Yaratana Kulluk, Yaratılana Yararlılık Sanatı:İbadet Hayatımız

ibadet-namaz-300x199 Yaratana Kulluk, Yaratılana Yararlılık Sanatı:İbadet Hayatımız

Bazıları Allah’a korkudan ibadet/kulluk (teabbüd) eder. Bu kölelerin ibadetidir.

Bazıları Ondan bir şeyler istemek için ibadet eder. Bu tüccarın ibadetidir.

Bazıları da şükür ifadesi olarak Allah’a ibadet eder.

İşte bu hürriyete kavuşanların ibadetidir.

Ali b. Hüseyin Hilyetü’l-Evliyâ, 3/134

İbadetin tanımı ve dindeki önemi

İbadet, lügatte kendi rızasıyla boyun eğmek, alçalmak ve say­gı göstermek manalarına gelir. Araplar binicisine zorluk çı­karmadan çöküp kalktığı için uysal deveye “baîr muabbad” der. Bu yönüyle dinde ibadet, Allah’a boyun eğmek ve şekil itibarıyla belli bir kalıbı maruf birtakım uygulamaları yerine getirmek demektir.

Kavrama şöyle felsefi bir boyut getirebiliriz: Kelamcılar var­lığı üç kategoride ele alırlar: vâcibü’l-vücûd, câizü’l-vücûd ve mümteniü’l-vücûd. Vâcibü’l-vücûd, varlığı zorunlu olan Al­lah’tır. Câizü’l-vücûd ise varlığı zorunlu olmayan, varlığı yok­luğuna tercih edilen bütün mahlukattır. Bu kısımda var olan­lar, aynı zamanda varlığını yokluğuna tercih eden bir iradenin varlığını gerektirir. Kendisini var eden ve oha irade bahşeden zata minnet duyar. Çünkü haddizatında var olmak bir şükrü gerektirir.

İşte ibadet bir varlık vergisi, varlığa karşı insanın var edene karşı duyduğu minnet duygusunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Varlığın şeklî şükrünü ifade eder. Biraz önceki kelami kategoriyi göz önünde bulundurursak, insanın sonradan yaratılmışlığı ontolojik noksanlığını gerektirir. Bir yokluk ge­çirmiş olması ve varlığını başka şeye borçlu olması hali insanı eksik kılar. Aslında insandaki inancın kaynağı budur. Bun­dan dolayı insanın ibadetten dûn olması düşünülemez. İnsan mevcudiyetini medyun hissettiği bir menşee yönelir, ona in­kıyat eder. İnsanın bu ontolojik noksanlığı mutlaka bir şeylere boyun eğmeye meyilli olmasının sebebidir.

Tüm zaman ve toplumlarda, semavi veya gayrisemavi bütün inançlarda toplumun, kendi kültür şartları çerçevesinde mut­laka bir tazarru ve niyaz hali olmuştur. İnsanlar kendinden daha güçlü ve mükemmel olduğuna inandığı kimseye karşı hep başı yerde olmuştur. Dolayısıyla farkında olsun ya da ol­masın, aslında her insan ibadet eder çünkü insandaki şükran duygusu fıtri ve cibillîdir. İşte ibadet de insandaki bu şükran duygusunu tamamlayan ve ruhu mutmain kılan şeydir.

Vahiy ve ibadet ilişkisi

İbadetin, Allah’ın insana tenezzülü olan vahyin mukabelesi olduğunu bilmek önemlidir. Allah’ın insanla iletişimi inte- raktif bir ilişkidir. Allah’tan kula uzanan kısmı vahiy, kuldan Allah’a uzanan kısmı ise ibadettir. Hz. Peygamberimiz [s.a.v.] Hira’da önce ibadetle irtibata geçti ve sonra vahiyle mukabele gördü. Bu yönüyle ibadet, yağmuru oluşturan yoğunlaşma­yı, dua da bu yoğunlaşmayı atmosfere taşıyan buharlaşmayı ifade eder. Ardından vahiy bir yağmur gibi sağanak sağanak yağmaya başlar. Evet, ibadet ruhun yoğunlaşması ve iman iddiasının ispatıdır. îmanın tecessüm etmiş halidir. Zat-ı uluhi- yetle irtibatı sağlamada ibadet çok önemli bir vasıtadır ve hat­ta en büyük fırsattır. Namaz bu sebeple müminin miracıdır.

Meselenin bir başka veçhesi, şükür ve talep dengesidir. Ha­liyle, insanın sahip olduğu veya sahip olmayı istediği bütün özellikler varlığına yani zatına zait özelliklerdir. Varlığın şük­rünü eda edememiş bir insanın zatına zait bir güzelliği -me­sela mutluluğu ya da zenginliği- talep etme hakkı olamaz. Halbuki insan kendini yoktan var edene, ona varlık bahşede­ne teşekkür etmesini bilse, Allah ondan hiçbir şeyi esirgeme­yecektir. Kaldı ki mutluluk her şeye sahip olmak değil, sahip olunan şeylerin kıymetini bilmektir. Peki ya kıymet bilmek nedir? Elbette kıymeti insanı takdire götürür ki şükür budur: kıymeti takdir etmek O halde ibadetler temelde varoluşumu­zun bir teşekkürüdür.

Diğer yandan, sahip olduklarıyla mutlu olamayanı hiçbir şey mutlu edemez. İbadet, insanın sahip olduklarına duydu­ğu rıza ve memnuniyetin ifadesidir. Eğer insan sahip olduğu şeylerden ibaretse, öyleyse sahip olduklarını kaybettiğinde kendini korkunç bir boşluğun içinde bulacaktır. Bu yüzden insan evvela varlığının farkında olmalı, bir varlığa sahip oldu­ğunu bilmeli ve en başta bunun şükrünü yerine getirmelidir. Dolayısıyla ibadet etmek için illa bir nimete nail olmayı bek­lemek icap etmez. Ayrıca genelde düşünülenin aksine, iba­dette moral, motivasyon ve istek gibi hallerin mevcudiyeti de aranmamalıdır.

Mahlukatın Hâlikine minnet borcu

Bu konuda şu gerçeğin fark edilmesi önemlidir: Aslında Al­lah’a karşı borcunu ödeyemeyeceği için insandan istenen sa­dece verilen nimetlere minnet duymasıdır. Din, “borç” manasındaki deyn kökünden gelir. Bu anlamda, evet, din insanın varlık borcudur. Borç geçici bir durumu ifade eder fakat din sürekli borçlu olma halidir. Zira borcu ödemek için de yine borca ihtiyacımız var, öyle değil mi? Çalacağımız kapı hep aynı kapı. Borçla borç ödenmeyeceğinden, bizden istenen da­ima borçlu olduğumuza dair bir bilinç, başka deyişle minnet duygusudur. İbadet insandaki minnet duygusunu bütün kai­natın sahibi ve maliki olan Allah’a yönlendirir.

Bu noktada İslam’ın tahfif prensibini unutmamalı. Malum, kimi kavimlerde bedene azap vermek ibadet olarak kabul edilmiştir. Bir uzvu kesmek ya da kırmak gibi eleme ve azap etmeye dönük uygulamalar… Aksine İslam’da bedenin aciz kalacağı durumlarda ibadetlerde tahfif söz konusudur. Hatta İslam’da insanların hoşuna gidecek söz, hal ve davranışlar bile ibadet kabul edilebilir. Temelde bir şeyi ibadet yapan husus, ona yüklediğiniz anlam, amaç ve niyettir.

İnceleyin:  Nefs ve Kalbin Misali

Az önce insanın eksikliği konusuna değinmiştik. Sonradan yaratılmışlığın bir özelliği olan ontolojik eksiklik, aynı za­manda bir maksada uygunluğu gerektirir. Yani varlığı başka­sına bağlı olmak, bir amaca duyulan ihtiyacı meydana getirir. Var olan her şey bir amaç için yaratıldıysa, ibadet bu amaca hizmettir. Ya diğer varlıklar? Onlarda durum nasıldır? Pekâlâ, iradesiz varlıkların da ibadeti vardır. Ayetler bu noktada açık­tır: “Göklerde ve yerlerdeki her şey Allah’ı tespih etmekte­dir?’[7] “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’na hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız.”[8]

Ağacın ibadeti meyve vermek, arının ibadeti bal vermek, ine­ğin ibadeti süt vermektir. Bunun için yaratılmışlardır. İnsanın yaratılış gayesi de ibadet etmesidir. Şu var ki, insanın ibadeti arının, ineğin ve ağacınki kadar basit ve belli bir şeyle sınır­lı değildir. Çünkü insanın fonksiyonları çok geniştir. Varlık hiyerarşisinde insanın altında olan bütün varlıkların yaratılış amaçları insanı besler, ona hizmet eder; tabir yerindeyse insa­na ibadet eder. însan da Allah’a ibadet eder. Zaten ibadet ke­limesinin kökünde kendinde olanı ortaya çıkarma gibi bir an­lam da bulunur. Böylelikle istenir ki insan özünü ortaya koy­sun, özgür iradesinin hakkını vererek ilahi koroya dahil olsun.

Borç kısmına dönecek olursak, ibadet insanın sadece Allah’a borçlu olmasını ve O’ndan başka hiçbir makam ve mevki kar­şısında serfuru etmemesini sağlar. Bu açıdan insanı insana bo­yun eğmekten kurtarır. Öyle ya, ben kimim, beni kim var etti? Bir ırmak misali akıp giden bu hayat beni nereye sürüklüyor? Tek zerreden küreye, habbeden kubbeye kâinattaki her şey bir amaca hizmet ederken, bir maksat için yaratılmışken, ben ne için var edildim? Bu soruları sormamış, varlık sancısı yaşama­mış bir insan, gerçek manada ibadetin hikmetini keşfedemez.

Bir bütün olarak din, insanın yaratılış amacına uygun yaşa­ması ise, ibadet bu yaşamı sürekli denetleyen mekanizmadır. İnşam buna uygun formata sokar. İbadeti terk eden, ilahi çekim alanından, kişiye tesir eden hal ve hislerden mahrum olur. Zamanla vicdanının körelmesi, içinden gelen sesi duya­maz olması bundandır.

İbadetin şahsi vecibeler dışında sosyal ve hukuki boyutu

Bu noktayı aydınlatmak için kelimenin kökenine daha ayrıntılı bakmak gerekiyor. Etimolojik olarak ibadet sözcüğünü ele aldı­ğımızda, iki ayrı baptan iki ayrı manaya geldiğini görürüz. Abd kökünün iki türevi vardır: İlki sülasi mücerret, birinci baptan gelen abede-yabudu kalıbıdır. Manası bildiğimiz şekliyle iba­dettir. İkincisi ise kelimenin beşinci baptan gelen abude-yabüdü türevidir. Manası “abd olmak” yani kul olmak, kulluk etmektir. Bu kalıcı bir özelliktir ve arızi bir durumu ifade etmez.

Kur an-ı Kerim aynı kökten gelen kelimeyi iki ayrı bapta ve iki manada da kullanmıştır: birinci bapta ibadet etmek, tazim, saygı, boyun eğmek; beşinci bapta kulluk yapmak, itaat etmek. Baplar manaları gibi isimlerini de mastarlarından aldığından, birincisi ibadet ile İkincisi ubudiyet ile ifade edilir. Kalıcı an­lamıyla yaklaştığımızda, ibadet ubudiyetin pratiğidir. İbadet ubudiyeti ispat eder. İnsan ibadetle kul olduğunu gösterir. So­nuçta bunlar birbirlerini reddetmez.

Hemen burada ifade etmek isterim: Bilhassa son zamanlarda çoğalan, “İslam ibadet değil, ubudiyet dinidir,” benzeri iddia­ların çok yersiz ve mesnetsiz olduğunu düşünüyorum. Bu tam bir savrulma halidir. İbadetin yeri için asla inkâr da tasgir de söz konusu olamaz. İbadet bir dinin olmazsa olmazıdır. Bu­nun yanında dini ibadetten ibaret de sayamayız. İnsanın dinle münasebeti ibadetle son bulmaz. Aksine ibadetle başlar.

Özetle, ibadet dinin belli başlı ritüellerini yerine getirmek, ubudiyet ise bir karakter sergilemektir. İbadet bir durum halini, ubudiyet ise bir duruş halini ifade eder. Ubudiyet bir yaşam tarzının adıdır. Hayatı kulluk ekseninde yaşamak de­mektir. Bir insana terzi dersiniz, lâkin onun sürekli bir şeyler dikmesi gerekmez. Dikim yapmadığı zamanlarda da o kişi terzidir. Tıpkı tıraş etmek ile berber olmak arasındaki ilişki gibi, veyahut şiir yazmadığı zamanlarda da kişi şairdir.

Hayatı ibadete dönüştürmek

Hz. Peygamber [s.a.v.] önceleri Hira’da ibadetle meşguldü. Va­hiy onu oradan dünyayı mamur etmek üzere şehre indirdi. O, Mescid-i Nebevî’nin inşasından önce veya inşası sırasında Medine’de Yahudi pazarına alternatif bir pazar kurdu. Mes­citle birlikte medrese inşa etti. Bütün bunlar bize neyi göste­riyor? Din insanın hayatı ibadet kılmasını sağlar, kişiye bunu salık verir. Zaten önemli olan da hayatı ibadete dönüştürebil- mektir ve bu gayet de mümkündür. Öyle ki İslam, bir insanın hanımıyla yaşayacağı cinsel ilişkiden bile sevap alacağını söy­leyen bir dindir.

Eğer ibadeti bildiğimiz anlamda ritüele indirgersek, “Ben cin­leri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım,”[9] ayetini sabahtan akşama kadar mescitten dışarı çıkmamak şek­linde anlamamız gerekirdi ki dinin gayesi bu olamaz. Öyleyse ibadet, somut birtakım uygulamalardan öte insanın yaratılış formuna uygun davranmasıdır. Dağlar nasıl ki yeryüzünün sağlamlaşması için bir anlamda çivi mesabesindeyse, ibadetler de hayatın içine yerleştirilmiş ve hayatın tamamını anlamlan­dırmayı ve müstakim kılmayı sağlayan bir dağ hükmündedir.

Konu Sünnetullah ya da tabii yasalar üzerinden daha iyi an­laşılabilir. Biliyoruz ki sabit ve statik olan âlemin bir hareket planı, saat gibi işleyen bir düzeni var ve bu asla şaşmaz. Çünkü bu işleyiş onun fitratmdandır. Bunun karşısında bir de dina­mik ve iradeli olan bir âlem vardır. İnsan bu âlemi temsil eder. Allah insan için de bir kanun tayin etmiştir, yani onun da bir tabiatı bulunur. İşte ibadet, insanı bu ilahi koroya senkronize eder. Belli bir ahenk ve düzen içerisinde saat gibi işleyen evre­ne ayak uydurmasını sağlar: Sabah namazında güneşle doğar, akşam namazında güneşle batar; öğle namazıyla güneş gibi zirveye ulaşır, yatsı namazıyla gurubu hisseder… Görüldüğü üzere ibadet âlemle insan arasındaki işaretleşmelerdir. He­men bütün ibadetler bir zamana mazruf oluşturur. Zamanla doğrudan alaka içerisindedirler.

İnceleyin:  Hamd ve Şükür

Topluma iyilik duygusu olarak yansımayan ibadet ya da ubudiyet

Bir kere ibadetin maksadı insanı kul yapmak olduğuna göre, insandaki güzel hali artırmamış ibadet kesinlikle makbul de­ğildir. Maûn suresi müşriklerin namazından bahsederken veyl eder: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namaz­larını ciddiye almazlar.”[10] Evet, onlar namazın dış formunu yerine getirirler. Namazlarının insanlar tarafından görülen kısmı tamdır lâkin ruhu yoktur. Bu noktada merhum Mev- dûdî, “İbadetlerin de insanlar gibi bir ruhu, bir de bedeni var­dır,” der. Ruh hayat kaynağıdır. Kendisinde hayat olmayan ibadet, başkasına hayat veremez.

Kur’an-ı Kerim bir başka yerde kurban ibadetiyle ilgili aynı şeyi söyler: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız ulaşır.”[11] Bu ayet, ibadetin dış for­munun birinci dereceden önem ifade etmediğini açıklar. Aynı şekilde “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirme- niz[den ibaret] değildir,”[12] buyrulur. Ezcümle esas olan, öze odaklanmaktır. Zira ibadetten ubudiyet hasıl olmuyorsa, iba­det kişinin gündelik hayatına etki edemiyorsa, yapılan ibadet ruhtan yoksun demektir.

Bugün dine çağrı yapılırken sanki bir örgüte çağrı yapılıyor­muş gibi bir dil ve üslup kullanılıyor. Halbuki doğası gereği din, insanı kendine çağırır. O, insani bir yere götürmez, bila­kis kendine getirir. Çünkü din anlamın ta kendisidir. Yaşama hikmet ve irfan katar. Bu bakımdan ibadetler kişinin ubudiyet ve dindarlığını rehabilite eder.

Filhakika ibadet ve yaşantı arasındaki çarpık anlayış ve teza­hürler, ibadetin fonksiyonlarına parçacı yaklaşmaktan kay­naklanıyor. Gerçekte ibadetlerin bir kısmı ferdin içine yönelip sübjektif kişiliğini imar etmeye, bir kısmı da dış dünya ile iliş­kisini düzeltmeye yöneliktir. Böylelikle insanın iç ve dış ilişki­lerini bir kıvama koyan fonksiyonları vardır ve bu açıdan bir bütün teşkil eder. Bir tarafı ihmal edilmiş ibadetlerin kâmil bir insan ortaya çıkarması imkânsızdır. Aksine parçalanmış ibadet dünyası, parçalanmış bir şahsiyet meydana getirecektir. Ferdin psikolojisi ile sosyal yönünün bir ahenk içerisinde uyumlu ol­ması ancak ibadetlerin bütün olarak icrasına bağlıdır.

Bildik bir misale başvuralım: Motor akılden beslenirken akıl de motordan beslenir. Akılde marş motorunu çalıştıracak enerjinin var olması gerekir ki bu enerji, genel enerjinin kay­nağını harekete geçirebilsin. Nihayetinde akıl yeniden motor­dan beslenmiş olur. Aynı şekilde ibadet her şey demek değil­dir fakat bütün kulluk yani her şey ona bağlıdır. Bu zaviyeden ibadet kulluğun dinamosudur. Dikkat ederseniz, periyodik ve istikrarlı bir süreçten bahsediyoruz. Bunun hikmeti nedir? ibadetler, onlardan koptuğumuzda ruhumuzda oluşabilecek gevşemeyi önler. Ruh yoğunlaşması ve manevi gerilim tabii olarak gevşemenin önüne geçer.

Özellikle ibadetlerin tek bir sefere mahsus olmayan ve sürekli tekrar eden periyodik mahiyeti, insanın iradesini terbiye etme­de eşsiz bir yere sahiptir. Ne olursa olsun, günde beş defa ak­satmadan ve iradesini kullanarak ibadet eden kişinin bir yer­den sonra iradesinin terbiye olmaması ve kişinin bu iradenin öznesi haline gelmemesi imkânsızdır. Bu bağlamda ibadetin kulluğun garantörü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kulluğun diğer yükümlülükleri de ibadetle terbiye edilmiş bir iradeyle birlikte çok daha düzgün bir şekilde fiiliyata kavuşmuş olacak­tır. İnsanın çevresiyle kurduğu ilişki bağlamında ailesine, ak­rabalarına, arkadaşlarına hatta etrafındaki bitki ve hayvanlara karşı sorumlu davranması da bir ibadettir. İnsanın yaptığı bü­tün iyi işler salih amel kategorisinde değerlendirilebilir.

Öte yandan, ibadetin âdete dönüşmesi vartasına işaret etmek gerekiyor. Bütün ibadetlerin temelde bir iradenin varlığını gerektirdiğini söyledik. İbadetlerin insanın iradesini güçlen­dirdiği doğrudur. Mütemadiyen devam eden bir davranış sayesinde irade insanın kontrolüne girer fakat bunun da bir tehlikesi vardır: bir noktadan sonra ibadetlerin âdetleşmesi sorunu. Âdet haline gelmiş davranışlarda şuur ve idrak devre dışı kalır. Bu, iradeyi felç eden bir husustur. Demek oluyor ki ibadetlerin âdetleşmesiyle ibadetten hasıl olan fayda tama­men yok olur, ibadet bir yandan iradeyi güçlendirirken, diğer yandan âdete dönüşerek iradeyi atıl hale getirebilir. Bunu aşmak için insanın daima nefis muhasebesini yapması ve sa­mimiyet sınavını vermesi gerekir. Çünkü müteaddit şekilde vurguladığımız üzere, ibadet hali mütemadiyen iç sorgu ve arayışla beslenmesi gereken dinamik bir süreçtir.

Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali,syf:23-32

Dipnotlar:

[7] Haşr, 59:1.

[8] îsrâ, 17:44.

[9] Zâriyât, 51:56.

[10] Maûn, 107:4-5.

[11] Hac, 22:37.

[12] Bakara, 2:177.

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir