerinin karşılanmasını zorluyor.
GENÇLERIN KONFORLU HAYAT PROFILLERI
Maaşlardan değil kendilerine ait bir hayat kuracak şartların olmamasından yakınıyor gençler; aileleri olmadığı bir gündelik hayatı düşünemeyen bu kuşakta aileyle 30 yaşında birlikte yaşamak normal. Evde internet vasıtasıyla çalışmak bir yana film izleyerek, görüşmeler yaparak, dijitalin imkânlarını kullanarak ilişkilerde sorun çıkarmadan yaşamak daha kolay. Buna karşın sevdiği sanatçının konserine pahalı biletler yüzünden gidemediğinden yakınanlar aynı zamanda kitap-kafe-sinema gibi faaliyetlerin de yüksekliğinden şikâyetçi. Bu istihdam, evlenme, konfor alanlarının genişlemesine karşın ücretlerin düşüklüğü, erken yaşlarda anksiyete, yaşlanmışlık, tükenmişlik hislerini artırıyor. Ninesiyle farkının bulunmadığını, kendisinin de onun gibi gezemediğini söyleyenler çoğunlukta. Enteresan olan ise ev merkezliliğin salgınla beraber bu kuşağı teslim alması. Eski kuşaklar dışarıya çıkmayı, gezmeyi sever, en azından kahveden gelmezken günümüz gençliği evde durmaya can atıyor. Son günlerde üniversitelerin tekrar uzaktan eğitime geçmesini isteyenler hastag’ler açıyor; anlaşılan o ki yurtlar, başka’larıyla aynı ortamı paylaşma mecburiyeti, yüksek hayat standardı ve bireyselliğin güçlenmesi bu kuşakların bir başka yeni hususiyeti olacak.
Klasik iş yeri düzeninden rahatsız yeni kuşaklar. İstediği işte çalışsa, tatmin edici maaş alsa bile gençler istifa edip kendi işini kurmanın yollarını arıyor. Enikonu kapitalist girişimci, modernist bireyci bir toplum olmaya doğru yol alıyoruz. Çalışma hayatının normalleri dahi yeni kuşaklar için “özgürlüğe saldırı” diye düşünülüyor. Üstünden değer görmeme, eleştirilme, sert çıkma, yüksek ses, yoğun çalışma, aidiyetsizlik, ayrıldığında iş bulamayacak bile olsa istifa nedenleri arasında. Mesele bunların sayısının az ya da çok olması değil, iş yeriyle ünsiyet kuramasa bile direnme, sabretme, mücadele, yeri geldiğinde kavga verme gibi dirayet gerektiren karakterin bu kuşaklardan gün gün çekilmesi. Kavgasını vermeyeceği bir başarının ve paranın taliblisi dijital tekno-kültür kuşağı. Fazlasıyla çocuksu bir kuşaktan bahsediyoruz; doğa durumundan gelmediği, ailelerin kanatları altında bulunduğu için bilhassa 2000 sonrası gençler kırılgan, daha çok özerklik ve kendine ait alan, bir bahçe arayışında; eleştirilmek değil takdir görmek, kendine vakit ayırmak, esnek saat, eğlenceli ve keyifli iş hayatı, yeri geldiğinde tatile gidebilecek zaman ve para, hayatını yaşamayı çok para kazanmanın önüne geçirme bu gençliğin özelliği. Eski Türkiye’nin bilhassa çevredekileri, dindar-etnik-mezhep aidiyetleri nedeniyle bir avuç elitin dışında kalanlar kariyeri, “adam sayılmayı”, para kazanmayı, ilkeleri ve idealleri bir süreliğine ertelemeyi rahatlıkla yapabiliyordu; yeni kuşaklar kavgası verilmemiş bir kariyer istese de kariyerist değil; olursa olur, kafasında.
DIŞA PATLAMAYAN TOPLUMLAR
Neoliberalizm dünya da krize girdi, salgınla küresel enflasyon toplumları daha çok sıkıştırıyor, bunaltıyor. Toplumlar içten içe kaynıyor, içe patlıyor, tepkilerini dışa yönlendiremiyor, en fazla mültecilere, Müslümanlara, Suriyelilere, kadınlara şiddet gösteriyor. Temel ihtiyaçları giderme imkânları gün geçtikçe zayıflarken pek çok konfor ürünü lüks sınıfına girmeye başladı. Bu ortamda gençler geleceklerini daha çok erteliyor. İş sınavlarına kendi sahasında az alındığı, mülakatta geçemeyeceğini düşündüğü için girmeyenler artıyor. Birilerinin yanlış analiz ettiği, saptırdığı, künhüne vâkıf olmadığı için gençler yeşil meraklısı, deizm-eşcinsellik yönelimlisi, sorumsuz özgürlük taraftarı, dijitale pür bağımlı değiller; istihdam, güvenceli-garantili iş, diplomasının karşılığını almak, kendine, yaşam tarzına daha çok vakit ayırabilecek, iddiasız ama konforlu bir düzen kurmak taraftarı. Ekonomik krizler, küresel bunalımlar bariz tepki gösterilmediği sürece içte ciddi sorunlara yol açabilir. Dijital tekno-kültür kuşağı bir ideolojinin, dünya düzeni talebinin bayraktarlığını yapmıyor; aidiyetinin kavgasına tutuşmuyor, sevdiği için canını feda edebilecek feda kültürü da barındırmıyor. Bu kuşak ideaya, ideale kapalı, ütopyadan, yüksek iyiden, erdemi egemen kılmadan, daha iyi bir dünya kurmak çabasından yana değil; huzurlu ve zengin bir dünyayı isteyebilir ama bunun için kendini öne atmaz. Bilakis imkân sağlayanlarla hoşgörü ve barış içinde bir arada yaşar, başka’sının varlığı kendini tehdit etmediği sürece kötünün yayılmasından da çok rahatsızlık duymaz. Yeni faşizmler, popülizmler, totaliter yönetimler için mükemmel bir insan havuzu şekilleniyor; önüne dijital kültürünü, yiyeceğini koyduğun sürece ilkeler icat edip bunun peşine düşmeyecek bireyler geliyor. Ekonomik meseleler şöhreti, abartılı davranışları, budalaca gösterişi, duvarları yükselten ulusalcılığı, güçlü olup uyguladığı müddetçe şiddeti ve tabi ki tanımlanmış dindarlığı da güçlendirir. 1980’lerin, 90’ların postmodern bireyinin mensubiyetsizliğinin ötesindeki bu dijital tekno-kültür kuşağı bir dönemlik, bir nesillik değil. Ontolojik bileşenleri, varlık algısı, insani yönelimleri bakımından tarihselleştirilemeyecek etkide yeni bir insanı haber veriyor!
Ümran Dergisi,sayı:327,syf:37-40
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…