Yaratma ve Nizam Üzerine Deliller ve Düşünceler
(Câhiz)
[Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhiz (ö. H. 255/ M. 869) Arap edebiyatının en büyük nesir yazarlarından ve Mu tezile kelâmcılarından biridir. Basra’da doğmuş ve aynı şehirde vefat etmiştir. 200’ün üzerinde eseri yazdığı tespit edilen Cahiz’in eserlerinden 25 kadarı tam olarak 65 kadarı ise eksik olarak günümüze kadar ulaşmıştır. En meşhur eserleri arasında Kitabu’l-Hayavan, el-Beyan ve’t-Tebyin, Kita- bul-Buhala zikredilebilir.
İslam din felsefesinde, âlemdeki nizam ve gaye Allah’a bir alem olarak düşünülür. Bizzat Kuran, insanın, aklını alemdeki nizam ve gaye üzerine yine olabildiğince aklî olarak düşünmesi için teşvik eder. Alemdeki hikmet dolu nizam ve gaye, kendisi hakim olan bir Tanrıya işarettir. Konuyla ilgili müstakil bir kitap kaleme alan Câhız, aşağıda yer alan metinde bu durumu oldukça başarılı bir şekilde göz önüne sermektedir. Burada çevirisi sunulan metin, İslam düşüncesinde teleolojik delilin oldukça erken tarihli bir örneğidir. Bu metinde hem telelojik delilin hem de kozmolojik delilin kesişmesi sunulmakta gibidir. Derlemede yer alan metinlerden de görüleceği üzere, Câhız’ın bu çizgisi sonraki Mutezili mütefekkirler tarafından da devam ettirilmiştir. Câhız’ın bu eseri, Gazali ye atfedilen el- Hikmefî Mahlukatillahi Azze ve Celle (Varlıkların Yaratılış Hikmetleri) adlı risalenin de kaynakları arasındadır.
Çevirmen, Yunus Cengiz’in başta, Mutezilede Eylem Teorisi -Kadi Abdülcebbar Örneği adlı eseri olmak üzere Mutezile konusunda birçok çalışması vardır. Cengiz halen Mardin Artuklu Üniversitesinde çalışmaktadır.]
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Allah’ın rahmet ve bereketi Muhammed ve ailesinin üzerine ve tüm peygamberlerin üzerine olsun.
Ebu Osman Amr b. Bahr el-Câhiz der ki:
İnsanlar, yaratılışın amacını ve anlamını bilmediklerinde ve bu konuda doğru kavrayış ve hikmetten yoksun olduklarında inkâra saplanırlar ve gerçeği yalanlamaya başlarlar. Öyle olur ki yaratılışı inkâr ederler, yaratma ve takdir olmadan her şeyin meydana geldiği zannına kapılırlar.
Onların bu durumu, en sağlam şekilde inşa edilmiş, en güzel şekilde döşenmiş, içinde pek çok çeşit yemek, içecek ve hoşa giden şey hazırlanmış; her biri yerli yerine konulmuş bir eve giren körlerin durumuna benzer. Gözleri kapalı olarak evin içinde dolaştıkları için, ne evi ne de orada yapılan hazırlığı görürler. Bu esnada, ola ki körlerden biri yerinde duran ve bir gaye için konulmuş nesnelerden birine çarptığında; bir anlam veremediğinden bağırmaya, alay etmeye, eve ve inşa edicisine yergiler dizmeye başlar.
İşte bu, evrendeki yaratmayı reddedenlerin durumudur. Zihinleri eşyadaki nedenlerin ve sebeplerin bilgisini öğrenmekten yoksun olunca şaşkın kimseler gibi bu dünyada dolaşmaya başlarlar, bunun için de varlıklardaki kemali ve yerli yerindeki vasıfları anlamazlar. Haliyle sebebini ve ereğini bilmediği bir şeyi yermeye, ayıplamaya; hatalarını ve uyumsuzluklarını belirtmeye başlarlar. Sapkın kimselerden inkârcı Maniheistlerin kabul ettikleri ve ileri sürdükleri söylemler buna örnek verilebilir.
Evren üzerine düşünmek ve yaratılmışlığını kavramak ve mevcut delillere dayanarak ihsan eseri bu düzen ve pek yerinde bu takdire vakıf olmak gibi bir bilgiye Allah’ın muvaffak kıldığı kişilere düşen, sahip oldukları bilgileri açığa vurmada kusurda bulunmamalarıdır. İmana teşvik edici unsurları güçlendirmek, böylece zihni ifsat etmek üzere plânlanlanmış şeytanların tuzaklarını boşa çıkarmak için bu delilleri yaymak ve duyurmak suretiyle kulakları ve zihinleri aşina kılma için ellerinden geleni yapmalarıdır.
Bu alemin yaratılmış olmasına ve en iyi şekilde idare edildiğine dair delil ve ibret noktalarını ortaya koymayı kendimize görev addettik.
Güneşin doğuşunu ve batışını düşün… Nasıl da gündüzün ve gecenin gücü ortaya çıkıyor. Güneş doğmasaydı tüm dünyanın işleri kesat olurdu, insanlar ihtiyaçlarını nasıl karşılardı, maişetlerini nasıl temin ederdi ve işlerini nasıl sürdürürlerdi? Dünya kapkaranlık olurdu, güneş doğmasaydı… Ya güneşin batmasından dolayı ortaya çıkan yararlar… Güneşin batımı olmasaydı insanlar için ne dinlenmek ne de sükûnete erişmek mümkün olurdu. Oysa bedenlerin ve duyu organlarının dinlenmesi böylece kendisine gelmesi, tıp kitaplarının belirttiği üzere, sindirim sisteminin işlevsel olması ve gıdanın organlara dağılmasının sağlanması için insanların istirahata olan ihtiyacı fazladır. Güneşin batımı olmasaydı dünya hırsı insanların çalışma şevkini öyle bir arttırırdı ki uzun süreli çalışıp didinme bedene zarar verirdi. Gece, insanların üzerlerine karanlığıyla çökmemiş olsaydı insanların çoğu, mal toplama ve kazanç sağlama hırsıyla ne dinlenirlerdi ne de yatışırlardı.
Yeryüzündeki hayvanlar ve bitkiler de güneş ışıklarının sürekli yayılmasıyla canlılık kazanırlar. Bütün bunlar Allah’ın tedbiriyle olur. İhtiyaçların temin etmek üzere hazırlanan bir hane halkının üzerine yükselen sonra da dinlenmeleri için kaybolan bir kandil misali zamanı geldiğinde güneş doğar ve zamanı geldiğinde batar. O açıdan nur ve karanlık karşıt olmalarına rağmen dünyanın ve içindekilerin yararına sırt sırta vermiş iki yardımcı gibidir.
Ayrıca senede dört mevsimin oluşması için güneşin kaymasını ve yükselmesini ve bundan dolayı ortaya çıkan yararları düşün. Kışın ağaçlarda ve bitkilerde sıcaklığın içeriye çekilmesiyle meyve özleri döllenme imkânı bulmuş olur. Ayrıca havanın yoğunlaşmasıyla bulutlar, sonra da yağmur oluşur. Kışın canlıların be- deni sıklaşır ve doğal hareketleri güç kazanır. İlkbaharda canlıları oluşturan doğal unsurlar hareketlilik kazanır. Kışın döllenen meyve özlerinin ortaya çıkmasıyla bitkiler görünür olur, ağaçlar yapraklanır. Hayvanlar çiftleşmek için tahrik olur.
Yazın ise havanın yanıp tutuşmasıyla meyveler olgunlaşır, bedenlerin fazlalıkları çözülür, yeryüzü kurur ve yeni bir inşaya ve etkinliğe hazırlanır. Sonbaharda hava berraklaşır hastalıklar gider ve bedenler sıhhat bulur. Uzamaya başlayan gecelerde uzun zaman isteyen işler başka yararlı işler yapılır. Anlatmaya başlasak söz uzar…
Bir yılın deveranını sağlayan güneşin bir burçtan diğer bir burca intikalini ve kurulan düzeni düşün. Bu deverandır, dört mevsimi, kışı, ilkbaharı, yazı ve sonbaharı ilişkili kılan ve bir birlerini tamamlamalarını mümkün kılan. Çünkü bu süreçteki güneşin devranıyla her şeyin zamanı gelir ve meyveler olgunlaşır. Arkasından yeni bir oluş yeni bir kemal başlar. Zamanın renkleri hareketin ölçüsünü ne güzel veriyor. Bir intikalinden [hamlinden] diğer bir intikaline kadar ki Güneş’in yürüyüşü bir seneyi ifade eder. Allah ın bu dünyayı yaratmasından beri zaman sene ve kısımlarıyla ölçülmekte ve böylece devam edecektir. İnsanlar ömürlerini, borç ve ücret ödeme takvimlerini ve diğer ilişkilerini bu şekilde hesaplamaktadır. Dolayısıyla güneşin seyriyle sene tamamlanmakta ve zaman ölçümleri doğru olmaktadır.
Aynı hareketine gelince o da iyi bir zaman göstergecidir. Genelde ayların süresi için kullanılır, ancak onun bir senedeki dönüşü ile dört mevsim arasında paralellik olmadığı için senenin hesaplanmasında, meyvelerin yetiştirilmesinde ve budanmasında kullanılmaz.
Ayın ve yıldızların gecenin karanlığında aydınlık vermesini düşün. Bundaki hikmet şudur ki canlıların istirahat etmeleri ve bitkilerin serinlemesi için karanlık gerekli olsa da gecenin zifiri karanlık olmasında ve hiçbir iş yapmalarına müsaade etmeyecek biçimde, hiçbir aydınlığın olmamasında canlılar için bir fayda yoktur. Çünkü bazı zamanlarda işlerinin yoğunluğu sebebiyle zaman sıkıntısı yaşayan ya da gündüzleyin aşırı sıcak olmasından dolayı bazıları ay ışığı altında pek çok iş için çalışmak isteyebilir… Böyle bir takdirin hikmeti üzerine düşünmek gerekir. Nasıl da karanlık, ihtiyaçların temin edilmesini sağlayan bir imkân kılınmış ve canlıların taleplerini karşılayan ışıklandırma da ona paralel kılınmış… Yıldızların var olmasında da ayrıca hikmetler vardır. Her birisi tarım için, fidancılık için, ayrıca özellikle kara ve deniz yolculuğu için ve diğer pek çok iş için birer gösterge ve işaret kılınmıştır.
Yıldızların bazı senelerde görünmesi, Süreyya yıldızı, ikizler burcu ve Akyıl- dız’da olduğu üzere, bazı senelerde görünmüyor olmaları da dikkat çekicidir. Bu yıldızlar her zaman aym vakitte görünüyor olsalardı veya kaybolsalardı, her birisi bulunduğu hal ile belirli bir zamanı göstermiş olmazdı ve işleri düzene koymak için yol gösterici olmazdı.
Neticede tüm yıldızlar aynı şekilde hareket etselerdi onların düzeni bozulurdu ve sağladıkları yarar da elde edilmemiş olurdu. Onların farklı bir seyir ve etkinlik içerisinde olmaları, böylece farklı faydalar sağlamaları onların özel alarak konulduğunu ve düzenlendiğini gösterir.
Bu evrende sürekli deverana sahip Güneş, Ay ve yıldızları düşündüğümüzde uzayın belli bir plân ve belli bir oran göre olmuş olması, gece ve gündüzün değişimi ile yeryüzünde dört mevsimin oluşması, üzerindeki canlı ve bitki çeşitlerinin daha önce özetlediğimiz nice faydalar edinmesi için değildir de ne içindir? Evrendeki bu düzenlemenin iyi olan bir takdir sahibinin planlaması ve hikmet sahibi bir güç yetiren varlığın hikmeti olduğu akıl sahibine gizli kalır mı?
Bunların hepsi tesadüfi olarak bir araya gelmiştir, dersen su dolapları için niye aynı şeyi söylemiyorsun? Ağaçların, bitkilerin bulunduğu bir bahçeye dolaplar, su taşımaktadır. Görünen tüm aletler bazıları bazılarını destekleyecek ve bahçeye su taşıyacak şekilde ayarlanmıştır. Bunun tesadüfi olduğunu belirtirsen insanlar senin sefih olmandan ve aklını kaybetmiş olmandan başka bir şey düşünmezler. Basit bir teknikle yapılmış bu dolapların sanatkârının ve düzenleyicisinin olmadığını söyleyemiyorsan, tüm yeryüzünün ve üzerindekilerin yararı için hikmetle yaratılmış olan ve insanların anlamakta yetersiz kaldığı bu büyük dolabın herhangi bir yapım ve plân olmadan rastgele oluştuğunu söylemek nasıl mümkün olabilir?
Ateşin yaratılmasıyla ilgili yaratıcının hikmetine bak. Rüzgâr ve suda olduğu gibi ateş de dağıtılmış olsaydı dünyayı yakardı. Pek çok yararlı şeyi sağlaması için bazı zamanlarda ortaya çıkması gerekiyordu. Bu yüzden cisimlerde korunacak şekilde depolandı. Böylece gerektiğinde talep edilmekte ve uygun aletlerle ve odunlarla devamı sağlanmakta ve istendiğinde söndürülmektedir.
Ateşin geçerli olan bir başka özelliği daha vardır. Bu özellik diğer canlılara yarar getirmediği için sadece insanların kullanabileceği bir özellik kılınmıştır. Ateş olmasaydı insanların hayatında büyük bir eksiklik olmuş olurdu. Hayvanlar ise onu kullanamıyor ve istifade edemiyor. Çünkü insanların kendisini koruma imkânı, ateşten gelecek tehlikeyi bertaraf edecek elleri vardır. Hayvanlara ise bu vasıf verilmemiştir. Buna karşın onlara sert ve bozuk bile olsa besinleri yiyebilme ve dayanma gücü verilmiştir. Böylece ateşin yokluğundan dolayı insanların maruz kalacakları zarar hayvanlara dokunmamış olur.
Sana havanın bir hasletini söyleyeyim. Filozofların belirttiğine göre seste havadaki cisimlerin birbirine çarpmasını sağlayan bir etki vardır. Hava bu etkiyi duyu aracına ulaştırır. Böylece insanlar gündüz ve gece vakti boyunca birbirle- riyle olan ilişkilerde ve ihtiyaç anında konuşabiliyorlar. Yazının kâğıtta baki kalması gibi bu konuşmaların etkisi de havada baki kalsaydı âlem bu etkiyle dolup taşardı. Öyle ki bu durum bizi tedirgin ederdi ve bize zarar verirdi. Bu yüzden havayı değiştirmek durumunda kalacaktık. Kâğıtları değiştirmekten çok daha fazla havayı değiştirmek durumunda kalırdık. Çünkü sarf ettiğimiz konuşma yazdıklarımızdan kat kat fazladır. Durumdan haberdar Yaratıcı havayı gizli bir kâğıt gibi kıldı ve hava, geciktirmeden isteğimizi ulaştırmakta ve silmekte, sonra da tertemiz olarak yenilenmektedir hem de bize ayrıca bir külfet getirmeden ve çabamıza gerek kalmadan. Devamlı ve kesintisiz olarak yükümüzü taşımaktadır.
Yeryüzünün yaratılışını düşün… Nesnelerin yer edinmesi ve yerleşmesi için durgun ve uygun olarak yaratılmıştır. Böylece insanlar ve hayvanlara arzu ve isteklerine ulaşmak için çabalamaları; istirahat etmek için dinlenmeleri, sükûnete erişmek için uyumaları ve işlerini iyi yapmaları mümkün olmaktadır. Ya dünya ters çevrilmiş olsaydı ve titremiş olsaydı bina yapımcıları, marangozlar, demirciler, boyacılar, dokumacılar iş yapamaz olurdu. Şuna kıyas et. İnsanlar en ufak bir deprem anında bile hemen evlerini terk edip kaçıyorlar.
Yerin doğasında soğukluk ve kuruluk vardır. Taşların da doğası böyledir. ikisi arasında bir fark vardır. Taştaki kuruluk yerdeki kuruluktan daha fazladır. Yerin kuruluğu daha fazla olmuş olsaydı, taş gibi olmuş olsaydı canlıların yaşamalarını sağlayan bu bitkilerin yeşermesi, tarımcılığın olması ya da binaların yapımı mümkün olur muydu? Görmüyor musun nasıl da taştaki kuruluğun azıcık bir azaltılmasıyla yumuşaklık sağlanmış ve işlerin gerçekleşmesi hazırlanmıştır.
Kuzeyden esen rüzgârların güneyden esen rüzgârlara göre daha hızlı esmesi de yerin yaratılması konusunda hikmet sahibi olan bir varlığın planlamasıdır. Böyle olmasının sebebi suyun yeryüzüne düşüşünün sağlanması ve yeryüzünün sulanmasıdır. Sonra da sular denizlere dökülür. Denizin bir tarafının yükselmesiyle diğer taraf alçalır, böylece suda hareketlilik sağlanır.
Bir de çamur ve taşlarla yığılmış şu dağlara bak. Gafil insanlar onları boşuna sanırlar. Oysa onların yararı pek çoktur. Kar dağların üzerine düşer, bazılarında erimediğinden yazın ortasında ihtiyaç duyan gider alır. Eridiğinde ise pınarlar, onlardan da büyük nehirler oluşur. Benzerleri arazide yetişmeyen bitkiler dağlarda oluşur. Dağlarda ayrıca yırtıcı ve evcil olmayan hayvanlara barınak olması için mağaralar vardır. Düşmanlarına karşı korunmak için oraları birer kale olarak kullanırlar. Evler ve değirmenler inşa etmek için dağlardan taşlar yontulur. Dağlarda pek çok değerli maddelerin çıkarılması için madenler bulunur. Bunlârın dışında bilimde öne geçildikçe dağlarla ilgili bilinebilecek başka şeyler de ortaya çıkacaktır.
Yaratıcının evrende yarattığı düzeni düşün. Allah istediği takdirde kullarına dağlar kadar gümüş verebileceğini göstermek için kullarının gücünü ve hâzinelerinin bolluğunu görmesini istedi. Ancak böyle yapmak onların faydasına değildi. Çünkü böyle bir durumda bu madenin insanlar nezdindeki değeri düşer, bu onlara daha az yarar getirir. Şöyle ki daha önce görülmemiş bir eşya ortaya çıktığında az olduğu müddetçe değerli kalır ve iyi para getirir. Sonra fazlaca üretilmesiyle yayıldığında ve insanların ellerinde artınca değeri düşer…
Dört asıl maddenin Allah tarafından fazlaca yaratılmış olmasının hikmetini düşün. İnsanların bu dört maddeye olan ihtiyacı fazladır. Böyle olduğu için yeryüzü geniş olmuştur. Böyle olmasaydı insanlara ev, arazi, mera, kereste üretecek alanlar, büyük arsalar ve zengin olmalarını sağlayacak madenler nasıl yetecekti. Belki bu boş arsaları, korkunç ve kimsenin olmadığı yerlerdeki yararı inkâr etmek isteyebilirsin. Ama şunu unutmaman gerekir ki oralar yabani hayvanlar için birer mesken ve meradır. Ayrıca insanlar oturdukları yerleri değiştirmek istediklerinde oraları mesken edinebilirler. Nice böyle yerler saraylar olmuş, insanlar için birer cennet olmuştur.
Bazı senelerde şiddetli yağıştan, soğuktan veya kötü havadan dolayı zarar oluşmuyor mu, böylece bedenlerde hastalık ve çevrede afetler gerçekleşmiyor mu? (Böyle bir soruya karşılık) Şöyle denir.
Evet, böyle şeylerin gerçekleştiği doğrudur. Bunda da nihai anlamda insanların kötülük yapmaya devam etmemeleri ve günahlardan uzaklaşmaları açısından yarar söz konusudur. Neticede, dinleri için yararlı olanın elde edilmesi malların telef olmasından daha iyidir.
Şimdi de insanı ve farklı durumlara karşın kendisi için yaratılan düzeni düşün. İnsanın ihmal edilmiş olmasına imkân var mı? Örneğin rahimdeyken kan cenine ulaşmazsa tıpkı sudan yoksun olan bitkilerin kuruması gibi cenin de kurumaz mı? Yavru olgunlaştığında doğum sancılarının verdiği acı olmazsa tıpkı çekirdeğin toprak altında kalması gibi yavru rahimde kalmış olmaz mı? Doğar doğmaz sütü hazır olmazsa açlıktan ölmez mi? Ya da o an tam olarak anlaşıl- masa bile uygun olmayan ve bedenine tam anlamıyla yarar getirmeyen başka şekillerde beslenmek zorunda kalmaz mı?
Bir de bir başka açıdan insanı düşün. İnsan doğduğunda herhangi bir akıl ve anlama sahibi olmadan doğar. Akıl sahibi anlayış sahibi biri olarak doğmuş olsaydı doğarken dünyayı inkâr ederdi, öyle ki tanımadığı ve benzerini daha önce görmediği yeni şeylerle karşılaşınca şaşırırdı ve aklını yitirirdi.
Bir başka açıdan çocuklar aklı tam ve kendine yeter olarak doğmuş olsaydı çocukların yetiştirilmesine, babaların yararlı şeyleri kazandırmak için onları eğitmesine ve eğitimin gerekleri olan iyilikle karşılık verme ve ihtiyaç anında şefkat gösterme gibi hasletleri vermeye gerek kalmayacaktı. Böyle bir durumda babanın çocuğa karşı, çocuğun babaya karşı ülfet gösterme fırsatı oluşmazdı. Çünkü çocukların babaların eğitimine ve korumasına ihtiyaçları olmazdı.
Bedenin tüm organlarına bak. Her birisi yeteneklerine uygun olarak planlanmıştır. İki el bir şeyler yapmak için, iki ayak yürümek için, iki göz yolunu bulmak için, iki kulak duymak için, burun koklamak için, ağız beslenmek için, mide sindirmek için, karaciğer arıtmak için, delikler fazlalıkların atılması için, damarlar taşımak için ve cinsel organ neslin devamı için planlanmıştır. Düşünüldüğünde tüm organların bir yarar ve hikmet için takdir edildiği görülür.
Şayet tüm bunlar tabiatın eseridir, dersen tabiat denilen şu şeyi sana sorarız. Bu şeyin tüm bu filleri yapmak için bilgisi ve gücü var mıdır, yoksa yok mudur? Şayet evet, bunları yapmaya bilgisi ve gücü vardır, dersen Yaratıcının varlığını kabul etmekten seni men eden nedir? Çünkü bunlar Yaratıcının sıfatlarıdır- Şayet bu fillerin bilgi ve güç olmaksızın meydana geldiğini söylersen bu imkân- sız bir şeydir. Çünkü senin de gördüğün gibi, her birisi bir maslahata ve hikmete dönüktür. Anlaşılıyor ki bu fiiller büyük bir yaratıcının fiilleridir. Tabiat dedikleri ise onun sünnetidir (kanunudur). O’nun yaratması bu kanunlara uygun ola- rak gerçekleşmektedir.
Bir kısım şeylerin bir kısmının ardından nasıl geldiğine bak. Her duyu organı için duyumsanacak nesneler ve her nesne için algılayacak duyu organları vardır. Ayrıca duyu organları ile duyu nesnesi arasında aracı kılınan ve onlarsız duyu işleminin gerçekleşmeyeceği şeyler üzerinde de düşünmek gerekir. Aydınlık ve hava örneğinde olduğu gibi, aydınlık renklerin göze görünmesini sağlamazsa gözler renkleri algılayamaz. Hava sesi kulağa ulaştırmadığı takdirde kulaklar sesi algılayamaz. Duyu organları ve duyumsanan nesneler arasındaki ilişki ve duyu işleminin gerçekleşmesi için başka şeylerin devreye girmesiyle ilgili açıkladıklarımızı düşünen bir kişiye, bir irade ve takdir olmadan bunların gerçekleşmesinin mümkün olmadığı kendisine gizli kalmaz.
Özetle söylemek gerekirse Yaratıcının, şanı yüce olsun, hikmet ve adalet sahibi olduğu anlaşıldığına göre fillerine ilişkin tüm kusurlardan uzak olduğu anlaşılmış olur. Çünkü O insanlar için faydalı olanı, iyi olanı ve işlerinin akıbetini en iyi bilendir. Yaratıcı, benzetmek gibi olmasın, hatadan uzak bir doktor gibidir. Böyle bir doktor acı veren ve canı acıtacak şekilde tedavi etse bile bu durum ne kalbinin katılığı, ne hastaya zarar vermesi ne zulmetmesi ne de bir hata olarak yorumlanabilir.
Beynin nasıl olduğunu bildiğinde ne düşünürsün. Beyin dışarıdan gelecek tehlikelere ve sarsıntılara karşı korunması için tabaka üstüne tabakayla örtülmüş, bu örtünün üzerine başa gelen darbelerden korunması için bir kask görevini üstlenen kafatası konulmuş ve üzerine sıcaktan ve soğuktan koruyacak deri ve saç çekilmiştir. Beynin bu denli korunmuş olması ve güçlendirilmiş olması ancak Onun yaratması olabilir. Bilinir ki beyin iyiliğin kaynağıdır ve bedenin denetim mekanizmasının ve akim bulunduğu yerdir.
Kalbin göğüsün içinde gizlenmiş olmasından da aynı sonuca varabilirsin. Kaburga kemikleri üstü etle ve sinirlerle örtülü bir zırh gibi kalbi korumakta ve kalbe ağırlık vermemekte, dış kalp zarı bir başka şekilde kalbi korumaktadır. Kalp, duyu ve diğer organlara emirler vermektedir. Kalp yapılması gerekenlerin son merciidir, dahası o ruh cevherinin meskenidir.
Canlılarda iki borunun olması dikkat çekicidir. Birisi ses için içindir ki bu boru akciğere kadar uzanır. Diğeri ise beslenmek içindir ki bu boru mideye kadar uzanır. Bu borunun üstünde yemeklerin akciğere gitmesini ve onu ıslatmasını engelleyen bir tabaka vardır. Akciğerin görevi de oldukça ilginçtir. Akciğer bir serinletici gibi kalbi serinletmekte, böylece ismin yayılmasını sağlamakta ve kalbi telef olmaktan kurtarmaktadır.
İnsan için kılınan yeme, uyuma ve cinsel ilişkide bulunma fiillerini ve bunlara getirilen düzeni düşün. Bunlardan her birisinin doğasında onu gerektirecek ve sevk edecek bir muharrik var kılınmıştır. Açlık yemeyi gerektirmekte ve bedenin yaşaması ve devamlılığı ona bağlıdır. Uyku talebi uykuyu gerektirmektedir.
Uyku bedenin rahatlamasını ve kendine gelmesini sağlar. Cinsel tutku ilişkiyi gerektirmektedir, neslin devamı ona bağlıdır. İnsanlar doğal sâikten dolayı değil bedenin yemeye olan ihtiyacını bildikleri için gıda edinmeye çalışmış olsalardı ya çalışmaktan ve yorulmaktan bitkin düşen bir varlık ya da öyle bir tembelle- şirlerdi ki sonunda bedenleri tükenir kalırdı. Şuna benzer: Bazen insanların ilaca ve tedaviye veya bedenlerindeki bir durumu düzeltmeye ihtiyaçları oluyor, ancak kişi tedaviyi erteleye erteleye sonunda hastalıkla ya da ölümle karşı karşıya gelebiliyor. Tersini düşün. Uyku fiili bedeni rahata kavuşturma ve kendine gelme gereksinimi üzerinden gerçekleşen bir düşünme eylemi sonrasında gerçekleşen bir fiil olsaydı, bu insanlara ağır gelebilirdi ve beden zarar görebilirdi. Cinsel ilişki çocuk sahibi olma isteği üzerinden harekete geçen bir eylem olsaydı, tahmin etmek uzak değildir, daha az yapılan bir eylem olurdu ve nesil azalırdı veya kesintiye uğrardı. Çünkü kimisi vardır ki ne çocuk ister ne de onlarla övünmek ister.
Şurası da önemlidir ki insanı ayakta tutan ve yarar edinmesini sağlayan bu eylemlerden her biri için doğanın kendisinden gelen ve bu eylemleri harekete geçiren ve teşvik eden bir muharrik (itici güç) vardır.
Tıpçılar tıp kitaplarında bedende dört yetinin (kuvve) olduğunu her birisinin kendilerine uygun fiillerinin olduğunu belirtirler. Câzibe yetisi gıdanın alınmasını ve mideye gönderilmesini sağlar. Mümsike (tutma) yetisi yemek midede olduğu müddetçe orda tutulmasını sağlar. Hâdime (hazmetme) yetisi yemeğin orda pişirilmesini (sindirilmesini) ve arıtılmış olanın tüm bedene yayılmasını sağlar. Dâfie (Boşaltma) yetisi ise hadime yetisi alınması gerekeni aldıktan sonra fazlalıkların atılmasını sağlar. Bu yetilere olan ihtiyacı ve onlardaki mahareti, ayrıca getirilen düzen ve var olan hikmeti düşün. Ya cazibe yetisi olmasaydı bedeni ayakta tutan gıdanın aranması için insan nasıl harekete geçerdi. Mümsike yetisi olmasaydı mide yemeği sindirinceye kadar alman gıda orda nasıl tutulacaktı. Hâdime yetisi olmasaydı alınan gıda nasıl sindirilirdi ve bedenin asıl ihtiyacı olan arıtılmış kısmı diğerinden nasıl ayıklanırdı. Dâfie yetisi olmasaydı hadime yetisinin işleminden sonra artık olan kısım nasıl atılmış olacaktı.
Görmüyor musun nasıl da bu yetiler kendilerine düşen yararı sağlamak için bedende görevlendirilmiş, böylece beden adeta içinde maiyeti ve görevlileri olan bir melikin evine dönüşmüştür. Birisi maiyetin ihtiyaçlarını karşılamak ve getirmek için çabalamakta, diğeri getirileni elinden almak ve gerekli işlemleri görmek üzere sevk etmekte, bir diğeri gerekli hazırlıkları ve işlemleri yapmakta sonra kralın maiyetine dağıtmakta, bir diğeri ise geriye kalan artık şeyleri evin dışına atmaktadır.
Bu temsilde sözü edilen melik alemlerin sahibi olan ve bilen Yaratıcıdır, ev bedendir, melikin maiyeti bedenin organlarıdır görevliler ise bu dört yetidir. Senin de gördüğün gibi bu yetiler ve fiillerinden söz ettik. Tıp kitaplarında bu konunun tatbiki fazlasıyla vardır. Tıp kitaplarında söz edildiği şekliyle konuyu ayrıntı- landırmadık, zaten bizim mesleğimiz de bu değildir. Daha fazlası bedenin sıhhati için tıp kitaplarında anlatılır.
…
Hazırlayan:Recep Alpyağıl – Klasik ve Modern Metinlerle Din Felsefesi Dersleri İçin Yardımcı Kitap,syf:117-124