Yapay Karakterler Çağina Giriş
Mehmet Erikli
İnsan kendi gerçekliği içinde tanır kendini. Dünyaya geldiği andan itibaren etrafını el yordamıyla tanıma arzusundadır. Aslında kendisini tamamlayacak maden içtedir ve o için karanlığından ürker ilk olarak. Gürültüsü dinmez bir yeryüzünde, kendisi için yeni “anlamlar” arama çabasını çok sonra öğrenecektir. O çok sonralar geldiğinde ise ihtiyaç duyacağı “kimliği” başkalarınca düzene sokulmuş olunca şu “yeni anlamlar” arama çabası kitlesel yönlendirmenin değirmenine su taşıyacak sadece. İnsanın kendini bilmesi ve hakikati kavraması açısından ne kadar da sancılı bir tablo değil mi?Günümüze gelene kadar bir kimliğe sahip olmak için türlü taklalar atanlar neredeyse yabancılaşmanın ve dahi o keskin dönüşümün bir parçası olarak elden ele taşındı durdu. Başkalarının ağzıyla kendi değirmenimize su taşır halde bulduk kendimizi. Şaşırmadık buna. Yadırgamadık da. Sadece hatalarımızın seyrine daldık. Alt tarafı dünyaya gelen diğerleri gibi düşünmüşüm diyerek geçip gidemeyeceğimiz bir mesele bu.Şimdi asıl soru şu: “Biz kendi gerçekliğimizi nerede kaybettik?” Öyle ya hep söyleyip duruyoruz, şu postmo- dern çağın sahte kimlikler ürettiğini ve bizi de bir biçimde kullandığını. Böylesi bir düzende herkese bir pâye herkese bir rol düşüyor mu? Düşenler, düşmeyenlere dağıtmak için hazır zaten.Yapaylıkta çağ açıp çağ kapatan bir vaktin içindeyiz ya işte şimdi biraz da şaşkınlıkta çağ açıp çağ kapatan bir vakte doğru eğilip bükülüyoruz. Önümüzdeki kapıları aralayanlar bize güya rol model olması için bir terzi hüneriyle dikilmiş elbiseler gibi; renk renk, çeşit çeşit ve nefsanî. İzlediğimiz diziler, eğlence ve yarışma programları uyutulmamız için süslenmiş cibinlikler gibi.İnsan kendi mağarasında yaşar diye bir laf vardır ya hani.
Mağara metaforunu kırıp dökmüş olan postmodern düzen, insanı kendi içinden çıkartıp farklı boyutlardaki kafeslere tıkmış durumda. Keşke halen kendi mağaramızda yaşıyor olsaydık. “Kendimizi bilmeyi” model alıp en sahih kaynaklardan beslenmeyi sürdürsek fena mı? Bu “keşke”- ler temenniden sıyrılıp gerçekliğe varırsa ne iyi. İnsanın mağarasını kırmaya namzet sistemin karanlığı ise işte o ilkin el yordamıyla arandığımız çağlarımızda kendi karanlığımızdan ürkmekten beter bir şey. Aristo, “İnsan hayatta en çok taklitten haz alır” derken başkalarının ağzıyla konuşan ve çağın getirdiklerini olduğu gibi giyinen bir “eylem”- den bahsetmiyordu.İnsanın öğrenmek için kendisinden önce gelmiş bir doğruyu ya da kendisinden daha üst birinden tecrübe edeceği şeyleri kullanma becerisine sahip olduğunu yadsıyamayız. Bu da insan tabiatıyla çelişmez. Fakat dünyanın hani şu, “Çivisi mi kaldı ki çıksın!” dediğimiz dönemde insanı tüm gerçekliğinden arındırıp onu hazır kalıplara dökmesi “bilmek” eylemini şerre çeviriyor. Yani insanın nefsini tanımasının önüne bir biçimde geçilmiş oluyor ne yazık ki.Postmodern çağın ihtiyaçlarına cevap vermek için âmâde olan yığınlar, ona hazır olmayan insanları kurup ayarlamak için hazır kıta bekliyor. Onlar için tehdit olan ne diyecek olursak, hakikate yönelmiş insanları ve kendi gerçekliğinden kopmamak için direnen toplumları gösterebiliriz. Boşuna insanın gerçekliğinden “arındırılmasını” amaçlamıyorlar. Bilhassa istiyor bunu sistem. Çünkü bu arındırma (o akla göre) kendi düşünü, anlayışını, arzusunu belletmek için şart.
Giddens, Modernliğin Sonuçları adlı kitabında, “Soyut sistemlerin gelişimiyle, kişilikdışı ilkelere ve kişinin tanımadığı insanlara duyulan güven, toplumsal varoluş için vazgeçilmez bir şey haline gelir. Soyut sistemler tarafından yapılandırılan rutinler içeriksiz, ahlâk dışı bir yapıya sahiptirler; kişilik dişiliğin giderek artan bir biçimde kişiselliği yutması fikri de geçerli bir fikirdir” diyerek insanı tehdit eden asıl canavarın oluşturulmuş “rutinler” olduğunu açık ediyor bize. Kullandığı bazı anahtar kavramlar var. Onlardan biri soyut sistemler. Bu soyut sistem anladığımız kadarıyla hâkim olan. Yasa koyucu.Şöyle dikkatlice baktığımızda görürüz ki bizi rutinlere boğan bir dünyanın içinde çırpınıp duruyoruz. Televizyon, oyun, eğlence gibi rutini inşa eden yapılar aklımızı da bedenimizi de kendi seçeneklerine mahkûm ediyor. Bu gerçekten korkunç bir şey. Söz gelimi bugün televizyon dizileri sayesinde kafeslenen insan aklı, üretimden çok tüketimin bir parçası olarak varlığından ödün vererek, yok oluşa yamanıyor. Bilinç burada yarı uyur vaziyette. Soyut sistem, insanın doğrudan kişiliğini hedef alırken, onun yapısını da çok iyi tahlil ediyor elbette.Giddens’ın dediği gibi kişilik dışı ilkelere ve kişinin tanımadığı insanlara duyduğu güven ürkütücü derecede bizi istediği yöne çekebilecek kadar güçlü. Bu güvenle birlikte popüler kültürün önümüze altın tepside sunduğu karakterler sahihleşiyor. Oysa perdenin ardında gayri sahih duran ve yapay bir karakterden söz ediyoruz. Çarpıcı olan şu ki, o ya da bu biçimde kendimizi bu sahte karakterler dünyasında birinin tarzını seçmeye mecbur bırakılmamız.İnsan gücünün yok edildiği, makineler çağının çoktan yerleşik kılındığı ve üreterek değil, tüketerek büyüyen büyük bir toplum oluşumuzu hangi nedene bağlayıp açıklayabiliriz ki?
Paul Lafargue’ın tespiti bizim ürettiğimizi sandığımız şeylerin içinde nerede olduğumuzu açık ediyor. Şöyle ki: “Üretici sınıfın kendini mahkûm ettiği perhiz, burjuvaları, düzensizce imal ettiği ürünlerin aşırı tüketimine kendini adamaya mecbur eder.”Şimdi bu tespiti düşünürken akla başka bir şey daha takılıyor. Bugünün insanının artık somut tüketimden soyut tüketimlere geçtiğinin yadsınamaz olduğu gerçeğini düşünüyoruz. İşte bu soyut tüketim, bizim nasıl bir kişiliğe sahip olmamız gerektiğini bildiren yasaları düzenlerken, bizden sessiz bir kabul bekliyor. Bizler ses çıkartmadığımız müddetçe benliğimizi ve bizi var eden “gerçekliğimizi” ortadan kaldırmaya yeltenen düzen sihirbazlarının işi çok rahat. İnsanı değersizleştiren ve dünya isteklerinin şehvetine boğan popüler üretimler, “Bu dünyadan başka bir yer yok!” algısını yerleşik kılmak için yanı başımızda duruyor. Sonra olanlar oluyor ve hikâyemizi kaybediyoruz. Balkonlarda sardunyaların, fincanlarda kırk yıllık hatırların, okuma ve sohbet meclislerinin, sıradanlaşmayan dostlukların henüz silinmediği bir yeryüzü düşlüyoruz en fazla. Bunu da yapamıyoruz bazan.Yapay karakterlerin peşi sıra gidildiği bir dünyada kendi hikâyemizde silik bir karakter olabiliyoruz; asıl adamların daha güçlü olmak için birbirine diş bilediği yoldan, geçip giden ve kimselerin farkında olmadığı üçüncü ve hatta sayılamayacak denli ortada olmayan insanı oynuyoruz. Sıra d anlaşmanın ve tekdüze yaşamın kısa tarihi içinde en geniş parantez tüm gerçekliğini yitirmiş, kendi varoluşunu başka bedenlerin taklidinde aramış insanlar için açılıyor böylelikle. Bu da o insanlar adına ikinci bir hikâyenin olmayacağı anlamını taşıyor.Sadece dünyalık düzenin ahlâk anlayışını benimsemiş yığınların çöküşünü seyredeceğimiz günlere ne kadar kaldı? Üç, iki, bir…
Modern Hurafeler,syf.64,68* Haz.Davut Bayraklı-Mehmet Erikli